Serdar Akinan – Kan Uykusu

Cumhuriyet Tarihinin En Acılı Süreci 1992’nin Mart ayında Cizre’deydim. Star televizyonu haber merkezi için çalışıyordum. O yıl Nevruz gösterilerinde büyük olaylar bekleni¬yordu. Nitekim öyle de oldu. Sloganlar atan, sarı, kırmızı, yeşil renklerle Abdullah Öcalan’ın posterlerini taşıyan insanların arasına ilk kez karışmıştım. Olaylar bir anda kontrolden çıktı. Kitlenin üzerine ağır silahlarla ateş açıldı. O gün Cizre’de 12 kişi öldü. Otelin balkonunda oturduğum günün, bir gün önce¬sini hiç unutamıyorum. Kendi ülkemdeydim. Sokağına baktığım bu ilçenin meydanında saçak alt¬larında bekleyen asker ve polisin yanına gidip konuş¬mamız, aralarına karışmamız söz konusu bile değildi. Yabancı gazeteci doluydu kaldığımız otel. Alman bir kadın gazeteciyi hatırlıyorum. Bir gece önce Cizre’nin arka sokaklarmm ıssız karanlığında fü¬tursuzca dolaşabiliyordu. Biz ise çekingenlik içindeydik.


Köşe başları PKK’nın kontrolündeydi. Yıllar sonra Kan Uykusu belgeselini hazırlarken 1992 yılında gelinen noktayı anlatan cümlelerin üzerine gö¬rüntü bulmam gerekiyordu. Arşiv kasetlerini karıştırdım. Karşıma çıkan görüntü, işte tam da o gün; 21 Mart 1992 yılında Cizre’de çekilen görüntülerdi. Ham kasetten aktarılmış görüntülerde yaşananları söz konusu zamanda çiçeği burnunda bir gazeteci olarak nasıl izlediğimi anımsadım ve yaşadıklarıma dair dü¬şüncelerimle, şimdi bu satırları yazarkenki düşüncelerim birbirinden oldukça farklıydı. Kan Uykusu’nu hazırla¬mak için 1993 – 1995 yılları arasında Hakkari’de görev yapan dokuz askerle saatler süren röportajlar yaptım. Bu kitap, televizyonda yayınlanan iki saatlik belgese¬le sığmayan tüm bu söyleşilerin tamamını içeriyor. Belgesele hazırlanırken Kürtlere, Güneydoğu’ya ve PKK’ya dair kapsamlı okumalar da yaptım. Cumhuriyet tarihinin bu en kanlı ve en acılı sürecini anlamaya çalışırken zihnimde şekillenen fotoğrafı, bu okumalarımda aldığım notlardan yola çıkarak özetleme¬ye çalıştım. Türkiye’nin çok ciddi bir Güneydoğu sorunu, bir Kürt sorunu, bir terör sorunu, adını nasıl koyarsanız koyun yıllardan beri süregelen ve bir türlü sağlıklı çözüme kavuşturamadığı oldukça büyük bir problemi vardı. Amacım bu sorunu kavramaya çalışan zihinlere “bir başka açıyı” da gösterebilmekti. O bakış açısı, yıllardır şehit olan ve şehit veren aske¬rin, yakınlarının, komutanlarının, silah arkadaşlarının yaşadıkları ve düşündükleriydi. Bu kitapta anlatılanları okuduğunuzda “askerin görüşü”nün de tek renk olma¬dığını fark edeceksiniz. Söz konusu “farklı tonlar”a dair son yıllarda emekli askerlerin kaleme aldığı birçok anı kitap yayımlandı. Bu kitaplarda “bakış açısının” ne denli değişik ola¬bildiğini gördü kamuoyu.

‘Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok” adlı kitap, kanımca bir milattı. Hakkari’de 1993-1995 yılları arasın¬da görev yapan Tuğgeneral Osman Pamukoğlu’nun ka¬leme aldığı anıları okuyan çevremdeki hemen herkes benzer şeyler düşünüyordu. Kan Uykusu belgeseli aslın¬da “Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok”un kısa bir görsel özeti oldu. Ancak bir kez daha başa dönmem gerekirse, beni bir gazeteci olarak etkileyen ve bu kitabı yazmaya iten duy¬gu, 1992 yılında şahit olduğum olaylara, bugün çok daha farklı bir açıdan bakmamdan kaynaklanmaktadır. Bu ba¬kış açısını veren birçok unsuru bu kitapta bulabileceğini¬zi ümit ediyorum. Bahsi geçen süreçte yaşananları askeri açıdan ele alan bu röportajlara, PKK’lılarla, korucularla ve bölge halkıyla yapılacak röportajlar da büyük katkı sağlardı şüphesiz. Maalesef böyle bir fırsatım, birçok nedenden ötürü olamadı. O tarihler arasında, PKK’ya göre Botan-Behdinan (Hakkari) olarak adlandırılan bölgenin iki sorumlusu Nizamettin Taş ve Suriyeli Topal Nasır’in PKK 5. Kongre komisyonuna verdikleri ve neden başarısız olduklarını anlattıkları savunma ifadelerinden Nizamettin Taş’a ait olanının tamamını da bu kitaba ek olarak aldım. Đfadede yazılanların önemli olduğunu düşünüyo¬rum. Neden önemli biliyor musunuz? Kan Uykusu, yukarıda da bahsettiğim gibi, aslen te¬levizyon için yapılan bir belgeselin deşifre edilmiş metin¬lerini içeriyor. Bu röportajlarda konuşanlar, hep birileri¬nin peşinde; onları yok etmek için verdikleri mücadeleyi anlatıyor. Yani aslında kitapta bir “karşı taraf” var. Cüm¬lelerin nasıl ki tamamında bir özne (ben, biz, asker, dev¬let vs.) ve bir yüklem (pusu attık, çatıştık, yakaladık, sor¬guladık vs.

) varsa bir de tümleç var. O tümleç, sadece vahşi tabiat şartları değil, PKK. Yani bu kitapta konuşanlar aslında belirgin iki düşmanı resmettiler; biri doğa şartları, diğeri ise PKK. Örtülü düşmanların isimleri ise pek aleni olarak geçmiyor. Üçüncü taraf ise komşu ülkeler, bölgede çıkarı olan süper devletler, karanlık güç odakları, bürokrasi vs. Dolayısıyla bu kitabın çerçevesi içinde kalan aktörle¬re dair temel bir eksiklik olduğunu da baştan kabul edi¬yorum. Dağdaki PKK kadrolarının o kanlı süreçte olan biteni nasıl algıladıkları, ne düşündükleri birçok neden¬den dolayı Kan Uykusu’nda yer almıyor. Buna karşın okuduğumda bana da ilginç gelen ve bir yandan da çok önemli olduğunu düşündüğüm PKK ifadelerini de kita¬ba alarak bir parça olsun bu eksikliği gidermeye çalıştım. PKK’nın Doğuşu ve Destekçileri PKK’nın yeşerdiği 1970’li yıllara gelmeden onu var eden “iklim”e/ yani temel tarihsel dinamiklere bakmak gerekir. 1945 sonrasında Türkiye kendisine müttefik olarak “Batı”yı seçti. Bu tercih Sovyetler’in güneye olan ilgisini pekiştirdi. O yıllardan itibaren Rusya, Araplar ile yakın ilişki içine girdi. Arap-Đsrail Savaşı ve Petrol Krizi, Đkinci Dünya Sava¬şı sonrası tüm siyasal, ekonomik, ticari ve askeri sistem¬lerin yönelimlerini ve dinamiklerini yeniden tanımladı. Petrole dayalı askeri, ticari ve endüstriyel organizas¬yon uzun vadeli planlar yaparken Ortadoğu’daki enerji havzalarının güvenliğinin Sovyetler’in ve Çin’in ilgisin¬den dolayı kırılgan olduğunu gördü. Türkiye; bu havzalarla Kuzey’in bağlantısı üzerinde jeostratejik olarak oldukça önemli bir konumdaydı.

Sovyetler açısından bu aks üzerinde Türkiye bir kozsa; o kozu zayıflatacak, yoracak ve meşgul edecekti. Bu olumsuz eylem planlarının etkin elemanlarını bulmak da zor olmadı. Bu nedenle 1993 yılı öncesini daha iyi anla¬mak için PKK konusunda otorite olarak gördüğüm Dr. Nihat Ali Özcan’la da bir söyleşi yapmayı uygun gördüm. Bu kısa ama öz söyleşinin PKK’yi var eden temel di¬namikleri anlamak açısından çok önem taşıdığını düşü¬nüyorum. Yani “Kan Uykusu”nda, süre sıkıntısı sebebiyle, baş¬ta süratle geçtiğim 1993 öncesine dair genel toparlamayı bu kitapta ilk söyleşide göreceksiniz. Aslına bakarsanız 1995 sonrasına ilişkin de derinle¬mesine bir çalışma yapmak gerekiyordu. Ancak şunu fark ettim ki 1995’ten günümüze PKK sorunu apayrı bir kitap konusu. Bu nedenle konsantrasyonumu, özenle korumaya ça¬lıştığım bu mekansal tarihsel çerçevede tutmaya özen gösterdim. Türk ordusunun içinden bir sese kulak ver¬dim. Bu sesin sağduyuyla dinlenmesi ve içtenlikle dikka¬te alınması gerektiği kanaatindeyim. Bir kez daha, başta Sayın Osman Pamukoğlu olmak üzere, benimle konuşmayı kabul eden, zamanını ayıran ve Kan Uykusu’nun oluşmasına katkıda bulunan herke¬se en içten minnet duygularımı sunuyorum. Đstanbul/Cihangir – Aralık 2006 Serdar Akinan Birinci Bölüm 1993 ÖNCESĐ SÜREÇTE KÜRTÇÜ HAREKETLER Dr. Nihat Ali Özcan “Kürtlerin Yaşadığı Coğrafyadaki Aktörlerin Sayısı Arttı” 1993 yılı PKK ile mücadelede çok önemli bir sürecin baş¬langıcı oldu. Fakat bunun bir öncesi vardı.

Yani temel çıkış noktası… Stratejist Dr. Nihat Ali Özcan, söz konusu ayrılıkçı çıkış noktalarına ışık tutuyor. ŞĐDDETĐ NEREDE KULLANDIĞINIZ ÖNEMLĐ Size göre ayrılıkçı olarak tanımlayabileceğimiz si¬lahlı hareketler ne zaman bu topraklarda başladı? Türkiye’deki ayrılıkçı Kürt Hareketi, Cumhuriyet öncesi, yani Osmanlı döneminde de vardı. Bu yeni bir durum değil aslında. Kürtler içinde, Đmparatorluk döneminde özellikle 19. yüzyıldan itibaren bir kaynama vardı. Nedenlerine bakmak gerek. Ben çok önemli iki tarih¬sel dinamik görüyorum neden olarak. Đlki tüm dünyada, özellikle Batı’da başlayan milli¬yetçilik fikirlerinin süratle gelişmesi ve yayılmasıdır. Đkincisi Kürtlerin yaşadığı coğrafyadaki aktörlerin sayısının artmasıdır. Aktörlere bakarsak şunu görürüz… Bir ayağında Đran, bir ayağında Osmanlı vardı. Ancak kuzeyden özellikle Rusların Kafkaslar’a doğ¬ru inmesi ve güneyden ise Đngiltere’nin bu sisteme, bu rekabet alanına girmesi, tabu olarak Kürtler arasında hem destek bulma hem politik ilişkiler geliştirme imkanı verdi bu aktörlere. Eşzamanlı olarak milliyetçiliğin yayılması ile birlikte milliyetçilik fikirleri de ortaya çıktı. Osmanlı, Kürtleri kendi sistemi içerisinde bir impa¬ratorluk kültürü ile yaşatmayı bildi. Elbette zaman za¬man Rusya’nın, zaman zaman Đran’ın, zaman zaman da Đngiltere’nin desteklediği bir takım hareketler oldu.

Bir de iç dinamiklerle ortaya çıkan bir yapı oluştu. Osmanlının merkezileşme talepleri ve zorunluluğu, bu merkezileşmenin kaynaklarını kontrol altına alma çabasını yani özellikle savaşların sürdürülebilmesi, ver¬gilerin toplanması ve insanların askere alınması açısın¬dan önem teşkil eder. Belli bir otonomiyi sağlamış, belli bir yapı içerisinde sosyolojik olarak var olan Kürtlerle devlet arasında zaman zaman sürtüşmeler çıkmıştır. Bu problemler 20. yüzyılın başına kadar devam etti. Türkiye Cumhuriyeti’nin de buna benzer bir yakla¬şımı oldu. Türkiye Cumhuriyeti dışarıdaki sorununu çö¬züp yeni bir devrim hareketini başlatınca iki dirençle karşılaştı. Çünkü bu yeni fikre direnebilecek iki yapı vardı: Aşiret yapısıydı ve belli dini yapılar. Her iki di¬rençle de karşılaştı Cumhuriyet. Bu döneme baktığımızda aslında iki karakteristik yapı bulunmaktadır. Bunlardan birinde daha çok Alevi Kürtlerin direndiği yapıyı görmek mümkün, ki bu daha Kurtuluş Savaşı sırasında ortaya çıkan bir yapıdır. Daha sonraki süreçte de Şeyh Sait’le de başladığı söylenen Medrese geleneğinden gelen Sünni karakterde bir Kürt hareketini görmek mümkün. Aslında bu ayrışma, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca kendini farklı platformlarda ve farklı şekillerde gösterdi. Yani çok partili sisteme geçtiğimizde Cumhuriyet Halk Partisi’nin içersinde, bazen TĐP’te ama daha çok “sol düşünce”nin içinde yer aldı. Medrese geleneği ile beslenmiş Sünni karakterde olan ve aşiret düzeni ile desteklenmiş yapı ise Demokrat Parti’de, daha sonraki süreçte Adalet Partisi’nde, Anava¬tan Partisi’nde ve en son AK Parti’de kendisini gösterdi.

Kendi içinde kırılmalar mı oldu bu hareketlerde? Kendi içerisinde atomizasyonlara da uğradılar. De¬diğiniz doğru. Bu atomizasyonlara uğrama süreci içinde mesela “Sol” olarak tanımladığımız, göçler ve eğitim dü¬zeyinin artması ile birlikte Kürtlerin arasında da hareket¬lilik artmaya başladı. “Kürt sorunu devrimin yedek gücüdür,” dendi. 60’lardan sonraki süreçte ve 70’lerin sonlarında yeni bir karakterle ortaya çıktı. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” söylemi çerçevesinde bakıldı işe. O dönemde Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ideolojik çatışmaları Türkiye içine de yan¬sıdı doğal olarak. O sebeple Kürk hareketi kendi içinde ikiye ayrıldı. Bunlardan biri, pro-Sovyetik biraz daha Sol Marksist literatürden hareket alıp gelişirken, diğeri de daha çok geleneksel dini ritüellerin güçlü olduğu bir ya¬pıda gelişti. Bu daha çok Kuzey Irak bağlantılı ve Barzani destekli oldu. O zamanki tanımıyla biri, Türkiye Kürdistan De¬mokrat Partisi olarak gelişti, diğeri ise biraz daha bağım¬sız ama pro-Sovyetik bir Kürt Sol Hareketi olarak ortaya çıktı. Daha sonra PKK’nın yeşereceği ve kendine taban bulacağı bir alan oluşturdu. Hangisinde yeşerdi PKK bu anlamda? PKK bu anlamda bakıldığı zaman Marksist teoriden yola çıkarak olayları ve gelişmeleri analiz eden yapıdan ortaya çıktı. Daha doğrusu kendine orada yer buldu, destek buldu ve sempatizanlarını o alandan kazandı. Za¬ten PKK’nın kuruluş dönemi söylemlerine, yapılanma modellerine, ideolojisi ve stratejisine baktığmız zaman bir Marksizm görmeniz mümkün.

Abdullah Öcalan’a baktığınız vakit, Öcalan nerede resme girer, nerede PKK’yı şekillendirmeye başlar? Hem tarihsel hem coğrafi olarak… Bence Apo’nun resme girmesinin en önemli nedenle¬rinden biri kişiliği ile ilgili. Yani Abdullah Öcalan zeki, hırslı, ihtiraslı ve bu bölgenin, bu coğrafyanın politik kimliğine cevap verecek bir kişiliğe sahip. Bencilliği, megalomanlığı, şiddeti kullanma ve kul¬landırma konusundaki acımasızlığı ile aslında bu coğ¬rafyanın politik kültürüne de cevap veriyor. Tanıdık bir simaya benziyor. Bir yönüyle belki Saddam’ı hatırlatır, bir yönüyle belki Suriye’deki Hafız Esad’ı. Đkinci neden konjonktür. 12 Mart dönemi sonrası… Türkiye’de çok güçlü bir sosyal altüst oluş vardı. Türk işçiler Almanya’ya gidiyor, insanlar köylerden kentlere göç ediyor, varoşlar dolmaya başlıyor ve 1960 Anayasası’nın ortaya çıkardığı bir öz¬gürlük ortamı var. Bu, Türkiye’nin iç dinamikleri ile ilgi¬li. Türkiye’deki 12 Mart Müdahalesi’nin, o dönemde ge¬leneksel olarak çok etkili gözüken Kürt illegal hareketinin liderlerini hapse atmış olmasıyla, ortada bir lider boşluğu da yaratmıştır. Đşte bu dönemde ortaya çıktığını görüyoruz Öcalan’ın. Öcalan’ı güçlü kılan da aslında şiddet kullanma konusunda tereddüt etmemesinden kaynaklanıyor. Yani şiddeti kullanmaya başladığınızda doğal olarak kendinize bir alan açıyorsunuz. Bir de dev¬letin zayıflığı ile ilgili bir şey. Bu şiddeti nerede kullandığınız önemli.

Eğer bu şid¬deti devlet yapısının zayıf olduğu yerlerde kullanırsanız gerçekten ciddi bir takım sonuçlarla karşılaşırsınız. Geçmişte Marksist pratikte kullanılmış hazır reçete¬ler var. Mao, Vietnam örneği ya da Güney Amerika, bu reçetelerden birkaçı. Bu hazır reçeteye birkaç unsur daha eklendi. Bölgedeki aşiret algılaması. Köylülük… Coğrafyanın vahşiliği… Tüm bunların içine şiddet unsurunu da eklediğinizde kendinize bir alan açıyorsu¬nuz. Abdullah Öcalan’ı birdenbire ön plana çıkartan ne¬den bütün bunların düzgün bir bileşeninden kaynak¬lanmış olmasıdır. Bütün bunlara cevap verecek bazı unsurların bir araya gelmesi… Bu bir tesadüf müdür? Hayır. Bir kısmının tesadüf olması mümkün değil. Yaşanan bir gerçek var. Tabiî ki bazı destekler olmadan bu işlerin olması da mümkün değil. 1978 Diyarbakır Fisköy’de bir grup insan toplanı¬yor. Başlarında Abdullah Öcalan var, çok küçük bir topluluk. Karar veriyorlar ve kuruyorlar PKK’yı. 1978’den sonraki süreç… 1978’in ne anlamı vardır? 1978’den 1984’e geçen süreçte neler olup bitmiştir? 1978’in şu anlamı var: 1978’de bunlar bir araya gel¬diklerinde ve bir karar deklare ettiklerinde, onlar maddi varlık olarak zaten varlar.

Nerede varlar? Tunceli’de, Malatya’nın bir bölümünde, Gaziantep’te… Öncelikle kendilerine müşteri ayarlamakla meşguller. Kaç kişilerdi tahminen? O zaman tahminen 120-160 kişi civarındalar; çekir¬dekte yer alan ve bu işi harekete geçirebilecek kişilerdi bunlar. Zaten asıl profesyonelleşme, gündelik hayattan kopup kendini tamamen örgütün amaçlarına adama işi de 1978’den sonra başladı. Bunun karakteristik bir özelliği vardır; geleneksel olarak o dönemlerde Marksist örgütlenmelere baktığınız zaman önce dergi çıkarıp kendilerini ilan ettiklerini son¬ra da sempatizan topladıklarını görürsünüz. Ama profesyonelseniz önce çekirdek oluşturup sempatizan topla¬yıp sonra varlığınızı deklare edersiniz. Bu güvenlik açı¬sından gereklidir. Nitekim Öcalan da bu profesyonel yaklaşımla ken¬dini deklare etmiştir; yani bir efsane vardır, birileri söy¬lüyordur, kahvehane köşelerinde insanlar konuşuyor, bir şeylerden söz ediyor ama bunun ne olduğunu bilmiyor-dur. Bunun ne olduğu ani deklarasyon, 1978’deki toplantıdan sonra ortaya konuluyor. Tamamen stratejik, nasıl yol izleneceği konusunda karar veriliyor. O dönemin Türkiye’deki politik ortamına ve ulusla¬rarası sistemdeki rekabet ortamına bakmak gerek bu an¬lamda. 12 Eylül 1980 darbesi ne getirdi? Öcalan 1980 öncesi Suriye’ye kaçtı. 1979’da Şam’a gitti önce. Uluslararası terörizmin pro-Sovyetik olarak tanımlanabilecek önemli uluslararası figürleri olan kişi¬lerle tanıştığı söylenir. Bildiğimiz gibi Talabani ile buluştuğu söylenir. Aslında var olan uluslararası ağın bir üyesinin, Tür¬kiye’den oraya taşınmasıdır.

Yoksa orada tesadüfen ka¬pıyı çalıp, “Ben geldim… Bu işleri yapacağım ama olma¬dı.” değil mesele. Yoksa bu kanalları bilmeden o kapıları açmanız mümkün değil. Bunların ikinci halkasında ise Sovyetler Birliği var. Bir başka enteresan bilgi de şudur: PKK faaliyet gös¬terdiği bölgelerde yaklaşık olarak 500 insan öldürmüş¬tür. Çok sayıda insan göç etmiştir. Mesela insanların tar¬lalarına, bostanlarına el koymuş; bunların bir kısmını yakmış; bir kısmının makinelerini ele geçirmiş; arabala¬rını, traktörlerini gasp etmiş bazı yerlerde de belediye başkanlıklarını ele geçirerek orayı yönetmeye başlamış¬tır. Yani 12 Eylül’e gelinceye kadar PKK yok değil. PKK var ve 500 cinayetin de sorumlusu. O dönem sadece daha amatörce yapıyorlar bu işi. 12 Eylül’ün Öcalan açısından avantajlı bir durumu da, yurtdışında olduğu için bir kısım kadrolarını kurtarabilmesiydi. Đçeride kendisine rakip olanlar yani kendi¬sine karşı direnenler tasfiye oldu. Sol hareketin yani Kürt Hareketi’nin içinden beslenen diğer oluşumlar tasfiye edildi. Dolayısıyla Öcalan, bir yandan ekime hazır ürün devşirebileceği bir coğrafya yarattı. Nitekim Öcalan 1984’te döndüğünde kendisiyle rekabet edebilecek lider¬ler veya yerelde farklı bir siyasetle işleyen bir mekaniz¬ma yoktu.

Bakir; nadasa bırakılmış bir alana girdi. Aslında 12 Eylül’ün böyle bir etkisi oldu PKK’nın üzerinde. Tabi Öcalan’in Suriye’ye geçmesi ve bu kadar çok teveccüh görmesi, Türkiye-Suriye açısından da önemliydi çünkü aynı zamanda Türkiye, 1980 yılında Ata¬türk Barajı’nın inşaatına başladı. Bu Suriye tarafından kabullenilen bir pozisyon de¬ğildi. Diğer bir konu da Đran-Irak Savaşı başlamasıydı. Tabi bunun biraz gerisine gidersek Barzani-Talabani rekabeti de var işin içinde. Çünkü 1975’ten sonra Barzani Đran’a gitti, o sırada Talabani Şam’da Barzani’nin temsilcisiydi. Irak’ta siyasi değişiklik oldu. Irak, 1977-1978’den itibaren yüzünü Batı dünyasına döndü; bu dönem, Talabani’ye bağlı Kürtlerin başka bir figür olarak ön plana çıkmaya başladığı dö¬nemdir. Talabani o dönemde bağımsız hareket etmeye ve Sovyetler Birliği’nden destek almaya başladı. Çünkü Talabani geçmişte Marksist kimliği bilinen, politik bir figürdü. Sovyetler bu hareketi destekleme ka¬rarı aldıklarında şöyle ilginç bir şey oldu. Talabani’nin Suriye’de üstlenip Irak’a karşı bir takım operasyonlar yapabilmesi için kendi adamlarını getirme¬si gerekiyordu. Doğrudan doğruya Irak’tan Suriye’ye geçilemediği için Türkiye üzerinden denedi. 1978’in Ma¬yıs, Haziran aylarıydı.

Bu insanlar Şemdinli’de, Barzani tarafından harekete geçirilen Türkiye vatandaşı Kürtler tarafından pusuya düşürüldüler. 10 -15 gün çatışma ol¬du. Çok sayıda insan öldü, çok sayıda insan esir aldı. Bu olaylar o zaman parlamentoda TĐP’in yaptığı bir basın açıklaması ile gündeme geldi. Orada şöyle deniyordu; ilerici Kürt gruplar, gerici ve Amerikan uşağı Barzaniciler tarafından bölgede pusuya düşürülmüştür. Bu konu, o zamanki ana muhalefet par¬tisi olan Adalet Partisi tarafından dile getirildiğinde Baş¬bakan, Ecevit’ti… Dönemin Dışişleri Bakanı bunun basit bir “mera an¬laşmazlığı” olduğunu söylemişti. Bu basit “mera anlaş¬mazlığından yaklaşık olarak 158 kişi ölmüştü. 300’e ya¬kın da yaralı vardı. Hatta yaralıların bir kısmı, tedavi edildikten sonrada Türkiye hapishanelerinde yattılar. Talabani bunu yapamayacağını görünce içeride kendisi¬ne kanal açabilecek ve Barzani’ye rakip olacak bir part¬ner aramaya başladı. O partner Abdullah Öcalan oldu. Tek parametre bu muydu? Bölgesel anlamda başka tarihi dinamikler var mıydı? Tabii… Şimdi bu 1980’lerin başına geldiğimiz za¬manki manzara idi. 1979’da Đran Kürdistan Demokratik Partisi Đran’ın zayıflığından faydalanarak ayaklandı. Bu ayaklanma Talabani’yi heyecanlandırdı. Talabani PKK’dan birkaç elemanla beraber Đran dev¬rimini, Đran’daki Kürt hareketini desteklemek üzere yola çıktılar.

Barzani bu yeni durumu sessizlik içinde bekledi, çünkü kendilerine himaye sağlayan Şah, iktidardan düşmüş, Đran’da siyasi hava değişmişti. Fakat Đran-Irak Savaşı, her şeyi yeniden değiştirdi. Irak, Đran’a saldırınca Đran’daki Kürtler de Đran hü¬kümetinin; devrim hükümetinin düşmanı oldu doğal olarak Talabani bavulunu topladı ve Şam’dan doğru Bağdat’a gitti. Saddam Hüseyin’e bağlılıklarını bildirdi ve Đran’ı içerden vurmak için Irak’la işbirliği yapmaya hazır olduğunu söyledi ve Saddam Talabani’yi destekle¬di, 1986’ya kadar Talabani Đran’daki Kürtlerle beraber Đran yönetimine saldırdı. Aynı tarihlerde PKK ne yapıyordu? Aynı tarihlerde PKK sendeleme geçirdi. Đran, Suriye ile stratejik müttefik haline geldi. Đran stratejik müttefik haline gelince, Suriye’ye dedi ki; “PKK’lılar bizim burada faaliyet gösteriyorlar, şunlara söyleyin çekilsinler. ” Bu sefer Đran, Barzani’yi alıp Şam’a getirdi. Abdullah Öcalan’ı da aynı masaya oturttular. Buna göre Barzani PKK’lıları Şam’dan alacak, önce Ulubey tarafına götürecekler, Ulubey’den Kuzey Irak’a geçecekler, orada üstlenmeye başlayacaklar. Kime karşı? Türkiye’ye karşı. Türkiye’yi bu kadar hızla hedefe koymalarının ne¬deni neydi? Birkaç nedeni var. Birincisi Türkiye Atatürk Barajını yapmaya başlamıştı. Bu Suriye için affedilir bir durum değildi. Đkincisi de geleneksel bir Hatay sorunu vardı.

Üçüncüsü, Türkiye Batı bloğu içinde Amerika’nın desteklediği bir yapıydı. Sovyetler Birliği’nin desteğinin ve en büyük stratejik müttefiki de Suriye idi. En fazla silah yardımı alan ülke durumunda idi Suriye, üstüne üstlük Đran-Irak Savaşı da başlamıştı. Irak, Türkiye üze¬rinden petrolünü satarak savaşı sürdürüyordu. Zaten devrim sonrası Amerika ile Đran ilişkileri bozulmuştu ve Amerika’nın en iyi müttefiki Türkiye idi. Türkiye, Đran devrimi sonrası, Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği’ne karşı kaybettiği bütün ra¬dar ve dinleme istasyonları karşılığında Türkiye’den ye¬ni bir şeyler almış ve arkasından Türkiye’ye koyduğu ambargoyu da kaldırmıştı. Üstelik Basra Körfezi’nde de hızlı mukavemet gücü oluşturmuş, bunun lojistik mer¬kezi olarak da Batman, Muş, Diyarbakır gibi yerlerde havaalanları açmış, malzemeler yığmaya başlamıştı. Devrimin heyecanı ile Türkiye, düşman olarak başköşe¬ye yerleştirilecek ülkelerden biriydi. O yüzden de Türkiye’ye zarar verecek böyle bir ya¬pının desteklenmesi, hem Đran’ın çıkarları açısından uy¬gundu hem de Suriye’nin çıkarları açısından. Onlar sa¬dece kendi çıkarlarının gereğini yaptılar. Savaş başladı¬ğında da hem Irak meselesi hem Amerika’nın pozisyonu hem Türkiye’nin Amerika ve Irak’la olan ilişkileri, ticaret meselesi, hem de 1979’da ilk etabı tamamlanmış Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’nın geliştirilmesi projelerine kar¬şı, Đran da kendine göre daha ucuz ama sonuçları daha etkili bir yöntemi ön plana çıkardı. Türk kamuoyu PKK’nın adını ilk kez 1984’te Eruh ve Şemdinli katliamları ile duydu. 1984’e kadar ne oldu? Neden 1984’te PKK’nın adını duyduk? 1980’li yıllara kadar Türkiye’deki söylem, sağ-sol çerçevesinde şekillenmişti. Dolayısıyla kategorik olarak PKK, solun içersinde algılanıyordu. Ayrılıkçı falan filan deniyordu ama insanların zihninde çok fazla bir yeri yoktu ve birdenbire duymalarının nedeni, 1984’te yeni bir durumun ortaya çıkmasından kaynaklanmıştı.

Çün¬kü 1984’e kadar Türkiye’de polisler öldürüldü, askerler münferit olarak öldürüldü ama sistematik olarak Devle¬te, polise ve askere yönelik bir hareket olmadı. Çünkü örgütlenmek için henüz yapılanma halinde oldukların¬dan, stratejileri daha çok üye toplamaya yönelikti. Devleti ortadan kaldırmaya, tamamen sindirmeye yönelik değildi, birkaç yer hariç olmak üzere o aşamaya henüz gelememişlerdi. 1980 – 1984 yılları arası her şeyin kontrol altına alındığı imajının yaratıldığı bir dönemde, birdenbire iki ilçenin basılmış olması, güvenlik, jandar¬ma ve askerinin öldürülmüş olması bir anlamda top¬lumda bir şok etkisi yarattı tabii ki. 1984’te bu iç sebepti. Peki, dış sebep var mıydı? Vardı tabii… 1984’teki dış sebep, özellikle Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’nın ikinci etabının işletmeye açılmasıdır. Aynı günlerde Atatürk Barajı’nın belirli bir aşamaya gelmesi… Zaten PKK’nın kendi tarihine bakar¬sanız, ilk eylemlerin nisan ayında yapılmasının istendi¬ğini görebilirsiniz. Boru hattının açılması ne gibi tehdit oluşturacaktı? Boru hattının açılmasının Đran’a zararı vardı. Çünkü Đran-Irak Savaşı’nın dördüncü yılına girilmişti. Savaşın ağırlık merkezi Basra Körfezi’ne kaymıştı. Basra Körfe¬zi’ne kaymasının sonucunda Đran petrol satamaz olmuştu. Irak da artık petrol satamaz hale gelmişti çünkü ikisi bir¬birinin tankerlerini batırıyordu. Bunun üzerine Đran tan¬ker savaşını başlatınca, Đran buna cevaben Irak’ın petrol satışını engellemek üzere savaşı kuzeye kaydırdı. Kuzeye kaydırdığı savaşta da daha çok Barzani’nin güçlerini kul¬lanmaya başlamıştı. Özellikle boru hatlarına, petrol tesis¬lerine yönelik saldırılar yapıyorlardı.

Fakat boru hattı da mümkün olduğu kadar uzağa kurulmuştu. O yüzden Đran, boru hattını işlemez kılabilmek için PKK’ya destek vererek onu birdenbire sahneye sürdü. 1984’te Şemdinli-Eruh Baskınları oldu… Ve PKK adını tescillemiş oldu bu eylemle. Türkiye ise si¬lahlı mücadeleyi bu anlamda hedefe koyarak PKK’yı düşman olarak addederek operasyonlara başladı. Ondan sonraki grafik PKK açısından nasıl bir seyir izliyor? Đlginç olan şu aslında, PKK 1984’te başladı ama PKK bu tarihte faaliyetlerine başlamadan önce de bu coğraf¬yaya giriyordu. Ne zaman? 1983’ün Baharı’ndan itibaren girmeye başladı. Komik olacak belki ama Almanya’da yayınlanmış Serxwebun dergilerinin eski sayılarından, 1983 yılında yayımlanmış ilk bölümüne baktığımda, as¬lında PKK açıkça Türkiye’nin içine militanlarını soktu¬ğunu ve çeşitli eylemlerde bulunduğunu resimleri ile beraber açıkça belirttiğini görüyorum. Açık istihbarat yani…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir