Çin’de MÖ. 2697’de Huang Ti döneminde Çin askerleri savaşa hazırlık amacıyla “Tsu Chu” adlı bir oyun oynuyorlardı. Çinliler, o günlerde farkında olmadan futbolun temelini atıyorlardı. Yıllar sonra 1863’te yılında Londra Queen Caddesi’ndeki Free Ma-so’nun meyhanesinde bir araya gelen 11 ingiliz, İngiltere Futbol Fede-rasyonu’nu kuruyordu. Futbol, milyonları peşinden sürüklemeye başlayınca siyasete alet olmaktan da kurtulamayacaktı: İspanya diktatörü Franco ‘Yüz bin kişilik bir uyku tulumu yapın’ dediğinde Real Madrid için Bamebeau Stadı yapılırken, Arjantin’de Videla ve Portekiz’de Salazar da aynı taktiği uygulayacak ve tüm dünyada ‘3 F’den söz edilmeye başlanacaktı: Futbol, fiesta ve fado… Türkiye’ye futbolu getirenler de İngilizlerdi. 19. yüzyılın ikinci yarısında tütün ve pamuk ticaretiyle uğraşan İngilizler yaşadıkları liman kentlerinde takımlar kurup futbol oynamaya başladılar. Bu “büyülü oyun” kısa sürede Türklerin de ilgisini çekecekti. Türkler de İngilizlerle birlikte top peşinde koşmaya başlayınca saray “Ne oluyor orada!” diyerek olaya el koyacak ve Müslümanların futbol oynamalarını yasaklayacaktı. Abdülhamid, her şey gibi futbolu da yasaklamıştı. Türkiye’de futbolun kitlesel özelliğini ilk fark eden İttihat ve Terakki Cemiyeti’ydi. Özellikle Talat Paşa meşrutiyet yıllarının en güçlü takımı Fenerbahçe’yi kontrol etmek için büyük çaba harcayacak, ama başarılı olamayınca Altmordu adlı yeni bir takım kuracaktı. Birkaç yıl öncesine kadar futbolun yasaklandığı bir ülkede gün gelecek futbol emperyalizme karşı bir silah olarak kullanılacaktı. Ve dünyada ilk kez bir futbol kulübü emperyalizme karşı başkaldıracaktı. %t«*$. 10 • SİNAN MEYDAN Mustafa Kemal Atatürk 3 Kasım 1918 Cuma günü yakın arkadaşı Sabri Bey’le birlikte Fenerbahçe Spor Kulübü’nü ziyaret etti. Bu ilginç ziyaretin anlamı birkaç yıl sonra çok daha iyi anlaşılacaktı. O ziyaretten kısa süre sonra emperyalist güçler Osmanlı’yı paylaşım planlarını uygulamaya koyup Anadolu’yu işgal edeceklerdi. Anadolu ateşler içinde yanmaktaydı: İşte o işgal günlerinde yine bir Mayıs günü Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Samsun’a çıktı. Ülke yoksul ve perişan, halk bitkin ve çaresizdi. Ordular dağıtılmış, silahlarına el konulmuştu. Mustafa Kemal yine de kararlıydı, yine de inançlıydı. Bu yokluk ve yoksulluk içinde 23 Nisan 1920’de Anadolu bozkırında TBMM’yi açarak yeni bir devletin temellerini attı. İşgalci güçleri Anadolu’dan atmak için olağanüstü bir mücadele içine giren Mustafa Kemal’in en önemli yardımalanndan biri de Fenerbahçe’ydi. İşte bu kitap, Türk tarihinin ya hiç bilinmeyen ya da unutulan bir sayfasına ışık tutmakta, Kurtuluş Savaşı, Fenerbahçe ve Atatürk ilişkisinin şaşırtıcı boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu kitapta, Anadolu’ya gizlice silah kaçıran, yorulmadan cepheden cepheye koşan, gizli örgütlerde ve istihbarat teşkilatlarında ajanlık yapan, en önemlisi de İstanbul’da işgal güçlerinin ve azınlıkların takımlarını darmadağın eden ve halkın moralini yükselttiği için İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington tarafından kapatılan Fenerbahçe’nin gizli tarihi anlatılmaktadır Bu kitapta, bir kulübün tarihi, bir liderin ve bir ülkenin tarihiyle paralel olarak işlenmektedir. Sarı Lacivert Kurtuluş, emperyalist kuşatmayla çevrilmiş bir ulusu kurtarmaya çalışan bir adam ve bir kulübün romanıdır. Bu kitabın ortaya çıkmasmdaki katkılarından dolayı Truva Yayın-ları’na ve özellikle genel yayın yönetmeni Burak Fazıl Çabuk’a ve yayınevi sahibi Sami Çelik’e teşekkürü bir borç bilirim. Sinan Meydan Başakşehir-2006 I. BÖLÜM BÎR LİDER, BİR ŞEHİR ve BİR KULÜP İstanbul 1899 Mustafa Kemal’in Selanik’ten bindiği vapur Boğaz’m sakin sularında hafifçe sallanarak İstanbul Galata rıhtımına doğru yaklaşıyordu. Yeni Cami’nin önündeki fesli sarıklı kalabalık rengarenk yamalı bir çarşaf gibi bir o yana bir bu yana dalgalanıyordu. Cuma Selamlığı’n-dan dönen Sultan İkinci Abdülhamid’in süslü saray faytonu biraz önce buradan geçmiş olmalıydı. Limonata satıcıları ve şerbetçilerin sıralandığı rıhtım önleri de bir hayli kalabalıktı. Galata Köprüsü’ne doğru koşturan sıbyan mektebi talebelerinin çığırtkan kahkahaları vapurun güvertesine kadar ulaşıyordu. Sirkeci yönünde genç bir çift yürüyordu yan yana: Kızın başında renkli şeffaf bir örtü, erkeğin başında ise yeni kalıptan çıkmış vişneçürüğü bir fes vardı. Yokuşa doğru üst üste yığılı duran kafesli ahşap evlerden birinin ikinci katının penceresinde, etli kollarını dirseklerine kadar sıyırmış bir Rum güzeli göğüslerini pervaza dayamış sokağı seyrediyordu. Aynı evin asma dallarıyla sarılmış yan cephesindeki dar sokak arasında iki kadın başlarını öne eğmiş, hızlı adımlarla yürüyordu. Sokağın hemen başında 7-8 yaşlarında, üstü başı toz içinde birkaç çocuk birdirbir oynuyordu. Bu tarihi şehir yaşlı impa12«SİNAN MEYDAN ratorluğun kalbi gibiydi. Osmanlı padişahları yüzlerce yıldır koskoca imparatorluğu bu şehirden yönetmişlerdi. Boğaz’ın maviliği, Halic’in gizemi, Topkapı Sarayı’nın gelenek kokan mütevazi ihtişamı, Kız Kulesi’nin yalnızlığı, gökyüzünü yırtarcası-na her taraftan yükselen ince ve uzun minarelerin görkemi genç Make-donyalı’yı şaşkına çevirmişti. Bu şehir hayal ettiğinden de büyüktü. İstanbul’la ilgili pek çok şey okumuş, pek çok şey duymuştu, ama yine de kafasında yuvarlandıkça büyüyen kocaman bir soru yumağı vardı. Mustafa Kemal, Galata rıhtımında vapurdan indi, elindeki siyah bavuluyla birlikte insan kalabalığına karıştı. Şaşkın ve yalnızdı. Akşam olmak üzereydi. Zamanın nasıl bu kadar çabuk geçtiğine bir türlü anlam veremiyordu. Genç Makedonyalı güneşin batışının bu kadar etkileyici olabileceğini daha önce hayal bile etmemişti. Denizin üzerinde beliren parlak kızıllık gecenin karanlığıyla birleşmek üzereydi. İstanbul’da gün batarken Mustafa Kemal sanki yeniden doğmuş gibiydi. Genç Mustafa geleceğini bu şehirde hazırlayacaktı. Yaşamının yeni bir aşamasının, yüksek öğrenim döneminin eşiğindeydi. Yıllardır bu günü düşlemişti ve şimdi o düşün gerçeğe dönüşmesinin mutluluğunu yaşıyordu. Mustafa Kemal 13 Mart 1899’da Pangaltı’daki Harp Okulu’na 1283 Apolet numarasıyla kaydoldu. Harp Okulu’nun öğrenci sayısı 900 civarındaydı. Genç Mustafa altı kısma ayrılan birinci sınıfın birinci kısmında okuyacaktı. Artık amacına ulaşmıştı; fakat karmakarışık duygular içindeydi. Ayrılık acısı, sevinç, hüzün ve özlem gibi duygular birbirine karışmıştı. Bu karmaşık duyguların yarattığı tedirginliği çabuk atlatan genç adam, iki ay içinde kendini tüm arkadaşlarına tanıtıp sınıfın çavuşu olacaktı. Okula yazıldıktan beş gün sonra şık üniformalarını giyinip, parlak kılıcını kuşanarak ilk kez İstanbul sokaklarına çıktı. Kendini bir anda Beyoğlu’nun göz kamaştıran güzelliğine kaptırdı. Gençlik hayallerinin 13 SARI LACİVERT KURTULUŞ buğusuyla adeta sarhoş olmuş gibiydi. Rengarenk ışık deryasında yıkanan Beyoğlu’nun büyüsü tüm benliğini sarmıştı. İstanbul, yüzyılın başında iki ayrı şehir gibiydi. Halic’in kuzeyinde Pera, yani Beyoğlu yükseliyordu. Burası daha çok gayrimüslimlerin yaşadıkları bölümdü. Güneyde ise Müslümanların şehri yükseliyordu. Limanın üstündeki Galata köprüsünden geçmek adeta bir dünyadan başka bir dünyaya ya da bir çağdan başka bir çağa geçmek anlamına geliyordu. Mustafa Kemal İstanbul’u gezerken sıra sıra dizilmiş minareleriyle, Sarayburnu üzerinde yükselen kasırlarıyla gittikçe yaşlanan yorgun bir şehirle karşılaştı. Şehrin özellikle Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı bu bölümü geçen yüzyılı, orta çağı yaşar gibiydi. Buralar tarih ve gelenek kokuyordu. Genç subay adayı bir an Selanik’in Müslüman mahallelerini hatırladı, hüzünlendi. Burada insanlar yüzyıllar öncesini yaşıyor, kapalı çarşılarda işleriyle meşgul oluyor, daha sonra da şehrin abidevi camilerinde manevi huzur arıyorlardı. Oysa ki İstanbul’un bir de Beyoğlu tarafı vardı. Burası birçok yönüyle Selanik’in coşkulu atmosferim yansıtıyordu. Geceleri parlayan ışıklarıyla burası bir cazibe merkeziydi. Tavernaların sıralandığı dar yokuşlar tıpkı Selanik kordon boyuna benziyordu. Binaların görünüşü İtalyan stilindeydi. Bu binalar aşağıdan başlar yukarılara kadar üst üste yığılmış gibi dururdu. Bazı sokaklar çeşitli çiçeklerle bezenmiş, hoş kokulu bahçelere açılırdı. Beyoğlu çağdaş görünümlü bir yerdi. Sokakta yakışıklı ve şık beyler, Ermeni ya da Rum bir terziye diktirdikleri alafranga takımlarıyla arz-ı endam ederdi. Kadınlar da onlardan aşağı kalmaz, renkli ipekten diktirdikleri süslü elbiseleriyle, güzel boyunlarım süsleyen parlak takılarıyla ve narin ellerinde adeta bir aksesuar gibi duran rengarenk şemsiyeleriyle aheste aheste yürürlerdi. Akşamüstleri yıldızlı lüks otellerin kapılarında madam ve mösyöler kol kola yakındaki bir kafeye ya da tavernaya giderlerdi. Buralarda orkestralar ince ruhlara hitap eden müzikler çalardı. Sokaklar süslü faytonlarla doluydu. Beyoğlu o dönemin eğlence merkeziydi; tiyatrolar, müzikholler,, kabareler, poker oynanan ve içki yudumlanan Fransız tipi klüpler dolup taşardı. Oteller Batı’daki benzerlerim aratmaz, lüks odalar, oyun 14 • SİNAN MEYDAN salanları ve Fransızca konuşan vestiyerleriyle zengin ve soylu müşterilerini ağırlardı. Beyoğlu yabancılara ait gibiydi. İmparatorluğun ve İstanbul’un en zenginleri de onlardı. Burada yabancılar asıl unsur, Müslüman Türkler ise azınlık durumuna gelmişlerdi. Modern Beyoğlu eski İstanbul’u esir almış gibiydi, Genç Mustafa Kemal bu duruma içten içe büyük tepki duyacaktı. Fenerbahçesi İstanbul’un akciğerleri Boğaz’m öte tarafmdaydı. Yeşilin binbir tonuyla bezenerek denize iyice sokulan Anadolu yakasındaki kıyı semtleri yeryüzü cenneti gibiydi. İstanbul’un Anadolu yakası; Allah’ın, yeryüzünü yaratırken kesinlikle ayrıcalıklı davrandığı eşsiz bölgelerden biriydi. 1800’lü yıllarda Fenerbahçesi Daha 1800’lerin sonlarında Boğaz’m Anadolu yakası Kalamış’ıyla, Caddebostan’ıyla Suadiye’siyle, Moda’sıyla adeta bir rüya beldesi gibiydi. Göz alabildiğine bomboş arsalarla yemyeşil çayırlara sahip bu yörede, adeta doğa insanları spor yapmaya çağırıyordu 15 »SARI LACİVERT KURTULUŞ Boğaz’m öte yakasının en güzel semtlerinden biri Fenerbahçe’ydi. Üzerinde Kafkas dağlarının altın sarısı, iri bal arılarının oynaştığı rengarenk çiçekler, kıyıdaki yosunlu taşlan döven denizin berrak sularına doğru eğilmiş sanki sudaki yansımalarım seyrediyor, iri gövdeli yaşlı çam ağaçları, yanı başlarında yeni filizlenmeye başlayan gencecik fidanlarla konuşuyor gibiydi. Onların bu tatlı sohbetlerine uzaklardan esen ılık bir rüzgar eşlik ediyordu çoğu kez. Fenerbahçe’de denizle sahil, iki kara sevdalıydı. Bu öyle bir sevdaydı ki dünyanın hiçbir yerinde deniz, sahilini Fenerbahçe’deki kadar sarıp sarmalamamış, dünyanın hiçbir yerinde deniz manzarasını buradaki gibi hovardaca ve sereserpe görücülerine sunmamış ve dünyanın hiçbir yerinde hiçbir deniz kenti, gönlünü çaldığı bireyleri ile böylesine hülyalı, böylesine sevdalı olmamıştı. 1935’te Türkiye’ye gelen İngiliz Veliaht 8. Edward, Moda’dan Fenerbahçe’sine baktığında adeta büyülenmiş ve genç veliahdın dudaklarından şu sözler dökülmüştü: “Aman Tanrım, bu ne güzellik! Tam on Londra’ya bedel. Antik Çağ’da İstanbul’u kuran Megeralılar önce Kalkedonia (Kadı-köy)’yı kurmuşlardı. Tanrıça Hire’nin tapınağını kurduğu Kalkedonia’daki kıyı bölgesi Heraion, binlerce yıl sonra Fenerbahçe olarak adlandırılacaktı. Marmara Denizi’ne zarif bir yelpaze gibi açılan bu yanmada tarih boyunca önce Antik Anadolu uygarlıklarının, sonra Pers, Makedonya, Roma ve Bizans imparatorlarının daha sonra da Osmanlı padişahlarının ilgisini çekecekti. Bizans İmparatoru Justinyanus, eşi Te-odora için burada çok görkemli bir saray yaptırmış, Bizans imparatorları ve Osmanlı padişahları Anadolu yönündeki seferlerinde konaklama ve dinlenme yeri olarak hep Fenerbahçe’yi tercih etmişlerdi. Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, 12 Mart 1562’de yayınladığı bir fermanla İstanbul’un Anadolu yakasının en güzel kıyısında bir fener inşa edilmesini istemişti. Bu fenerin bir gün milyonları peşinden sürükleyeceğini bilse kim bilir neler düşünürdü?!. Kanuni’nin fermanı gereği, İstanbul’un Anadolu yakasının en güzel yerinde fener inşaatı başlamıştı. Aylar sonra beyaz badanalı kule tamamlanmış ve ucuna da parlak ışıklı bir fener yerleştirilmişti. Artık ge16 • SİNAN MEYDAN çelerin yıldızlı karanlığında İstanbul’un en güzel kıyılarından birindeki bu fenerden denize düşen ışık parçacıkları ay ışığıyla rekabet etmeye başlamıştı. Bu tatlı rekabet, yerini zamanla müthiş bir uyuma bırakacaktı. Bağçe-i Fener Yerli yazarların “Bağçe-i Fener”, yabancı yazarların ise “Feneraki” dedikleri bu güzel kulenin bulunduğu eşsiz kıyı 16. yüzyılda “Fenerbahçesi” olarak adlandırılacaktı.
Sinan Meydan – Sarı Lacivert Kurtuluş
PDF Kitap İndir |