Sibel Özbudun – Antropoloji Gözüyle

Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazılarimn birinci baskısı, doğrusunu isterseniz pek de beklemediğim üzere tükendi. Kitabın seslendiği tema, bir başka deyişle sınıf ile kültür/kimliği birlikte sorunsallaştırma gereksinimi güncelliğini yitirmek bir yana, hızlı ve yakıcı bir tarzda anaakım medyanın dahi merkezine yerleştiğinden, yayıncım sevgili Mustafa Çoban’ın ikinci baskı önerisine “hayır” diyemedim. Evet, işçi sınıfı küresel ölçekte “geri dönüyor”. “Geri dönüyor” ifadesi, lafın gelişi elbette; aslında bir yere gittiği filan yoktu. Sosyalist dalganın gerilemesi ile dizginsiz kalan neo-liberal tasallut karşısında, geri çekilmişti yalnızca: merdiven altlarına, ter atölyelerine, hane içine, serbest ticaret bölgelerine, kırsala, yoksul Güney ülkelerine… Geri çekilmiş, örgütsüzleşmiş, ucuzlamış, taşeronlaşmış, güçten düşmüştü … Ama aynı süreç içinde çapı inanılmaz ölçüde genişledi: çocuklar, kadınlar, beyaz yakalılar, teknokratlar, akademisyenler, marj inal (leş tirilmiş) etnik grup mensupları… neo-liberal kapitalizm özelleştirmeler ve sağlık hizmetlerinden eğitim kurumlarına, sanat galerilerinden spor kulüplerine, tüm kurumların piyasa mantığına teslim olması aracılığıyla yaşamın tüm alanlarına nüfuz ettikçe, emekçilerin saflarına katıldılar, katılıyorlar. Bugün sürekli ya da part-time, kadrolu ya da sözleşmeli ÜLTetlı1erin sayısı küresel ölçekte 2 mı1yarı (dünya nüfiısunun %351) aşmıştır! 7 İşin vahim yönü, bir o kadar da emekçinin de “kırılgan” olarak değerlendirilen işlerde, yani kaçak veya informel sektörlerde ya da aile işçisi olarak çalışıyor olmasıdır. Bir başka deyişle, işsizlen’ de kattığımızda, dünya nüfi.ısunun %70’den fazlası, ”zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olma yanlar”ın saflarındadır. Dunım Türkiye için farklı değil (İşsizler daJıil) istihdam edilen nüfusun yarıdan fazlası (%63) “işçi sınıfi” kapsamı içinde yer almaktadır. 1 Ama bu “yeni” işçiler, Ekim Devrimi günlerinden bellediğimiz, şalteri indirdiğinde hayatı durduran, meydanlara indiğinde patronların yüreklerine korku salan, tepeden tırnağa örgütlü, kavga içinde pişmiş, mücadelelerden damıtılmış sınıf bilincini atadan evlada aktaran “sınıf” imgesinden çok uzaklar. 20. yüzyılın ilk yarısının emekçilerine göre, çok daha fazla kadın, çok daha fazla çocuk, çok daha fazla etnikler onlar … Artık pek azı binlerce işçiyi istihdam eden fabrikalarda çalışıyor. Çoğunluk, dediğim gibi, merdiven altlarında, ter atölyelerinde, hane içinde, serbest ticaret bölgelerinde, market zincirlerinde, ofislerde … ya da en kırılgan kesim olarak sokaklarda, taşeron, kaçak, informel olarak çıkarmaya çalışıyor ekmeğini. İçlerinden sendikacılarla, sosyalistlerle, devrimcilerle tanışıklığı olanlar� ya da bir sol bildiriye göz atmış olanlar yok denecek kadar az. Gerek örgütsüz, dağınık, geçici, kırılgan çalışma koşulları, gerek çokparçalılığı/çok-katmanlılığı, gerekse sürekli “en alttakiler”i, en kırılganları kapsayacak tarzda genleşmesi, işçi sınıfını, “sınıf” olarak davranmaktan alıkoyuyor.


Buna “sınıf bitti, kimlik verelim!” yollu postmodernist ezberin (caydırıcı!) etkisini eklediğinizde, kültürel ile sınıf salın birbirini dışlayacak tarzda karşı karşıya konulduğu bir zihinsel iklim hikim kılındı nicedir … Evet, “onlar” çokça zamandır işçiler, emekçiler vb.ler olarak değil, “Kürtler”, “yerliler”, “kadınlar”, yoksullar”, “marjinaller”, “dışlanmışlar”, “Aleviler”, “kaçak göçmenler” vb. olarak yaftalandılar hem iktidarların, 1 DİE verilerine göre 1988’de Türkiye’de ücretlilerin sayısı 7,2 milyon kadardı, yani tüm istihdamın %40 kadarı. 20ll’e gelindiğindeyse bu oran, 15,3 milyon işçiyle %63’e ulaşmışa. Bkz. Yıldırım Koç, “Türkiye’de İşçi Sınıfı ve İşsizlik”, http://www.yildirimkoc.eom.tr/ usrfile/1332452886a.pdf. 8 hem de iktidar muarızlarının dilinde. Böylelikle birer “kültürel kimlik”e indirgeniyor, kültürel olarak davranmaları beklentisi içine yerleştirildiler. Sonra birden, “geri döndüler”. Daha doğrusu, birer kimlik, birer kültürel varlık olmalarının yanı sıra, yaşamlarını sahip oldukları tek potansiyeli, işgüçlerini satarak kazanan emekçiler oldukları ve neo-liberal kapitalizm koşullarında aşırı sömürü koşulları altında yaşa(tıl)dıkları keşfedildi. 21.

yüzyıl kapitalizminin birbiri ardı sıra patlak veren mali-iktisadi krizleri nasıl Marx’ın hayaletini geriye çağırdıysa, yeni vahşi kapitalizm koşullarının, maliyeti sürekli daha da geri çekerek kar oranlarını yükseltebilmek adına çalışan yoksulluğuna, yetersiz beslenmeye, taşeronluğa, sözleşmeliliğe, silikozisten, karbon monoksitten, yüksek voltajdan yanarak, boğularak, çürüyerek kitlesel ölümlere mahkfun ettikleri olarak yeniden adlarından söz ettirmeye başladılar. (Soma’daki madenci katliamının ardından tüm bir anaakımın nasıl da “işçici” kesildiği unutulabilir mi?) Şurası unutulmamalı; günümiın:Je işçi-emekçi, adalelı’ koDan, gümrah b�vıldan, sıkılı yumruğuyla sevdiğimiz soyut imge değildir. Bilincinde olsun olmasın, bir sınıfi, ama aynı zamanda bir cins�yetı� bir yaş grubu, bir ulusal aidiyeti ve bir emik kimliği vardır. Ve bu kimlikler artan ölçülerde onun sınıfsal aidiyeti içine karılmaktadır. Toplumsal-kültürel hiyerarşiler, neo-liberal emek piyasasında işçilerin çıplak ve giydirilmiş ücretlerine, onların kadrolu-sözleşmeli-informel statülerine, tam-zamanlı/yarım-zamanlı istihdamlarına “girdi” oluşturuyor: Ne kadar Kürt (ya da diğer azınlık/ezilen kimliklerden), ne kadar kadın, ne kadar genç, ne kadar göçmen o kadar düşük ücretli, o kadar güvencesiz, o kadar taşeron, o kadar informel… Şu halde sınıfı kimlikten, iktisadiyi kültürelden soyutlamanın yolu yok. Bunları birbiriyle karşı karşıya getirmenin sömürülenler ve/veya ezilenler açısından ilerletici olmadığı, olamayacağı da her geçen gün biraz daha aşikarlaştığına göre, hepsini birlikte ele almayı öğreneceğiz çarnaçar … Bu kitapta yer alan yazıların çoğu bu amacı güdüyor: sınıf ile kimlik arasında aşılmaz bir uçurum, ya da bunların çatıştırılmasını olanaklı kılacak bir tezat olmadığını, bu “kabul”ün post-modernist bir çarpıtmadan ibaret olduğunu, tersine, özünde yaşamın her alanını piyasaya entegre etme ve emeği alabildıgine ucuzlatma teşebbüsünden başka bir şey olmayan 9 neo-liberal kapitalizmin her ikisini, kopartılmaz bir biçi111de nıeczettiği fikri çevresinde toplanıyorlar. Ve “posmıodern analitiğin” ayrıştırdığını yeniden birleştinnenin yoDarını araştırıyorlar. Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Ki111lik Yazılarlnın elinizdeki ikinci baskısına, çoğu bu tema çevresinde dönen yeni yazılar eklendi. Özellikle 1. Ayırım’a eklenen yazılar, sınıf ile kimliğin nasıl bir arada ele alınabileceğini, hem kavramsal hem de pratik düzlemde ele alan yazılar. Kitaba eklenen bir başka yazı kümesi ise, III. Ayırım’da, “Antropoloji Gözüyle” bölümünde yer alıyor. Daha çok, yukarıda sözünü ettiğim sorunsal çerçevesinde, “kültür( el)-kimlik” odaklı antropolojiyi, sınıf-temelli bir sosyalist praksisle yeniden temasa geçirme kaygısını taşıyan yazılar. Ekonomi-politiğe kültürel, kültüre ekonomi-politik bir perspektifle bakmayı salık veren bir dizi deneme. Antropolo;i· Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazılarlnın bu eklemelerle daha bir tamamlandığı, yazarıyla aynı kaygıyı paylaşan okurlar için daha bir doyurucu hfile geldiğini umuyorum.

Umuyorum, çünkü bu kaygı nihayetinde, küresel neo-liberal kapitalizmin yaşamlarımızda, postmodernist ideolojinin ise zihinlerimizde açtığı gedikleri, kimliklerimizle sınıfsal aidiyetimizi bağdaştırıp her ikisini de çağdaş küresel eşitsizlik ve adaletsizlik cehenneminin üstesinden gelme mücadelesine katarak sağaltmayı hedefleyenlerin ortak kaygısıdır. 10 Sibel Özbudun, Ankara, 6 Haziran 2014. ÖNSÖZ: COGRAFYANIN KİLİTLERİNİ AÇMAK “Sevmek bu dünyayı çerden çöpten Sevmek bir zerresini ziyan etmeden Sevmek durup dinlenmeden sevmek.” (Bedri Rahmi Eyüboğlu) Aramızda yabancı yok, o halde itiraf edebilirim. Bir konu üzerinde odaklaşıp hedefe kilitlenen, bir sorunu alıp enine boyuna deşerek onun üzerinde uzmanlaşmasını becerebilen ‘bilim inanları’ndan değilim. Gazetede okuduğum, dolmuşta kulak kabarttığım, ekranda gözüme çarpan herhangi bir şey birden onulmaz sandığım biçimde yaralıyor beni. Apansız, “dünyanın en önemli konusu” oluveriyor. Ve onu irdelemek, yeryüzünün en acil işi haline geliyor. Merhum babam ‘maymun iştahlı’ derdi bana. Ola ki doğrudur. Ama tüm yaşamını, ne bileyim, “şempanzelerin sosyal davranışının incelenmesine” hasretmeye çağıran bir bilim anlayışı oldum olası ters geldi bana. Aşırı uzmanlaşmanın, incelenen konunun diğer (insan) ilişkilerinden yalıtlanması riskini taşıdığını düşündegeldim ta üniversite yıllarımdan beri … Ucundan bucağından merak edip de kurcaladığım konuların süreç içerisinde birbirleriyle hayret verici ilintileniş tarzı, aklımda tedrid olarak bir ‘toplumsallık’ imgesinin ve anlayışının biçimlenmeye başlayışı ise, ödülüm oldu … Üstelik geri dönüp baktığımda, merak ettiklerimin, üzerinde uğraştıklarımın birbirinden çok da uzak konular olmadığına, bir çeşit, zeitgeisfın önümüze koyduğu paradigmatik sorulara çeşitli veçheleriyle yanıt arama faaliyetini oluşturduğunu fark ediyorum. 11 Misal: Neo-liberal iklim ve onun zeitgeisfı postmodernizmin en kapsayıcı şiarlarından biri, “Smıf bitti, kimlik verelini’ oldu, bu son yirmionız yıldır. Sınıf kavramı, artan ölçülerde teknikleştirildi, işyerine değgin bir konumlanışa indirgendi. Eh küreselleşme ‘işyeri’ni deteritoryalize edip, bizatihi ‘mekan’ kavramını yapıbozumuna uğrattığına göre, ‘mekansal bir kategori’ olarak ‘sınıf’ da ilişkinsizleşmekteydi.

Oysa kimlikler öyle mi; onlar esnekti, sonsuza dek bölünebilirdi, bağlamsaldı, müzakereye açıktı, özgürleştiriciydi; kısacası, ‘suçlar’ın (yoksulluk, çevre, yabancılaşma, mafyatik pratikler, ırkçılık … ) çoğalırken faillerin meçhulleştiği günümüz dünyasını çözümle(me)meye en uygun kavramsal araçlardı. Böylece yasaların emekçi sınıfların sendikal, sosyal ve iktisadi haklarını alabildiğine budarken, kültürel/etnik hakları genişletecek tarzda değiştirilmesi sürecine, sosyal bilimler dünyasında etnik, kültürel, dinsel, cinsel… söylemlerin çeşitlenmesi eşlik etti. Bu duruma yönelik tepkinin, “sınıf her şeydir, kimlik(ler) hiç!” tarzı bir başka topyekllnluk biçimini aldığını belirtmeye gerek var mı? Kimlik bizi mahvetmek isteyen emperyalizmin, hain dış güçlerin, ‘iç düşmanlar’la el ele vererek mütecanis toplumsal bünyemize zerk ettiği bir zehirden başka bir şey değildi! Bu fesada karşı tüm ‘zinde güçler’ uyanık olmalı, her türlü kimlik, kültürel hak tartışmasına var gücüyle karşı koymalıydı … Dumanı üzerinde faşizm ile ‘ulusal sol’un acayip evliliği! Bu görünürdeki açmaza ilk yanıt, yanılmıyorsam, neo-liberalizmin ‘sınıf’ kavramını belleklerden silme operasyonunu en “kör parmağım gözüne” bir umursamazlıkla uyguladığı Latin Amerika’dan geldi; daha doğrusu, neo-liberalizmin kendilerine ‘bahşettiği’ kültürel hakları, neo-liberal talana karşı sınıfsal mücadelede bir silaha dönüştürmesini bilen Latin Amerika yerlilerinden. Onlar, kültürel dağarcıklarını, ulus-devletlerine olduğu kadar, maddi ve tinsel kaynaklarına göz diken ve onları ‘etnik girişimciler’e dönüştürmeyi ‘özgürlükçülük’ sayan neo-liberal projeye ve çokuluslu şirketlere karşı toprak ve özgürlük mücadelelerinde yeniden üretebildiler. Bu nedenledir ki bu kitabı oluşturan yazılar, bir ‘sav’ ve bir ‘ilgi’ etrafında toparlanıyor: ‘Kimlik’ ile ‘sınıf’ arasında aşılmaz bir uçurumun ol12 nıadığı, her ikisinin birbirini besle(yebil)diği ve insanlığın kadim düşü ‘Özgürlük’ ve ‘Eşitlik’in ya da özgürlükçü bir eşitlik içerisinde kardeşleşmenin, hem farklılık hem de birliği vazgeçilmez sayan bir yaklaşımdan, bir başka deyişle kimlik ile sınıfı bağdaştırabilmeden geçtiği savı; ve bu savın argümanlarının gözlemlenebileceği Latin Amerika toplumsal muhalefet hareketlerine ilgi … Bu sav ve bu ilginin, ‘kimlik/sınıf’ açmazına kıstırılmaya çalışılan bu coğrafyanın kilitlerini açmada işlevsel olabileceği kanaatindeyim. Bence bu nedenledir ki, üzerlerinde düşünülmeyi hak ediyorlar …

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir