Tahsin Yücel – Aykırı Öyküler

Babamın, Ali Rıza amcamın, Zübeyde Halamın anlattıklarına bakılırsa, büyükbabam başöğretmen olmadan önce dünyanın en sessiz adamıydı. Üstelik çevresindekiler de kendisi gibi sessiz olsunlar İsterdi. Bu nedenle, akşamları, küçük masasının başına geçtikten sonra, babam, Ali Rıza amcam ya da Zübeyde Halam boş bulunup yüksek sesle konuştular mı kabasına iğne batırılmış gibi yüzünü buruştururdu hemen. Ama, kızgınlığını belirtmek için bile olsa, kolay kolay konuşmadığından, onun yerine babaannem el koyardı duruma: “Yavaş olun, babanız çalışıyor, biliyorsunuz,” derdi. Bilirlerdi, hep çalışırdı büyük babam: öğrenci ödevi düzeltirdi, pazardan pazara alınan Cumhuriyet gazetesini okurdu, düzeltilecek öğrenci ödevi bulunmadığı ve Cumhuriyet gazetesi tümüyle okunmuş olduğu zaman da çekmecesinden Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Hasan Ali Yücel’in parlak dergi sayfalarından kesilmiş imzalarını çıkarıp önüne dizer, gözleri hep bu kesikler üzerinde, ağır ağır bir Boğaziçi tüttürdükten sonra, kimi kez bir, kimi kez iki koca saat süresince, gittikçe daha işlek, gittikçe daha yetkin örneklere ulaşmak üzere, elinin altındaki boş kağıtlara bu şanlı imzaların yenilerini atardı, hem de öyle güzel atardı ki, örnekle öykünüyü birbirinden ayırmak nerdeyse olanaksızdı. Ge�e de bir türlü küllenmemişti büyükbabamın öykünü tutkusu, başöğretmenlik dönemine dek, aynı yoğunlukla sürüp gitmişti. Bu nedenle, babam bu konuya ne zaman dönse, “Ne Atatürk, 7 ne İsmet Paşa, ne Hasan Ali Yücel, hiçbiri kendi imzasını babam kadar atmamıştır; babam o yıllarda bir dünya rekoru kırmıştı,” demekten kendini alamazdı. Ama, hemen belirtmek gerekir ki, büyükbabam yalnızca üretilmişi yeniden üretmek için sürdürmezdi bu çabayı: ilk bakışta tümüyle anlamsız görünen bu işle birkaç saat oyalanıp arkalı önlü birkaç tabaka kağıt doldurduktan sonra, çekmeceden bir kağıt daha çıkararak hem bu üç imzadan birine benzeyecek, hem de kendi adına en çok yakışacak imzayı aramaya başlar, yani yaratıcı bir çabaya girişirdi. Kolaylıkla kestirilebileceği gibi, büyükbabam belki yüz kez bulmuştu gönlündeki imzayı. Ama bulmak en iyiyi aramayı bırakmak için bir neden değildi. Ayrıca, büyükbabamın tüm dinsel ve ulusal bayramlarda dostlarına, akrabalarına, başöğretmenine ve öğretmen arkadaşlarına armağan olarak yeni bir imza sunmak gibi köklü bir alışkanlığı vardı: sol alt köşesinde, kül rengi bir yıldız içinde, başında ay yıldızlı şapkası, omzunda tek demiri, göğsünde verev kayışı ve körüklü cepleriyle yedek subaylık fotoğrafı, ortasında kabartma harflerle işlenmiş adı bulunan, değişmez kartlarının arkasına, İncecik yazısı ve coşkulu anlatımıyla, “tebrik ve temenniler”ini döktürüp de altına yeni imzasını kondurunca, büyük bir görevi yerine getirmiş gibi, mutlulukla göğüs geçirirdi. İşin ilginç yanı, büyükbabam böyle uğraşırken, çevresine büyü gibi birşeyler yayılırdı: bayram kartlarının dolduruluşu, özellikle de yeni imzanın yaratılışı sırasında, babaannemin, babamın, Ali Rıza amcamın, Zübeyde halamın büyükbabamı neredeyse dinsel bir saygıyla süzdüklerini, konuşmak zorunda kalınca fısıltıyla konuştuklarını, yürümek zorunda kalınca ayaklarının ucuna basarak yürüdüklerini görünce, bu işten köşeyi dönmelerini sağlayarak yaşamlarını tümüyle değiştirecek bir sonuç,. öykünülenden öykünene yansıyacak bir ün ya da gönenç beklediklerini, belki geçimlerini sağlayan adamda başka hiçbir yetenek, hiçbir beceri göremedikleri 8 ıçın, belki başka bir nedenle, tüm mutluluk düşlerini bu öykünüye dayandırdıklarını düşünmemek elde değildi. Söylemeye gerek var mı, bilmem, babaannem, babam, amcam ve halam açısından hiçbir zaman gerçekleşmemişti bu beklenti. Ama, nice imzalardan sonra, adının başına fazladan bir “M” ekleyerek bir kez daha Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasını andıran bir imzada karar kıldığı verimli· bir gecenin sabahında, okulun başöğretmenliğine atandığı göz önüne alınınca, büyükbabam açısından fazlasıyla gerçekleştiği söylenebilirdi.


Ne var ki, gerçekleşimi sırasında, kendisinden başka hiç kimse öykünülen. imzayı çağrıştırabilecek bir yükselme olarak değerlendirmemişti bu olayı. Çünkü, neden saklamalı, büyükbabam bir hakkın tanınması biçiminde değil, çoğunluğu işçi, kapıcı, memur çocuklarından oluşan bir birinci sınıfı okuturken, ders yılının ortasında, kendisini pek de onurlandırmayan bir rastlantı sonucu getirilmişti yeni görevine: kentin en seçkin semtinin fazlasıyla ayrıcalıklı ilkokulunun başöğretmeni, yerine iyice ısınınca, okulun konumundan, yapısından, bahçesinden, bakan odaları gibi döşenmiş başöğretmen odasından, öğrencilerin ana babalarının zenginliğinden ve etkenliğinden kaynaklanan görkemi kendi kişiliğinin dolaysız türümü gibi görerek ipe sapa gelmez işler yapmaya, bu arada milli eğitim müdürüne sık sık kafa tutmaya başlamış, o da “Bu hıyar ne sanıyor kendini? Bulunmaz Hint kumaşı mı? Yerine odunu da atasam bu okulu ondan iyi yönetir!” deyip ne oldum delisi başöğretmeni bitli sınıfa yollamış, bitli sınıfın özellikle karısını yitireli beri iyiden iyiye odunlaşmış görünen, sessiz, şaşkın öğretmenini de başöğretmen koltuğuna oturtmuştu; kısacası, büyükbabam ünlü becerisine değil, çevresindekilerde yarattığı odun imgesine borçluydu yükselişini. Üstelik, büyükbabamın beden eğitimi öğretmeni Ceyhan Beyi başöğretmen yardımcılığına getirmesi ‘üzerine, öküz altında buzağı arayanlar bu atamanın göz boyamadan başka bir şey olmadığını söylemeye başlamışlardı: “Ceyhan’ı istiyordu 9 adam, ama Ceyhan çok genç olduğu, hem de hiç sevilmediği için, araya bir süre bir kukla ba§öğretmen sokmayı yeğ tuttu. Hiç ku§kunuz olmasın, okulu bir süre Ceyhan çekip çevirecek, sonra ba§arılı ba§öğretmen yardımcısının ba§öğretmenliğe atanması kimseye aykırı gelmeyecek,” diyorlardı. Ancak yükseli§ yükseli§ti, büyükbabam, bu yıkıcı söylentilerden etkilenmek §öyle dursun, “Ben bu göreve bileğimin gücüyle geldim!” diyerek rastlantıya bir devrim görüntüsü kazandırmak istemi§ti. Kazandırmı§tı da: pısırık ·görünü§ünden hiç mi hiç umulmayan bir çabaya girݧerek bahçedeki oyun alanlarından kafaların içine, önlük ve yakaların biçiminden kap kağıtlarının rengine değin her §eyi kapsayan bir §a§riıaz düzen biçiminde beliren bir devrim gerçekle§tİrmݧ, böylece, sözcüğün yaratabileceği tüm olumsuz çağrı§ımlara inat, bir yandan en ku§kucu yöneticilerin bile yüreğine su serperken, bir yandan da herkesi ku�duğu düzenin bir parçası durumuna getirerek dilediği gibi yönlendirmeye ba§lamı§tı. Gerçekten de, örneğin iki ders arasında okulun kapısından girip de küçükler büyüklere, kızlar oğlanlara karı§­ mada.n, en ufak bir sürtܧme, en ufak bir çatlak ses çıkmadan, her kö§ede bir ba§ka oyun oynandığını, sonra, daha zil çınlar çınlamaz, kimse kimsenin yolunu kesmeden, tek öğrenci tek öğrenciye değmeden, sınıfların ka§la göz arasında dörderli kol düzeninde dizilip uygun adım kapıya doğru yürüdüklerini, bahçede, koridorlarda, merdivenlerde bir kez bile çizgi dı§ına ta§madan, bir kez bile ara uzaklıkları bozmadan, hep aynı uyumla ilerlediklerini, sonra, sınıfın kapısından girilince, dörtlü kolun bir yelpaze gibi açılıp sağ sıranın pencere yanındaki, sağ orta sıranın sol orta, sol orta sıranın sağ orta sıralara yöneldiğini, sıranın önünde bulunanlar arkada, arkasında bulunanlar önde oturduklarından, öğrencilerin ha§ döndürücü bir hızla yerlerine yerle§tiklerini gördüler mi İnsanlar kaqı konulmaz bir katılım duygusuyla ürpererek göğüslerinin neredeyse ulu bir güçle kabardığını duyuyor, çevrelerinde olup bi10 tenleri gittikçe daha büyük bir ilgi, gittikçe daha büyük bir hayranlıkla izlemeye ba§lıyorlardı. Böylece, bu okulda her şeyin bir yeri ve bir zamanı bulunduğunu, kimin nerede, ne zaman, neyi yapacağının, kimin kiminle nerede, ne zaman, nasıl konuşacağının kesin kurallara bağlanmı§ olduğunu anlayınca, hayranlıkları doruk noktasına ulaşıyor, büyükbabamın düzeninin varlıklarını ikinci bir deri gibi sardığını duyuyor, “Bu okula hiçbir zaman böyle bir başöğretmen gelmedi,” diye söyleniyorlardı. Ama, hemen belirtmek gerekir ki, büyükbabam öyle birdenbire gerçekleştirmemi§ti devrimini, hatta, ilk günlerdeki tutumuna bakılınca, başöğretmenliği görkemli başöğretmen ma5asının başına kurulup görkemli İmzalar atmak olarak anladığı bile söylenebilirdi. Başöğretmenliğe atandıktan sonra ilk işi ABBAS YÜCEBAŞ Başöğretmen biçiminde yeni bir kart bastırmak, ikinci işiyse, aynı yazıyı pirinç harflerle ve on kat büyütülmüş olarak, birincisini masasının sağ başına, ikincisini sol başına, üçüncüsünü sağ arkasındaki camlı dolabın üzerine. konulacak bayrak biçimi mermerlere kaktırmak olmu§, böylece, başöğretmenliği konusunda en ufak kuşku bırakmayan bu kanıtlar ortasında, imzalarını daha bir güvenle atmaya başlamıştı. İmzalanacak yazı olmadığı zaman da masasının üstündeki deri, mermer, fildişi takımlarla oynuyor, çekmecelerini boşaltıp yeniden yerleştiriyor, bu odada, bu koltukta, bu masanın başında oturmaktan anlatılmaz bir mutluluk duyuyor, hele bir öğretmen, bir öğrenci ya da bir veli gelip de ikide bir “Başöğretmenim,” diyerek saygıyla konuşmaya başladı mı mutluluğu doruğuna ulaşıyordu. Ama, bir gün, odasının penceresinden bakarken, öğrencilerin sokak çocukları gibi itişip kakıştıklarını, öğretmenlerin bu duruma aldırmadan, eller cepte, fosur fosur sigara tüttürerek dolaştıklarını görünce, güçlü bir akıma kapılmış gibi titremeye 11 başlamıştı: bir an olsun başlarını kaldırıp da başöğretmen odasının penceresine bakmadan, diledikleri biçimde davrandıklarına göre, bu adamlar, bu çocuklar bu okulun bir başöğretmeni bulunduğunun, bu başöğretmenin de başöğretmen Abbas Yücebaş olduğunun bilincinde değillerdi, dokuzdan beşe odasında oturarak yazı takımlarıyla oynadığı sürece bunun hep böyle olacağı, yani başöğretmenliğinin başöğretmen odasının duvarları arasında kalacağı da kesindi.

“Hayır, kalmayacak,” diye söylenmişti büyükbabam. Böylece, tutumunu değiştirmeye karar vermiş, hemen ertesi gün, en göz alıcı giysisini giyerek ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. Yazık ki hiçbir şey değişmemişti: öğrenciler, varlığına kulak bile asmadan, çevresinde çığlık çığlığa koşup duruyor, hatta, yollarına çıkacak olursa, basbayağı itip geçiyorlardı; öğretmenler, karşısında önlerini ilikleyip hazımla geçecek yerde, ellerini ceplerinden çıkarmadan konuşuyor, “başöğretmenim” ya da “sayın başöğretmenim” diyerek yeni durumu vurgulamaları gerekirken, ya eski günlerdeki gibi adını söylemekle yetiniyor ya da işi alaya alarak ” müdür” diyorlardı. Daha .ileri gidenler de yok değildi. Örneğin, bahçede yapılan bir resim dersinde, öğrencilerin çizdiği okul resimlerini tek tek gözden geçirdikten sonra, öğretmenin yanına gidip “Bütün çocuklar okulu bayraksız çiziyorlar: bu yanlışı düzeltin,” diyecek olmuş, öğretmense, “Elbette bayraksız çizecekler, bayram değil, seyran değil!” diyerek kahkahalarla gülebilmişti. Büyükbabam adama verilecek doğru dürüst bir yanıt bulamamıştı, ama başöğretmenin hiçbir zaman unutulmadığı, tam tersine, her şeyin onun varlığına tanıklık ettiği bir düzen kurmanın zorunlu olduğunu anlamış, düzenini kurma yolunda attığı ilk adım da öğrencilerin önünde yüzüne çemkiren saygısız öğretmeni “bayrağa hakaret” nedeniyle okuldan uzaklaştırtmak olmuştu. Şu var ki, kurmak İstediği düzeni kafasında bütün ayrıntılarıyla somutlaştıramadığı gibi, bu düzeni gerçekleştirebilmek için nasıl bir yol izleyeceğini de bilemiyordu daha. O sırada biri çıksa da gön12 !ündeki düzeni kendini bildi bileli en çok tiksindiği şeyi uğraşının temel öğesi durumuna getirerek, yani öğrenci, öğretmen, bütün okulu kaqısında toplayıp bol bol söylev çekerek kuracağını söyleseydi, buna ilk kendisi gülerdi. Bizler de gülerdik belki. Ama, ilk bakışta ne denli şaşınıcı görünürse görünsün, büyükbabam düzenini söylevlerine borçluydu. Hiç kuşkusuz, onun için kolay bir iş değildi bu: lakırdıdan oldum olası hoşlanmaması bir yana, kürsüden, başöğretmen olarak, bütün okula seslenmek, evde çocuklarla, öğretmenler odasında arkadaşlarla konuşmaya da, sınıfta ders anlatmaya da benzemiyordu: daha ilk sözcüğünü bile söylemeden, bütün bedenini saran bir ateş elini, kolunu ağırlaştırıyor, dili de ağzının içinde dönemeyecek ölçüde büyüyordu; üstelik, alnına yazılmışçasına, daha ilk tümcede her şey çorbaya dönüyordu:, dilinin ucuna dek gelen sözcükler ya sese dönüşmemekte direterek sürekli teklemesine yol açıyor, ya da birden beklenmedik, hatta karşıt sözcüklere dönüşerek konuşmayı umulmadık yönlere sürüklüyordu. Büyükbabam, hemen her seferinde, eli yüzü düzgün tek tümce kuramadan, kan ter içinde, “Millete rezil olduk,” diye söylenerek iniyordu kürsüden. Ama, öyle anlaşılıyordu ki, bütün rezilliklerine karşın, hiç sesini çıkartmadan dinlemekle yükümlü, kımıltısız bir kalabalığa seslenmenin kendine özgü bir tadı da yok değildi. Öte yandan, ne denli bocalarsan bocala, ne denli teklersen tekle, söylev hep ulaşıyordu ereğine.

Örneğin, saygısız resim öğretmeninin okuldan atılmasının ardından, biraz da Ceyhan beyin zorlamasıyla yaptığı ilk konuşmada söylediklerinden “a” ile “z” den başka hiçbir şey çıkmamasına karşın, gerek öğretmenler, gerekse öğrenciler, karşılarında a”dan z”ye her şeyi düzeltmekte kararlı bir başöğretmen bulunduğunu kavramakta güçlük çekmemişlerdi. Bunun için, öğretmen arkadaşlarından biri kendisini uyarmaya kalkınca, büyükbabam, herkes az çok tekJediğine göre, bunu işin tuzu biberi saymak gerektiğini söylemiş, arkada13 şı düşüncesinde dayatınca da “Her yiğidin bir yoğurt yiyi­ §i vardır,” diyerek konuyu her §eyden önce bir biçem sorunu olarak değerlendirdiğini göstermi§ti. Ayrıca, birkaç haftalık bir bocalamadan sonra, konuşmalarını yazılı olarak hazırlayıp kürsüde kağıttan okuma yolunu seçerek tekleme oranını büyük ölçüde dü§ürmüştü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir