Belirli bir yaygınlık kazanmış tüm sanat ve düşün akımlarının, gittikçe daha karmaşık, daha içinden çıkılmaz bir biçimde, bir dizi toplanma ve dağılma, yeniden toplanıp yeniden dağılma sürecinden geçtiğini biliriz. Başlangıçta birkaç genel ilke çevresinde birleşen bilim, düşün ya da sanat adamları, genel ilkelerden kaynaklanan ya da kaynaklanmak savında olan ürünler çoğaldıkça, ya bunları çok farklı biçimlerde yorumlarlar ya da, araştırılan ya da yorumlanan konunun özgül nitelikleri ve araştıran ya da yorumlayan öznelerin bireysel yönelimleri nedeniyle, ayrıntılardaki karşıtlıkların temeldeki birlikten daha ağır bastığını düşünmeye başlarlar. Özellikle bilim alanında, temel ilkelerin ancak birer çıkış noktası oluşturduğu, özgül yöntemlerin olsa olsa bu ilkelerden yola çıkılarak ve her dalın kendi gereklerine göre, farklı biçimlerde geliştirilebileceği düşünülürse, kuram ve uygulamalarda beliren ayrılıklar da, bir zamanlar birbirlerini coşkuyla desteklemiş kişilerin bir noktadan sonra kendi yollarında yalnız ilerlemeyi yeğlemeleri de doğaldır. Öte yandan, gene dallar ya da kişiler arası farklılıklar nedeniyle, aynı temel ilkelerden doğmuş değişik yönelimler çevresinde yeni kümelenmeler olur. Bunlardan kimileri temel ilkelerin zorunlu kıldığı sınır ve kurallara bağlı kalırken, kimileri akımı değişik yönlere, değişik düzlemlere kaydırır. Kısacası, akım hem olumlu, hem olumsuz yönlerde, hem içeriden (sürdürenlerce), hem dışarıdan (gözlemcilerce), yeni yeni yorumlardan geçirilir durmadan. Böylece, izler birbirine karışır, tutarlı ve bütüncül sonuçlara varmak gittikçe zorlaşır. Buna koşut olarak, yanılgıların, çarpık yorumların, bilinçli, bilinçsiz haksızlıkların oranı yükselir. Örneğin 1860 dolaylarında romantikleri yerden yere vurup Balzac’ı göklere çıkaranlar Balzac’ın öncelikle bir romantik, adını koymadan geliştirdiği “gerçekçi” anlatımın da romantizmin temel yönelimlerinden biri olduğunu pek uslarına getirmezler, hele kendilerinin de büyük ölçüde romantik yönelimlere bağlı kaldıklarını, öncelikle birer romantik olduklarını hiç düşünmezler. Hiç kuşkusuz, bu kaçınılmaz bulanıklıkların başlıca nedenlerinden biri de kimi güçlü akımların zamanla kazandığı yaygınlık ve geçerliliktir: Herkesin köse olduğu bir toplumda “köse” sözcüğüne pek gerek kalmaması gibi, herkesçe paylaşılan ilkeler çevresinde bir birlik oluşturma çabasına girişmek gereksiz, hatta saçma görünür. Tüm bunlar “şimdiden epeyce uzun bir tarihi bulunan” yapısalcılık için de geçerli. Bir kez, yapısalcılıktan fazla söz edilmiyor artık: ilkelerinin ve katkılarının, hiç değilse belirli düşün ve bilim çevrelerinde, yeterince anlaşılmış olması, hele kimi ilkelerinin üç beş bilimadamınca önerilen özgün ve kuşkulu görüşler olmaktan çıkarak çok sayıda araştırmacıyı bir araya getiren bir ortak alan oluşturması sonucu, yapısalcı olmayan çalışmaların ilginçliklerini yitirdikleri ölçüde, yapısalcılık da ilginç olmaktan çıkmış görünüyor. Trubetzkoy, daha 1930’larda, “Yaşadığımız çağ tüm bilimdallarının tekilciliğin yerini yapısalcılığa verme yönelimiyle niteleniyor,” diyordu. 1 1930’lardan bu yana, insanbilimlerinin birçok dalında gerçekleştirilen önemli ilerlemeler bugün bu sava daha bir geçerlilik kazandırdı. Bunun sonucu olarak, yorumlar ve tartışmalar yapısalcılığın ana ilkelerinden çok, bu ilkelerden yola çıkılarak oluşturulmuş ya da geliştirilmiş bulunan araştırma dalları: Göstergebilim, dilbilim, budunbilim, vb. çevresinde, bu araştırma dallarında uygulanan değişik yöntemler üzerinde yoğunlaştı. Ama söylemek bile fazla, bir yöntemin, bir düşünce dizgesinin geçerliliğini ulaştığı somut sonuçlarla kanıtlayarak belirli bir yaygınlık kazanmış olması onun herkesçe aynı biçimde anlaşılmasını, her yerde aynı ölçütlerle değerlendirilmesini gerektirmez; tam tersine, kimi ilkelerin yinelendikçe yozlaştığını sık sık saptadığımız gibi, kimi kavramların da yaygınlaştıkça bulandığını deneyimlerimizle biliriz. Yapısalcılık da kurtulamamıştır bu yazgıdan: Akımı yorumlamayı deneyenler arasında, kimileri çoğu kez ilk izlenimlerle yetinerek düşüncelerini değişken ve çelişkin gözlemlere dayandırdıklarından, kimileri konuya hep dışarıdan ve uzaktan bakarak ayırıcı özelliklerinden çok, çarpıcı özellikleri üzerinde durduklarından, kimileri de ayrıntılar arasında yollarını şaşırarak süremsel ve uzamsal boyutları gözden kaçırdıklarından, nice yanılgılara, nice saptırmacalara yol açmışlar, insanbilimlerinin bu önemli yönelimini nerdeyse tanınmaz bir duruma getirmişlerdir. Bunun en belirgin örneklerinden biri, önde gelen uygulayıcılarının tümü yapısalcılığı her şeyden önce bir bilimsel yöntem olarak tanımlarken, kimi yazarların onu bir felsefe öğretisi, hatta Jean-Paul Sartre ya da Simone de Beauvoir’ın varoluşçuluğu gibi felsefe kökenli bir sanat akımı olarak görmekte diretmiş olmalarıdır. Oysa yapısalcılığın temel yönelimleri hiç de karmaşık değildir. Saussure’den Greimas’a değin, adına yaraşır tüm yapısalcıların yapıtlarında kolaylıkla saptayabileceğimiz bu yönelimler şöyle özetlenebilir: 1. ele alınan nesnenin “kendi başına ve kendi kendisi için” incelenmesi; 2. nesnenin kendi öğeleri arasındaki bağıntılardan oluşan bir “dizge” olarak ele alınması; 3. söz konusu dizge içinde her zaman işlevi göz önünde bulundurma ve her olguyu bağlı olduğu dizgeye dayandırma zorunluluğunun sonucu olarak, nesnenin artsüremlilik içinde değil, eşsüremlilik içinde değerlendirilmesi; 4. bunun sonucu olarak, köken, gelişim, etkileşim, vb. türünden artsüremsel sorunlara ancak nesnenin elden geldiğince eksiksiz bir çözümlemesi yapıldıktan sonra ve bunların da dizgesel olarak ele alınmalarını sağlayacak yöntemler geliştirilebildiği ölçüde yer verilmesi; 5. nesnenin “kendi başına ve kendi kendisi için” incelenmesinin sonucu olarak, “doğaötesel” değil, “özdekçi” bir tutum izlenmesi; 6. bu yaklaşımın felsefel, siyasal ya da sanatsal bir öğreti değil, tutarlı bir çözümleme yöntemi olmaya yönelmesi, dolayısıyla düşüngüsel yaklaşımla fazla bir ilgisi bulunmaması. Ama, söylediğimiz gibi, bu temel yönelimlerin olmadık kılıklara sokulduğu, olmadık saptırmacalara, olmadık suçlamalara yol açtığı da bir gerçek. Üstelik, Claude LéviStrauss’un sık sık söz ettiği “bulanık suda balık avlayıcılar”ın, yani “insanbilimleri sanat yapıtlarının ardındaki biçimsel yapıları ortaya çıkardı diye biçimsel yapılardan yola çıkarak sanat yapıtları üretmeye kalkanlar”ın verimsiz çabaları gibi, 2 yapısalcılığı içtenlikle benimsemiş görünen kimi düşünürlerin geçici yanılgıları da epeyce etkili olmuştur bu konuda. Örneğin Claude Lévi-Strauss’un, bilimsel çözümlemelerini sonuçlandırdıkça, yerleşik Batı düşüncesine yönelttiği eleştiriler yapıtlarının birer felsefe ürünü olarak algılanmasına yol açarken, konuyu yakından bilmeyenlerin yapısalcılığın en büyük öncülerinden biri diye tanıdıkları Roland Barthes’ın 1963 yılında yazdığı bir yazıda, 3 bu akımı hem düşünsel hem sanatsal bir etkinlik gibi göstererek ressam Mondrian’ın, ezgici Pousseur’ün, romancı Butor’un yapısalcı yönteme bağlanmış araştırmacılarınkiyle aynı türden bir yaratım çabası sürdürdüklerini söylemiş olması çok insanı yanılgıya sürüklemiştir, bugün de bu yazıyı güvenilir bir kaynak olarak gören herkesi yanıltabilir. Gene aynı yazarın yapısalcı yöntem doğrultusunda gelişen ve onun tanınıp benimsenmesine büyük katkıda bulunan bir dizi çalışmadan sonra, özellikle S/Z adlı yapıtıyla, bu yöntemin gereklerine yan çizmeye başlaması, bu yapıtta karşımıza çıkan “seçmeci” ve “benözekçi” tutumunu gittikçe güçlendirerek Roland Barthes par Roland Barthes (R. Barthes tarafından R. Barthes) ya da Fragments d’un discours amoureux’de (Bir Aşk Söyleminden Parçalar) olduğu gibi, hep kendi “ben”ini, kendi duyarlığını, kendi yaşamsal ve ekinsel birikimini dile getirmeye yönelmesi, bu arada başkalarının yapıtları üzerine çok ilginç ve çok geçerli şeyler söylese bile, bunları kendi düşün ve duygu evrenini yansıtmada birer araç olarak kullanması, kısacası nesne ile özneyi nerdeyse ayrıştırılmaz bir biçimde birbirine karıştırması, üstelik yöntemsel titizlikten uzak olan, hatta çoğu kez onu yadsıyan tutumunun gerçek yapısalcıların sert eleştirilerini çekmesi, 4 onun bu tür yapıtlarının da birçoklarınca yapısalcı yaklaşımın önde gelen örnekleri gibi değerlendirilmesini önlememiştir. Bugün bile, örneğin göstergebilim denilince, Greimas’tan önce Barthes’ı düşünenler çoktur. İlk bakışta yalın ve tutarlı görünen, ikinci elden, ayrışık ve yetersiz kaynaklardan beslenenlerin bu tür yanılgılara düşmeleri çok doğal, hatta kaçınılmaz bir şey: Çevremiz bunun örnekleriyle dolu. Ama daha nice konular gibi bu konunun çarpıtılmasında da kimi yazarların nedense bir türlü kendilerini kurtaramadıkları yandaşlık duygusu, bilgi yetersizliği, yöntem tutarsızlığı, düşünce bağnazlığı gibi özelliklerin büyük payı var. Örneğin Jeanne Martinet, göstergebilim üzerine yazdığı iki yüz elli sayfalık bir kitapta, 5 bu bilimdalını en ileri, en doyurucu noktasına götürmüş olan Greimas’ın adını hiç anmamak gibi güç bir işin üstesinden gelir; J.M. Auzias, yapısalcılık olgusunun bütüncül bir bileşimini sunma savında olan yapıtında, yapısalcı olmadıklarını kendileri söyleyen Althusser ve Foucault üzerinde uzun uzun dururken, yapısalcılığın en yüksek doruklarından biri olan Hjelmslev’in sözünü bile etmez; 6 Piaget de, Le Structuralisme (Yapısalcılık) adlı kitabında, konuyu durmamacasına kendi özgül alanlarının dışına çekme eğilimini bir türlü yenemez. 7 Tüm bunlara yapısalcı düşüncede öğrenip ezberlediklerinin, uyduluğunu benimsedikleri kişiler böyle diyor diye doğru bellediklerinin bir yinelenimini arayıp da bulamayanların değişik gözlem ve eleştirilerini de katarsak, bu konuda kısa sürede tutarlı ve bütüncül bir görüş edinmek isteyenlerin ne büyük güçlüklerle karşılaşabileceklerini kestirmemiz hiç de zor olmaz. Hiç kuşkusuz, her konuda olduğu gibi yapısalcılık konusunda da izlenilebilecek yolların en kestirmesi Rabelais’nin öğüdüne uymak, yani doğrudan doğruya ana “metinler”e başvurmak, Saussure’ü, Hjelmslev’i, Benveniste’i, Jakobson’u, Lévi-Strauss’u, Greimas’ı okumak. Ne var ki, böyle bir çabanın içerdiği süre bir yana, adını andığımız bu altı yazarı okuyabilmek için belirli bir ön hazırlık gerekir. Ön hazırlıksa, kimi zaman ne denli yetersiz, ne denli yanıltıcı olabileceklerini vurgulamaya çalıştığımız yazı ve kitaplara, ikinci elden yapıtlara başvurmayı zorunlu kılar çoğu kez. Yapısalcı yaklaşımı gereğince tanımanın olanaksız olduğunu mu söylemek istiyoruz? Hayır, daha birçok alanlar, daha birçok yöntemler için de geçerli olan bir güçlüğün altını çiziyoruz yalnızca. Yapısalcı yaklaşımı tanıtmayı, yorumlayıp tartışmayı amaçlayan tüm çalışmaların eksik, kusurlu ve yanlı olmadıklarını, içlerinde her şeyi yeterince açık, yeterince tutarlı bir biçimde aydınlatan yapıtların da bulunduğunu söylemek bile gerekmez. Ama herhangi bir konuya yeni el atanlar için tüm tanıtıcı çalışmaların üç aşağı beş yukarı eşdeğerde olduğunu, bunlar arasında doğru sonuçlara ulaşabilmenin en azından uzun ve özenli karşılaştırmalara girişmeyi zorunlu kıldığını unutmamak gerekir. 8 Okumuşun ortamının tüm bilgilerini avucunda toplayabildiği dönemler gerçekten yaşandı mı, bilmiyoruz; yaşandıysa da artık çok gerilerde kaldıkları kesin: Günümüzde uzmanlık alanları gittikçe daralıp karmaşıklaşıyor; ama hem daha fazlasını öğrenme tutkumuz hep sürüyor, hem de herhangi bir uzmanlığın deneyimleri başka deneyimleri daha kolay kavramamızı, düşünle düşüngüyü, tutarlıyla tutarsızı, doğru ile yanlışı daha kolay ayırmamızı sağlıyor. Ne olursa olsun, gerçeğe doğru değişik yollardan, değişik yapıtlar arasından ilerlemek gerekiyor, tek yoldan, tek yapıttan değil. Bu küçük kitap da yapısalcı düşünceyi tanıtmayı amaçlayan irili ufaklı, yanlışlı doğrulu bunca çalışma arasında bir çalışma: Ne kusurdan arınmış olmak ne de son sözü söylemek savında. Temel tutumu oldukça yalın: Her türlü akım konusunda sık sık yapıldığı gibi, “Bir değil, birçok yapısalcılıklar vardır,” türünden, beylik ve bulanık bir sonuca varmak, böylece yeryüzünde hiçbir şeyin yeni ve tek olmadığını kanıtladığını sanıp uykucu düşünce yatağına yeniden dönmek üzere, konuyu süremsel ve uzamsal yerlemlerinin dışına taşırarak ta Eski Yunan’dan başlatmak değil, “güncelin tarihi”ni sunmak, yani yapıtlardan çok kişilere, düşüncelerden çok olaylara ağırlık vererek belirli bir ortamı yansıtmak da değil, günümüzün düşün ve bilim yaşamında etkinliğini birçok olumlu sonuçla ortaya koymuş bir çözümleme yöntemini öncelikle belli başlı kuramcı ve uygulayıcılarının kendi yapıtlarına dayanarak açıklamaya çalışmak. Bu nedenle, yani şu ya da bu biçimde, şu ya da bu anlamda “yapı” sözcüğünü kullanan her yazarı, her araştırmacıyı, hatta her sanatçıyı yapısalcı saymak şöyle dursun, ünlü yapısalcılar arasında, belirli ölçütlere göre yapılmış bir seçim sonucunda oluşturulduğu için, bu kitabın kimi benzerlerinden çok daha sınırlı kaldığı söylenebilir. Ama, hemen belirtelim, istenmiş bir sınırlılık bu. Gerek yapısalcılığın tarihsel gelişimi, gerekse değişik çevrelerde, değişik araştırma alanlarında gösterdiği farklılıklar bir ölçüde göz önünde bulundurulmakla birlikte, kitabın üç ana bölümü söz konusu yöntemin en etkin biçimde uygulandığı üç bilimdalına: Dilbilime, budunbilime, göstergebilime ayrılmış, bu dalların sınırları içinde bile, açıklamaların belirli örnekler üzerinde yoğunlaştırılmasına özen gösterilmiştir. Amaç hiçbir yere götürmeyen birtakım genel bilgiler sıralamak değil de bir çözümleme yönteminin eklemlenimlerini yansıtmak, olanaklar ölçüsünde açıklamak olunca, çoklarımızın alışkanlıklarına ters düşse bile, böyle bir tutumu fazla yadırgamamak gerekir. Üstelik, uzmanlık alanlarının alabildiğine daraldığı günümüzde, bir yazardan daha fazlasını da beklememek gerekir. Her şeyi okuyup öğrenmek kararıyla British Museum’un kitaplığına giren bir adamın, buradaki kitapları gördükten sonra, “Bunların hepsini okumaya yaşamım yetmez, öyleyse kendime göre bir seçme yapmalıyım,” dediği, böylece, daha işe girişmeden önce, bir sınırın varlığını kesinlediği anlatılır. Yalnız okumalarımız değil, büyük ölçüde okumalarımızın sonucu olan bilgilerimiz de sınırlıdır. Bu kitabı da, bilinçle konulmuş sınırlardan fazla olarak, yazarının okumaları, anlama ve yorumlama çabaları ve yetileri sınırlamakta. Hiç kuşkusuz, özellikle ülkemizde, hiçbir sınır tanımayanlar yok değil: Dünyanın tüm doğrularını bir çırpıda kovuklarından çıkarıp gözler önüne serenlerle sık sık karşılaşıyoruz. Üstelik, böylesine olağandışı bir işin üstesinden gelebilmeleri için, ikinci, üçüncü, dördüncü elden birkaç yazı, kulaktan dolma birkaç savsöz yetiyor. Yapısalcılığı da böyle çürütüyorlar. İşin ilginç yanı, günümüzde insanbilimlerini baştan sona yenilemeye yönelen, bir yandan yeni bilimdalları geliştirirken bir yandan da, tarihten ekonomiye değin, tüm insanbilimlerinin önünde yepyeni çevrenler açan bir yöntemin çürüklüğünü kanıtlayabilmeleri için, onun eklemlenimlerini izlemekte zorlanmaları, uygulamalarını anlayamamaları ya da onda ezberledikleri kalıpların yeni bir yinelenimini bulamamaları yetiyor: Yetersizliklerini üstünlük olarak algılıyor, bakkal hesabında yeri yok diye dört işlemin dışında kalan her türlü matematik işlemine karşı çıkıyorlar. Ama başkaları da var. Yapısalcılık öncelikle onlara seslenir çünkü bir kendi kendini dinleme, kendi kendisiyle coşma alışkısı değil, öncelikle “başkası”nı anlama, “başkası”nı anlamanın nesnel koşullarını oluşturma çabasıdır.
Tahsin Yucel – Yapisalcilik
PDF Kitap İndir |