Serdar Rifat – Kitaplarin Senlik Atesi

Dünya edebiyatında deneme türünün öncüsü ve piri olarak görülen Michel de Montaigne’in “izinde yürümek” deyimi, XXI. yüzyılda kalem oynatan biri için, öncelikle ne gibi anlamlar ifade edebilir? Montaigne’in temellerini attığını söyleyebileceğimiz bu tür, aradan geçen dört buçuk yüzyıl içinde, hangi içerik ve biçim dönüşümlerine uğrayarak günümüze değin gelmiştir? Montaigne’in, bu yazınsal türün tarihsel öncüsü olma durumu dışında, somut anlamda, hâlâ kalıcı bir etkisinden söz etmek olası mıdır? Bir XVI. yüzyıl soylusuyla okumaya meraklı bir XXI. yüzyıl kentlisi ya da taşralısı arasında kültürel düzlemde ne gibi ortak değerler var olmuş olmalıdır ki, Denemeler zaman içinde, kendisine sürekli başvurulan, kendisinden alıntılar yapılan, hatta insanın kendini sorgulamasının bir çeşit denektaşı haline getirilen klasik bir yapıt düzeyine erişmiştir? Bu çeşit soruları deneme türünün bildik esnekliği içinde neredeyse sonsuza değin çoğaltmak ve her birine, kestirip atıcı olmaktan özellikle kaçınan, akla yakın görünen birtakım yanıtlar vermek elbette mümkün. Zaten türün kendisi de, böylesi bir altın anahtarı daha başından elimize tutuşturuyor, bizi dogmatik olmaya karşı bir çeşit doğal zırhla kuşatıyor. Her bir kişide “insanlığın bütün halleri”ni gördüğünü söyleyen Montaigne, bir anlamda, kendimize sormuş olduğumuz bütün bu soruların yanıtını da en özlü biçimde vermiş oluyor. Evrensel insanı kucaklamak isteyen bu su katılmamış kuşkucunun belki de tek kuşkulanmadığı şey, insanın, bütün çeşitliliğine karşın, yeryüzünün her yerinde ve her tarihsel döneminde, aynı insanlık değerlerini paylaştığı ve yeryüzünde yaşarken ne elde etmiş olursa olsun, ayağında hep aynı ölümlülük bukağını taşıyor olması. Montaigne’i öteki ölümlülerden ayıran en temel özelliğiyse, onun dünya edebiyatında “kendi olmak” üzerine bir söylem geliştirmeye girişmiş, kitabının konusunu doğrudan doğruya “kendi olabilme” yaşamı üzerine kurmuş ilk kişi olması. Montaigne’in varoluşunu belirleyen en temel kaygının bu “kendilik” kaygısı olduğunu söyledikten sonra, ister politik isterse sınıfsal olsun insanın kendine giden yolda karşılaşabileceği kösteklerin sayısız çeşitlilikte olduğunu ve karşımıza hep bambaşka yüzlerle çıktığını söylemeye bile gerek yok. Onun yuva bellediği asli mekâna, çatı kirişleri üzerinde, Lucretius’tan Plutarkhos’a Romalı ya da Yunan çok sayıda antikite dönemi yazarının sözleri bulunan yarım daire biçimindeki kütüphanesinin bulunduğu şato kulesine, bir başka deyişle hiç de mecazi olmayan bu “fildişi kule”ye, ömrünün geriye kalan günlerinde belli bir “iç dinginliği”ne kavuşmak ve kendisinden başka hiçbir şeyle ilgilenmemek amacıyla çekildiğini biliyoruz. Ama gene kendi ifadesinden şunu da biliyoruz ki, bu gönüllü inziva, Montaigne’in zihninde, hayal bile edemeyeceği şiddette düşlemler yaratmaktan geri kalmamış ve bizler de, onun okurları olarak, ömrü boyunca hep ölçülülük vaaz edip aşırılıklardan kaçınmış olan bu yeniçağ hümanistinin düşünsel gelgitlerine, kendi iç limanındaki ruh fırtınalarına, tıpkı bir kurmaca karakterin merak uyandırıcı yaşam akışına kapılırcasına, keyifle ve bir o kadar da ilgili ve tutkuyla tanık olmuşuzdur. Şu var ki, kendine bu aşırı dikkat, Montaigne’in kişisel varlığında aslında pek de kayda değer bir şeyler bulamadığını söylemesinden dolayı, daha da ilgi çekicidir. Denemeler’in II. Kitabının VIII. Bölümünde aynen şöyle yazmaktadır Montaigne: “Kendimi başka her türlü biçimde tümüyle yoksun ve boş bulduğumdan, kanıt ve konu olsun diye, kendimi kendime sundum…” Sanırım, bu ifade, bir içtenlik ve alçakgönüllülük gösterisinden çok, kartezyen anlamdaki “yöntemli bir kuşku”nun gerekli kıldığı, zihne üzerinde odaklanabileceği bir alan açma çabasıdır.


Çünkü, Montaigne’e göre, imrenilecek erdemlerle donanmış olmasa bile, birçok bakımdan yetersiz olsa bile, kişisel bir “ego” hakkında doğru sözlülükle konuşabilmek, başlı başına bir değerdir. Montaigne, en iyi yaptığını sandığı iş bu olduğu için, kitabında salt kendi’nden söz edebilme cesaretini bulabilmiştir. Her ne pahasına olursa olsun korumaya çalıştığı bu yeti ya da karakter özelliği, yani onun kendi ben’i karşısında bir gözlemci konumundan hiçbir zaman kopmamaya çabalaması (présence à soi), bir başka açıdan, toplumsal idealler açısından bir olumsuzluk olarak görülebilse de –sözgelimi Montaigne, kendinden önce Bordeaux şehrinin belediye başkanlığını yapmış olan babasının kendini işine çok daha büyük bir feragatle adamasından hayranlıkla söz eder ve kendinde bu gücü tam anlamıyla bulamadığını belirtir–, evet, böyle bir görünüm sunsa da, hatta Montaigne bu feragat eksikliğinden hayıflanır bir tonda söz etse de, onun için aslolan, her koşulda kendi kalabilmektir. Diyebiliriz ki, Montaigne’le birlikte dünya edebiyatına yepyeni bir kavram daha girmiş olur: ben’in baş köşeye oturtulduğu ama temellerinin sürekli sorgulandığı bir içsellik. Montaigne, dış dünyadan uzaklaşıp kendini kitaplardan oluşan bir iç âleme kapatırken, binbir türlü haliyle tuzaklar barındıran ve insanın iç dinginliğini sarsan görünüşler dünyasına elinden geldiğince sırt çevirmeye çabalarken, eşzamanlı olarak, kendini incelemeye ve sorgulamaya koyulur. Aslı aranırsa, yeryüzünün sunduğu “görünüşler”in ötesinde ya da kökeninde herhangi bir hakikat olabileceği konusunda köklü kuşkuları vardır. Bir dönem Pyrrhon felsefesine bağlanmış bir kuşkucu olarak, görünüşlerden hem kaçan ama sonuçta onlara dönmekten de başka çare bulunmadığını gözlemleyen bir düşünür olarak, fenomenalist bakış açısının sınırlarından çıkmaya pek cesaret etmez. Deyim yerindeyse, kuşkulanma ediminden de kuşkulanır. Baktığımız her yerde bir süreksizlik, bir kesinsizlik, bir geçicilik vardır. Montaigne, daha derinde yatan bir hakikat var olabilse bile, bizim özüne hiç zaman erişemeyeceğimiz Tanrı’nın kendisinden başka bunu hiç kimsenin bilemeyeceğini söyler durur. Bizler, Stoacıların vaaz ettikleri gibi doğaya uygun yaşayıp haddimizi fazla aşmamamız, durum ne olursa olsun güçsüzlüğümüzü görmemiz gereken, sınırlı yaratıklarızdır. Akıl, bize ancak bir noktaya değin kılavuzluk edebilir. Montaigne’e göre, akıldan her şeyi beklemek, bir çeşit akıl putperestliği yapmak bir başka tür deliliktir. Montaigne, aşırılıkların değil, orta yolun adamıdır. Savunduğu da, bir çeşit Aristotelesgil “mesotes” (orta yol) ahlakıdır; karşıt uçlara gitmeyi değil, bu uçları uzlaştırmayı arar.

II. Kitap, XXX. Bölüm’de: “Gereğinden fazla uslu olmayın, uslu olmanın bile bir haddi vardır,” demekten kaçınmaz! Görünüşlerin bir öyle, bir böyle olması, Montaigne’i düşünce dünyasında kaçınılmaz bir “görececiliğe” götürmüş gibidir. Ona göre, mutlak olan tek şey, özünü hiçbir zaman bilemeyeceğimiz Tanrı’dan başkası değildir. Montaigne’in benimsemiş olduğu söz konusu “görececilik”, doğal olarak, onu her türlü düşünce dogmatizminin de karşısına çıkarır. Akıl her şeye hep iki yönünden bakabildiğine göre, bu yönlerden sadece birine saplanıp kalmaktaki inatçı bağnazlık, sağduyu sahibi bir insanın asla kabullenebileceği bir şey değildir. Kanımca, Montaigne’in XX. ve XXI. yüzyılların insanı için bıraktığı en önemli düşünsel miras, değerlerin bu “göreceliği” noktasında billurlaşırmış gibi görünüyor. Nitekim, bir XIX. yüzyıl filozofu olan Nietzsche de bu “görececilik” mirasına gönülden sahip çıkmış, Montaigne’in denemelerini okurken büyük bir “neşe” (Şen Bilim) duyduğunu dile getirmiştir. Keza, Montaigne, yaşarken “hüzün”den kaçmamız gerektiğini söylerken, Spinoza’nın bu konudaki benzer düşüncesiyle görüş birliği içindedir. XX. yüzyılın büyük düşünce kamplaşmalarıyla totaliter yönelimleri, herhalde Montaigne’in asla anlayamayacağı ve kabullenemeyeceği gelişimler olur, Montaigne insanları soykırım yapmaya değin götüren bağnazca düşünceleri, aklın kendine ettiği en büyük oyun olarak görürdü. Gerçi, Montaigne de, kendi yaşadığı tarihsel dönemde, belli bir ideolojik kampın yandaşıydı; Papalık güçlerine (La Ligue) karşı Kral’ı (Katolik III.

Henri ve Protestan IV. Henri) destekliyordu. Söz konusu siyasal muhafazakârlık, otoriteye mutlak anlamda boyun eğmeyi gerektiriyordu. Nitekim, I. Kitap’ın III. Bölüm’ünde kralın otoritesiyle ilgili olarak şöyle demişti: “Bütün kralların buyruğunu dinlemek boynumuzun borcudur; çünkü gördükleri iş gereği bunu bizden istemeye hakları vardır.” Ne var ki, aynı Montaigne, yersiz bir âdet gereği demokrasiyi eleştirse de, bu yönetim biçiminin doğruluğuna bizler kadar inanan bir kişiydi. Aynı bölümde, şunları da söylüyordu çünkü: “Atinalıların işlediği kanlı bir haksızlık hatırıma geldikçe, en tabii ve en haklı egemenlik olduğuna inandığım halk egemenliğine düşman olasım gelir.” Demek oluyor ki, onun yandaşlığını, bir ideolojiye körcesine bağlanmaktan çok, uzlaşmalara açık bir konumda, işlerin daha da kötüye gitmesini engellemeye çalışan, bu amaçla her iki tarafı da ustaca idare etmeyi bilen ve öncelikle de her türlü çatışmanın dışında kalmaya çabalayan barışsever bir toprak sahibinin tutumu olarak görmek daha doğru olur. Az önce aklın kendine ettiği oyundan söz ettim. Frankfurt Okulu’nun temsilcilerinden biri olan ve Akıl Tutulması başlıklı bir kitabın da yazarı olan Max Horkheimer, ne ilginçtir ki, Montaigne’in söz konusu içekapanış edimini iyi gözle görmeyen düşünürlerden biri olarak boy gösteriyor. Horkheimer’e göre Montaigne, bu içekapanış edimiyle “aktif bir hümanizm”in gereklerini yerine getirmemekte; insana ve hayvan türüne karşı ne denli iyi yürekli bir tavır sergilemiş olursa olsun, düşüncesini mantıksal olarak kendi iç dinginliği ve ampirik ben’in güvenliği üzerine odaklamaktadır. Acaba, Horkheimer, sözlerine kuramsal bir çerçeve vermeye çalışarak, Montaigne’in sonuçta benmerkezcilikten çıkamadığını, sözde hümanizminin de bir çeşit oportünizme açıldığını mı söylemek istiyor? Kanımca, Horkheimer’in söz konusu tarafgir yorumu, Jean Starobinski’nin Montaigne en mouvement [Devinim Halinde Montaigne, 1984] başlıklı yapıtında dile getirdiği gibi, açık bir anakronizm eleştirisiyle çürütülüp, Montaigne’in düşüncesi daha bütünlüklü bir şekilde ortaya konabilir. Horkheimer, apaçık bir şekilde, Montaigne’in yaşadığı XVI. yüzyılın tarih anlayışıyla çağdaş dönemin tarih anlayışını aynı kefeye koyarak okumaya girişiyor gibi.

Günümüzün totalitarizmlerine zemin hazırlayan Hegel’ci bütüncül Tarih anlayışı, hiç kuşku yok ki, XVI. yüzyıldaki Tarih’i salt art arda sıralanan bir olaylar dizisi olarak gören anlayışın çok uzağına düşüyordu. Dolayısıyla, Horkheimer’in eleştirisini, her fırsatta çıkarlarını kollayan bir çeşit burjuva bireyciliği olarak yorumlamak, Montaigne’in toplumdan uzak kaldığını ileri sürmek, bana da hiç de doğru bir yaklaşım gibi görünmüyor. Montaigne bir Katolik olarak yetiştirilmiştir ama, ölüm konusundaki aykırı görüşleri, onu bu dinsel kurumun geleneksel savunucularının gözünde, şiddetle eleştirilmesi gereken, son derece tehlikeli biri yapmaya yetmiştir. Sözgelimi, savunduğu sert kuralcılıkla ateşli bir Jansenist olan Pascal, üstüne basa basa, Montaigne’in “kendi ben’ini resmetmek gibi budalaca bir işe kalkıştığı”nı, ruhun ölümsüzlüğü fikrine karşı çıkmanın, insanda “korkusuz ve pişmanlık duymaktan uzak” bir kayıtsızlık halini esinlediğini, bunun da en büyük günah olduğunu söyler. Malebranche da, aynı çizgide, Montaigne’in düşüncelerinin güzel bir şekilde dile getirildiğini, ama temelde yanlış olduğunu vurgular. Cogito edimini temellendirirken Tanrı’nın onu asla aldatmayacağı postulatından yola çıkan Descartes ise, uslamlamalarında Tanrı’yı her türlü kuşkunun ötesinde bir ön gereklilik olarak ortaya koyarak Montaigne’e en azından tavır olarak uzak düşer. Montaigne Tanrı’ya inanmasına inanmakta, ama geleneksel dinler konusundaki kuşkuculuğu, onu neredeyse modern zamanların liberal bir agnostiğinin (bilinemezcisinin) benimseyeceği koşut bir tutumu benimsemeye götürmektedir. Ruhla bedenin birlikteliğini, ruh kadar bedeni de el üzerinde tutmamız gerektiğini söyleyen ve yaşamın hazlarını sonuna kadar tatmanın insanın en doğal hakkı olduğunu savunan Montaigne, belki de, en az bir XX. yüzyıl insanı kadar hedonisttir. Öte yandan, kanımca onu bize her şeyden çok yaklaştıran, özellikle, fanatizmler karşısındaki cesur ve sağduyulu duruşudur. Kısa bir süre önce keşfedilmiş olan Amerika kıtasında, İspanyol işgalcilerin altın elde etme uğruna ve vahşileri “insanlaştırma” adına Amerika yerlilerini katletmesini, yapılan bu soykırımları acı acı eleştirir ve yeni keşfedilen bu kıtanın daha önce Romalılar, Eski Yunanlılar ya da Büyük İskender tarafından, daha adil bir şekilde fethedilmemiş olmasına, adeta yerinir. Montaigne Denemeler’i kaleme almaya, bir başka katliamın, Katoliklerin Protestanlara karşı gerçekleştirdikleri ünlü “Saint Barthelémy Katliamı”nın meydana geldiği yıl olan 1572’den bir yıl önce, 1571’de başlamıştır. Bir Katolik olarak bu dile dökülmez vahşetten duyduğu nefreti ve tiksintiyi hayal etmek güç olmasa gerek. Montaigne’in denemelerini ailesi ve dostları için, onu daha iyi tanısınlar diye yazdığını biliyoruz ama, kim bilir, belki de bu içekapanma ve bundan böyle salt kitaplarla ilgilenme girişiminin kökeninde, bu tür katliamların da dolaylı bir etkisi vardır.

Montaigne’in bütün insanları kucaklamayı şiar edinen kozmopolitizmi, onun gönülden olduğuna inandığımız dünya yurttaşlığı, salt ulusçuluk fikri yüzünden tüyler ürpertici katliamlarına tanık olduğumuz günümüzün dünyasına, yüzyıllar ötesinden uyarı sinyalleri göndermeye devam ediyor. Ve işte bu yüzdendir ki, dış dünya tehlikesi karşısında aynı zamanda bir sığınma uğrağı olan “kitap”, bütün yanıltıcı görünüşlerin de bir aşılış amacıdır. Montaigne, “varlık” dediği erişilmez akışı, belki de en çok onlar aracılığıyla yakaladığını duyumsar. Dostluk ve aşk alışverişlerinden de daha kalıcı ve güvenilir bulur kitapları. Hiç okumadığı kitaplarını sıkıntılı bir gününde okuyabilme umudu bile fazlasıyla içini ısıtır. Diyebiliriz ki, Montaigne’in insana sürükleyici bir okuma keyfi veren şen tonu, sayısız çeşitlilikte konuya girip çıkarken düşüncelerini desteklemek amacıyla art arda antikite dönemi yazar ve düşünürlerinin sözlerini alıntılaması, kimi tarihsel olayları aktararak verdiği ya da özel yaşamına ilişkin olarak aktardığı ilginç anekdotlar, bu denemelerde veciz anlatımların yanı sıra gerçekten de ayrıntıların önem kazandığı bir üslup zenginliği yaratmış gibidir. Eğer Montaigne’in yaşadığı dönemde roman türü daha gelişkin bir yapıya sahip olmuş olsaydı –sözgelimi Don Quijote’nin ilk cildinin ancak 1605’te yayımlanmış olduğunu anımsayalım– kanımca Montaigne bu türde de son derece çarpıcı yapıtlar ortaya koymuş olabilirdi. Beri yandan şu da bir gerçek ki, kendi benliği üzerine böylesine yoğunlaşmış olan Montaigne sevip saydığı babası Pierre de Montaigne ile can dostu Etienne de la Boétie dışında, aile üyeleriyle yakın çevresinin yaşamlarından, değil bir romancının, bizim ondan bekleyebileceğimiz kadar bile söz etmez. Sözgelimi, tam altı kızı dünyaya gelip çok küçük yaşlarda ölmelerine karşın –bir tek 1590’da evlendirdiği, ikinci kızı Léonor hayatta kalır–, evet, Montaigne bu konuya hiç değinmez de bir oğlunun olmamış olmasına yazıklanır. Gerçi, bir yandan erkeklerle kadınların aynı kalıptan çıktıklarını, gelenekler ve eğitim dışında onları birbirinden ayıran hiçbir şey olmadığını söyler ama, bir yandan da kadınların erkek parasıyla sahip oldukları süs takılarından ve aylaklıklarından yakınır ve bu tutumuyla günümüzün feminist okurlarının pek de iyi gözle görmeyecekleri kesin olan geleneksel bir cinsiyetçiliğin sözcüsü gibi görünür. Ve tüm okumalarımızın sonunda, Michel de Montaigne’le, yani kolalı beyaz yakalığının üzerinden bizlere hâlâ nüfuz edici bakışlarını yönelten bu XVI. yüzyıl düşünürüyle bir yol ayrımına gelip, ondan farklı bir doğrultuya saptığımız temel bir nokta da yok değil: Bizler görüntüler ve simülasyonlar çağının insanları olarak, Montaigne’in “maskelerimizi ne pahasına olursa olsun çıkarma, hatta hiç takmama” çağrısını, acaba ne derece ciddiye alabiliyoruz? Ciddiye alma çabamızda kendimizi ne denli aldatıyoruz? Bir kere, gerçek anlamda “çıplak” kalabilmek, bir başka deyişle sahih yaşantılarımızı korkmadan sergileyebilmek konusunda onun kadar gözü pek olmadığımız kesin. Siyaseten doğruculuğa belki onun kadar eğilimliyiz, ama yine de onun kadar çıplak değiliz. Yoksa bizler çıplaklığı –o dönemlere göre pek de güzel becerdiğimiz gibi– salt, giysilerimizi üzerimizden çıkarmak olarak mı, fiziksel bir soyunup dökünme olarak mı anlıyoruz? Şu var ki, özel ve mahrem yaşamlarımızı en ince ayrıntılarına kadar sergilemek hiç kuşkusuz bizi daha çıplak kılmıyor, çünkü Montaigne’in anladığı doğru sözlülülük kışkırtıcı bir içtenlik gösterisi değil, gerçek anlamda kendi kalabilme çabasıydı. Kendi olabilme uğruna verilen çileli bir çaba, uğrakları her an yeni anlamlarla donanan sürekli bir devinimdi.

Jean Starobinski’nin yukarıda andığım Devinim Halinde Montaigne başlığını taşıyan derinlikli kitabı, bizlere onun izinden gidip gitmeme konusunda çok güzel bir uyarıda bulunuyor. Sayfa 446’da şöyle diyor Starobinski: “Montaigne’e karşı savaş açmadıkça (bu konuda Valéry, ilk kez olarak, Pascal’le görüş birliği eder) yorumcu için, Montaigne’in sözünü başka bir çağın terminolojisi içinde hep fazla basitleştirici ve fazla sistematik bir tarzda yeniden formüle ederek bu sözün değişken bir uzaklıkta dümen suyunda gitmemek kolay değildir.” Evet, Montaigne bizden gerçek anlamda “çıplak” kalabilmeyi talep ediyor. Ve onun sözünün dümen suyunda gitmemek de, bu sözün büyüsüne kapılmamak da zaten pek o kadar kolay değil.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir