Sibel Özbudun – 8 Mart’tan 8 Mart’amı

Bir kitaba Sonsöz’le başlamak alışageldik bir uygulama değil, biliyorum;ne ki bunu iki nedenden gerekli gördüm.İlkin,bu yazı gerçekten de,kitapta yeralan yazıların sonuncusu. İkinci olarak ve daha önemlisi ise,gerçekten de, “Kadın” konusundaki üretimimin,en azından uzun bir süre için sonuncusu oluşturacak. Neden böyle? Bir kez”rant” yemeyi sevmiyorum. Yayıncım bana bu konuda şimdiye dek yaptığım çalışmaları toplu olarak değerlendirme önerisini getirdiği zaman .öncelikle bu nedenden dolayı irkildim.Yazılan yazılmış, bitmişti bana göre.Ve kendi kapasitem çerçevesinde söylenebilecek herşeyi söylemiş sayıyordum kendimi. Bunları yeniden (tabiri yerindeyse bir “Toplu Eserler” biçiminde) ısıtıp okura sunmak düşüncesi beni yadırgattı dahası, ürküttü. Buna kendimi yeterli görmüyordum hâlâ da görmüyorum. Ne ki, yayıncımın bu görüşe, konu üzerinde çalışan genç araştırmacıların (değer görürlerse) geniş sayılabilecek bir zaman dilimi ve yayın spektrumuna dağılmış yazıları bulmada çekeceği zorlukları işaret ederek itiraz etmesi, bir ölçüde ikna olmamı sağladı. Ancak, bu hevesle yıllardır arşivimde tozlanaduran yazılarıma yeniden gözatma durumunda kalmam, daha da ikna edici oldu. “Gökyüzünü.fethe çıkmış” o yirmi yaşındaki genç kadının görüşleri altına hâlâ imza atabilecek olduğumu görmem, ne yalan söyleyeyim, beni kıvandırdı. Bu kişisel, “redrostpektif”, ülkemizin kendi geleceğini kendi elleriyle inşa etmeye kararlı genç kadın kuşağına, ola ki düşünsel birikim/pratik deneyim aktarma kanallarından birini oluşturur.


Yine de, ‘rant’ yemeyi sevmediğimi bir kez daha vurgulayayım. Yirmi yıl boyunca, aklımın erdiği, soluğumun yettiği ölçüde ‘Kadının Kurtuluşu” perspektifleri konusunda kalem oynattım. Sözlerimin bir içsel tutarlılık sergilemesi, önde gelen kaygım oldu. ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ‘Yükselen Değerleri’ ne rağmen, Marksizm’in insanlığa karşı karşıya bırakıldığı Yeni Barbarlık (Dünya kaynaklarının emperyalist odaklarca son kertede yağmalanması, uç noktasına varmış silahlanma, kâr uğruna hayat ortamının giderek yokedilmesi, bilgilenmenin, dolayısıyla katılım kanallarının medya tekellerine teslim haedilişi, tekelleşmenin görülmemiş bir yoğunluğa ulaştığı bir dönemde halkların etnik, ulusal, dinsel ve mezhepsel temelde atomize oluşu…)’a karşı varolma mücadelesinde temel yönelişleri sağlayabileceğini düşünenlerdenim hâlâ. Kuşkusuz, bir doğma, bir şablon olarak değil, yaşamın karşımıza çıkardığı sorunları çözümlemede canlı, yaratıcı bir ‘yöntem’ olarak ele alındığı ölçüde. Altmış yıllık sosyalizm deneyiminin içi boş sloganlarla ‘çözüldüğünü varsayarak’ yanıtlanmamış bıraktığı sorunların sistemin çöküşünde nasıl etkin bir rol oynadığına yakın bir geçmişte hep birlikte tanık olduk. Bu tanıklığın acısı, ülkesi, toplumu ve giderek dünya için sömürüsüz, aydınlık bir gelecek düşleyenlere bundan böyle yaşam boyu yolgöstericilik etmelidir, bence. Kişisel olarak, ‘Yaşasın!’ ve ‘Kahrolsun!’ culuk ucuzluğundan, daha o yaşlarda (üstelik bu yaklaşımların en geçer akça sayıldığı bir ortamda) uzak durma, olay ve olgulara olabildiğince bilimsel bir çerçeveden yaklaşabilme çabası, dedim ya, beni kıvandırdı. ‘Kadınlık durumu’ konusunda artık -en azından bir süre- yazmama, ve/veya bu konudaki pratik çalışmalara katılmama kararı almamın bir nedeni bu konuda ka­ pasitemi doldurmuş, söyleyebileceklerimi söylemiş hissediyorum. Bundan sonra söyleyeceklerimin/ yapacaklarımın ‘tekrarın tekrarı’ olacağı kaygısını taşıyorum. Bu da, ilk elde, yukarıda söylediklerime ters düşmek olur, diye düşünüyorum. Tabii şunu da vurgulamak gerekiyor: Bu konuda ‘eylemsizlik’ kararı almamın bir gerekçesi de, konunun, medya kanalıyla -bir hayli sulandırılarak da olsa- ‘Popülarize’ edilmiş olması. Artık herkesin bu alanda söyleyecek bir sözü var: Nevzat Ayaz’dan Hülya Avşar’a dek. Tüm bu ‘kadınlık durumu konusunda son 20 yılın emeğini sansasyona dönüştürme’ farsında, ülkemizin kent, kasaba ve köylerinde yetişen, bilgi, yetenek ve yetilerini geliştirmeye kararlı, iktisadî-toplumsal cinsel bağımsızlığına sahip çıkan kişilikli, özgüvenli, üretimci genç kadınlar kuşağının deneye-yanıla da olsa kendi yolunu açma çabaları, kuşkusuz bu emeğe ucundan bucağından katılmış her birimiz için heyecan verici. Umarım kalıcı, belirleyici olan da bu özlem ve çabalar -kimbilir, belki bu özlem ve çabaların nesnelleştirdiği yığınsal bir örgütlenme- olur.

Ancak, kişisel olarak, Kadının Kurtuluşu’nun Sosyalizm’in perspektiflerinden ayrı düşünülemeyeceği kanısındayım. Sınıflı toplum (bugünkü biçimiyle kapitalizm) içinde gerçekleştirilebilecek -ve gerçekleştirilen- düzeltim ve uyarlamaların her kadının yaşamla ve içinde yaşadığı ortamla temel çelişkisini oluşturan ataerkillik’i inkara uğratmada yetersiz kaldığını/ kalacağını düşünüyorum. Bundan düzeltim girişimlerine karşı olduğum anlamı çıkartılmamalı kuşkusuz. Ne ki, günümüz ikliminde, ‘Kadın Sorunu’nu sistemle .bağıntılarından kopartarak (daha doğrusu sistem içinde) ele alma eğilimi ağır basıyor. Biraz açımlayayım: 1995 Türkiyesi’nde iki kadın ’modeli’nin ön plana çıktığı gözlemleniyor. Biri gelenekçi güçlerin yüceltip güzellediği, ‘cefakâr eş, fedakâr ana, evinin direği, iffetli kadın’ modeli, diğer ise ‘girişimci, özgür (?) ruhlu, şık, zarif, hırslı, yarışmacı, tuttuğunu kopartır, zeki, dişiliğinin bilincinde, Megatrends kadım’ modeli. Aslında birbirini dıştalayan modeller değil bunlar, hatta ‘globalleşme’ yolundaki Türkiye’de, birbirlerini varettikleri, biribirlerini bütünledikleri söylenebilir. ‘Büyük Uzlaşma’ bu iki modeli Türkiyeli kadına sunan iki sermaye kesimi arasında biçimlendirilmiyor mu? Bir yanda Arap sermayesiyle bütünleşmiş İslâmî gelenekli, yayın tabiriyle ‘takkeli liberaller’, diğer yanda Batı tekellerine göbekten bağlı, globalleşmeci, Batıcı, ‘Bond çantalı, Rolex saatli’ yüppie’ler. Bu iki kesim arasında biçimlenecek ‘Tarihsel Uzlaşma’ ortamında rollerden ilki alt, İkincisi ise üst sınıf kadını için biçilmekte genel hatlarıyla. İletişim araçlarının, buradaki işlevi ise, en üstünkörü bir bakışla dahi göze batar durumda. Birbirlerinin alternatifi olarak sunulmaları, ‘kimlik’ arayışındaki Türkiyeli kadının önünde, üçüncü bir olasılığını perdeliyor. Üçüncü alternatif, bir başka iklimle, bir başka toplumsal sistemle ilintili. Yıllardır savunucuları arasında benim de yer almaktan onur duyduğum, toplumun ve dünyanın sorunlarıyla yakından ilgili, üretimci, dayanışmacı, katılımcı, yaşamı üzerinde hiçbir kişi ya da kurumun denetimine izin vermeyen bir kadın tipi bu. Ülkemizde özellikle son yıllarda başvermeye başlayan, ‘kendini geliştirmeye istekli, çalışan, siyasal gelişmelere ilgi duyan, kişilikli olmaya değer veren’ çok sayıda genç kadının varlığı böylesi bir oluşuma uygun bir zemindir üstelik.

Ne ki böylesi bir kadın tipi, ancak toplumsal mücadeleler içinde biçimlenebilir, kanısındayım. Daha açık bir deyişle, sosyalist düşünce ve önermelerin bu topraklarda yeniden prestij kazanmasıyla bunun mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bu düşünce beni ilgi ve çabalarımı başka bir alana kaydırmaya itti. ‘Kadın kurtuluşu’ konusunda bugüne dek Sözümü bitirmeden, kitabın adı konusunda bir açıklama getirmek istiyorum. Yazıları gözden geçirdiğimde, çoğunun dergilerin Mart sayılarına denk düştüğünü farkettim. Adettendir, 8 Mart dolayısıyla ‘Kadın’ konusunda söyleyecek bir sözü olmasını isteyen dergi yöneticisi dostlar benden (ve kuşkusuz eli kalem tutan diğer kadın arkadaşlardan) yazı talebinde bulunurlar. Ben, bir anlamda bir ‘8 Mart yazarı’ olmuşum demek ki. ‘Kadının Bağımsızlığı’ temasının 8 Mart’tan 8 Mart’a değil, yılın her günü insanlarımızın aklını meşgul etmesi dileğiyle. Sibel ÖZBUDUN Şubat, 1995 uçuş KORKUSU Y A D A HANGİ KADIN! Elimizde kadının evrensel (!) dramını anlattığı savıyla ortaya çıktığı ve yayınlandığı ülkede (ABD) hayli gürültü kopardığı, hayli reklamı yapıldığı anlaşılan bir kitap var. Adı: “Uçuş Korkusu”. Yazarı, Amerikan orta sınıf entelektüellerinden, oldukça “atılgan”, “gözüpek” bir hanım: Erica Jong. Kitap ABD’nin National Endomewnt for the Arts Vakfınca finanse edilmiş ve yazarın ilk romanı olmasına karşın, çıkar çıkmaz ülkenin “best-sellers”i (ençok satan kitaplar) arasına girmiş: Buna karşın, biz Türkiye’deki okur kitlesini ilgilendiren bir nokta var; o da, bu kitabın tam Türkiye’deki Marksistler tarafından ortaya getirilen “Türkiye’de kadın” sorununun toplumun çeşitli kesimlerinde tartışmaya girdiği bir dö nemde “özellikle kadınları ilgilendiren sorunları, kadının erkeği ve ailesiyle ilişkilerini, bir “kimlik” (altını biz çizdik) kazanma uğruna harcadığı çabaları büyük başarıyla, verdiği savıyla, ülkemizde büyük bir yayınevi tarafından piyasaya sürülmesi. Yapıtı bu açıdan irdelemeye çalışacağız. Daha önce de belirttiğimiz gibi: Erica Jong, tipik bir Amerikan orta sınıf entellektüeli. Yaşantısı (yapıtından anlaşıldığı kadarıyla) “kendine kişilik edinme” uğraşı içinde geçiyor.

Bunu, romanın kadın kahramanının çelişkili, tutarsız yaşamından kolaylıkla izliyoruz. Kahramanımız, kişilik bulma mücadelesinde, şiirler yazmaya çalışmakta, sayısını unuttuğu kadar erkekle yatmakta, evlenmekte, boşanmakta, ikinci evliliği sırasında karşısına çıkan bir başka erkekle kaçmakta… İşin acısı, bütün bunları “bağımsızlığını kazanacağı” inancıyla yapmaktadır. Hakim sınıfların televizyon / sinema reklamlarıyla, gazetelerle, kadın klüp / dernekleriyle, evlilik danışmanları, psikologlar, ‘terapistler, psikanalistler aracılığı ile yaygınlaştırmaya çalıştığı “tipik Amerikan kadını”, “statükocu-tüketimci kadın tipi”ne şiddetle baş kaldırmakta romanın kadın kahramanı. Birlikte okuyalım: “… Bir erkeğin çocuğunu doğurmak düşüncesi ağırıma gidiyor. Erkek de kendi çocuğunu kendi doğursun. Ben bütünüyle benim olabilecek bir çocuk istiyorum Bana benzeyen, benden de üstün bir kız. O da kendi başına çocuk yapabilsin. Kadınların çilesi çocuk doğurmak değil, bir erkeğin çocuğunu doğurmak. Erkeğin adını taşıyan çocuklar doğurmak. Kadını – baştan atılmak istemiyorsa – hizmet etmek„ memnun etmek zorunda olduğu bir erkeğe, anne sevgisi ile bağlayan bir varlıktır çocuk.” Buna karşılık, kahramanımız ilk Marksistlerden olan dedesinin sekseninde siyonizmin (kendisi eski bir yahudi ailesinden geliyor) duygusallığına kapıldığını gözleyince tipik sınıfsal “uyanıklık – orjinallik” tavrını takınıyor, Marksizme dudak büküyor, onu” fanatik dindarlıkla” eş tutuyor. İşte roman kahramanının dolayısıyla Erica Jong’un yanılgısı da tam burada başlıyor. Elinde “sınıflar” kıstasını tutmadığı için kadının (genelde sınıflı toplumda, ■ özelde kapitalist toplumda) iki kat ezilip aşağılanmasının nedenlerini araştırırken sürekli olarak (tabir yerindeyse) “pusulayı şaşırıyor.” Kendi çelişkilerinin, korkularının nedenlerini içinde yaşadığı toplumun maddi şartlarında, yani mülkiyet ilişkilerinin sınıflı toplumun getirdiği yabancılaşmada arayacağı, insan ilişkilerinin davranışlarının sosyal temeline ineceği yerde “öz”e gitmek yerine “görünüşle ilgilenmeyi yeğ buluyor. Kuşkusuz ne kadın kahramanımızın, ne de Erica Jong’un bu çözümlemeleri, batı dünyası için bir yenilik getirmekte.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir