Tevfik Fikret – Haluk’un Defteri

Defter bile denmez, sekiz on parça kâğıttır; Üstünde Halûk’un mütereddit kalemiyle Saf saf karalanmış yazılar, şübheli hatlar; Bir yanda vatan bayrağı, altında şu cümle: «Ölmek ve yaşatmak seni!» —Artık bunu attır! Mümkün mü? Bu kıymetli kâğıtlar bana bir yâr. Bir yâr-ı samimî; benim efsürde leyâlim Onlarla hararetlenecek; onları kalben Đntaak ederim ân-ı füturumda, ve nevmîd Pürsişlerim onlardaki cevval ü mülevven Sâfiyet-i ümmîd ile titrer… Bu ne mün’im Bir lâhza-i nisyân u şegaftır!Bunu teb’îd Đmkânını bulsaydı hayâlim ne olurdu? Heyhat! Ey lemha-i mükrim, ne olurdu Teb’îdine olsaydı da imkân Sermest-i teselli yaşasaydım… Yok, yok, benim aksâ-yı muradım Karşımda ne bir debdebe görmek, ne de gül-gûn Bir hande-i pür-gamze-i ikbâl, Ey hırs-ı zelîl, al, bütün amal, Âmâl-i zer, âmâl-i müzehher senin olsun… Ancak şudur aksâ-yı muradım: Bir gölge kadar hür yaşasaydım. Bulsaydı hayâlim buna imkân Cidden yaşamak nimet olurdu. Heyhat! Đnşân melek olsaydı, cihan cennet olurdu. «Ölmek ve yaşatmak seni!» Ey pembe Halûk’un Al sözleri… Ey Fecr-i hilâl-âvere karşı Bir ebr-i bahârîde çakan berk-ı-şerer-hîz, Bilmem ki bu his hangi donuk hislere karşı Kalbinde uyanmış; bu müheyyiç kısa nutkun Etmekte derin sadmesi tâ ruhumu tehzîz. Ey şanlı vatan bayrağı, bir gün seni oğlum Bir mevkib-i zî-heybet-i hürriyyet önünde . Çekmiş görebilseydim… O pür-hande ölürken Etmezsem eğer sevkını takdis ile secde, Dünyada en alçak baba elbet ben olurdum. Oğlum, onu gönlünce yaşat… Ölme fakat sen. * Tevfik Fikret’in oğlu Halûk 1896’da Đstanbul’da doğdu. 1965’te Amerikan yurttaşı olarak Park Lake kentinde kanserden öldü. «Öldüğünde 72 yaşındaydı. Fikret’in tek evlâdı olan Halûk, Đstanbul Robert Kolej’i bitirdikten sonra, yüksek öğrenim için 1909’da Đskoçya’nın Glasgow şehrine gitmiş ve burada Hıristiyan dinini kabul etmiştir. Daha sonra, 1913 yılında Amerika’ya göç etmiş, mühendis olmuş, uzun yıllar değişik üniversitelerde öğretim üyeliği yapmış, 1943 yılından sonra çeşitli şehirlerin kiliselerinde vaizlik ve papazlık yapmıştır. Öldüğü zaman Park Lake şehri Presbiteryen Kilisesi başpapazıydı.» (Cumhuriyet, 30.6.1965/Halûk için bak: Cevdet Kudret, «Babalar ile Oğullar», (Yazko Edebiyat dergisi, Mayıs 1982; Talât Sait Halman, «Halûk’un Son Vedaı», Milliyet gazetesi, 19-22 Haziran 1966) Mütereddit: ikircimli, tereddütlü, çekingen. Hatt: çizgi, satır. Saf saf: sıra sıra. Cümle: tümce, söz, cümle. Mümkün: elde olan, olanaklı. Kıymet: değer. Yâr: dost, sevgili. Efsürde: donuk. Leyâl: geceler. Hararet: ısı, sıcaklık. Kalben: yürekten, içten. Đntaak etmek: konuşturmak, dile getirmek. Fütur: usanma, yorulma, bezginlik. Nevmid: umutsuz. Pürsiş.- sorgu, soruşturma. Cevval: hareketli, hızlı. Mülevven: renkli. Sâfiyyet: saflık, temizlik. Ümmid: umut. Mün’ini: nimetli, besleyen, veren. Lâhza: an. Nisyân: unutma. Şegaf: delice sevme, aşk. Teb’îd: sürdürme, yaşatma, uzatma. Đmkân: olanak. Heyhat: yazık. Lemha: parıltı, bakış. Mükrim: ikram eden, cömert. Sermest: sarhoş. Teselli: avunma. Aksa: son, uzak. Murâd: amaç, dilek, istek. Debdebe: gösteriş, görkem, şatafat. Gül-gûn: gül renkli. Hande: gülüş. Pür-gamze: gamzeli. Đkbâl: talih, mutluluk, dönme. Hırs: tutku,. Zelil: alçak, aşağılık. Amal: dilekler, umutlar, emeller. Zer: altın. Müzehher: çiçekli. Hür: özgür. Cidden: ciddi olarak, gerçekten. Fecr: tan, tan ağarması. Hilâl-âver: ayı getiren. Ebr: bulut. Buhari: baharlık, bahara ilişkin. Berk: şimşek. Şerer-hîz: kıvılcımlı, yalımlı. His: duygu. Müheyyic: coşturan, coşkun. Sadme: vuruş, çarpma. Tehziz: titretme.Mevkib: alay, kafile. Zî-heybet: heybetli, görkemli. Pür-hande: gülüş dolu, gülen. Şevk: ışık, sevinç, istek, coşku. Takdis: kutsama. HALÛK’UN DEFTERĐ Defter bile denmez, sekiz on parça kâğıttır, -Üstünde Halûk’un çekingen kalemiyle Sıra sıra karalanmış yazılar, kuşkulu satırlar; Bir yanda yurt bayrağı, altında şu söz: «Ölmek ve yaşatmak seni!» —Artık bunu attır! Elimde mi? Bana bir sevgili bu değerli kâğıtlar, Đçten bir dost; benim donuk gecelerim Onlarla harlanıp ısınacak; onları içimden Konuştururum usandığımda, ve umutsuz Sorularım onlardaki hareketli ve renkli Umudun saflığıyla titrer… Bu ne besleyen Bir unutuş ve sevgi anıdır! Bunu uzatmak Yolunu bulsaydı hayalim ne olurdu? Yazık! Ey cömert parıltı, ne olurdu, Elimde olsaydı uzatmak, Avunup sarhoş yaşasaydım… Yok, yok, benim son dileğim Ne gösteriştir, ne de karşımda gül renkli, Gamzeli bir gülüşüdür talihin. Ey alçak tutku, al bütün istekleri, Altın dilekler, çiçekli dilekler senin olsun… Ancak şudur son dileğim: Bir gölge kadar özgür yaşasaydım. Hayalim buna olanak bulsaydı Yaşamak gerçekten nimet olurdu. Yazık! Đnsan melek olsaydı dünya cennet olurdu. «Ölmek ve yaşatmak seni!» Ey pembe Halûk’un Al sözleri… Ey ay’ı getiren tana karşı Bir bahar bulutunda çakan şimşek, alevle, Bilmem ki bu duygu hangi donuk duygulara karşı Gönlünde uyanmış; bu coşkun kısa söylevin Yankısı çok derinden ruhumu titretmekte. Ey şanlı yurt bayrağı, bir gün seni, oğlum, Görkemli bir özgürlük alayı önünde Çekmiş görebilseydim… O gülerek ölürken Eğer sevincini kutsayarak varmazsam secdeye, Dünyada en alçak baba elbet ben olurdum. Oğlum, onu gönlünce yaşat… Ama ölme sen. ÜMĐD ÖLMEZ! Ölmek nedir şebâb için?.. Ümmîd ölür mü hiç? Fâni beşer o çeşme-i hızrın zülâlini Bir an tecerrü’ etmese her dem zevalini Tacil eden şu nüsg-i hayâtında mündemiç Hâin sümûma karşı nasıl, hangi kuvvetin Nûşâbe-çîn-i feyzi olur? Hangi cân-firib Ezhâr-ı tesliyetle eder şûre-i nasîb Enzâr-ı hadşe-dârmı tatmin? O cennetin Mahrumu kalmasın beşeriyyet ki bî-huzûr Eyler şu köhne berzahı pek neş’esiz mürur! Ümid: Umut. Şebâb: gençlik. Fâni: ölümlü. Beşer: insan. Çeşme: pınar, çeşme. Hızr: hızır. Zülâl: güzel su. Tecerrü: yudum yudum içme, yudumlama. Dem: çağ, zaman, an. Zeval: sona erme, tükenme, gitme. Tacil: çabuklaştırma, hızlandırma, ivdirme. Nüsg: özsuyu, besisuyu. Mündemiç: içine yerleşen, içinde bulunan, içine sokulmuş. Sumun: ağular, zehirler. Nûşâbe: ölümsüzlük suyu, bengisu. Çin: kıvrım, derleyen, toplayan. Feyz: bolluk, bilim, sevinç. Fi-rib: aldatan, oyun, kandıran. Ezhâr: çiçekler. Tesliyet: avunma. Sûre: çorak toprak. Enzâr: bakışlar. Hadşe-dâr: merak (ürküntü, korku) veren, gocunduran, tırmalayan. Tatmin: doyurma, yatıştırma. Mahrum: yoksun. Beşeriyet: insanlık. Bi-huzûr: •. huzursuz, tedirgin Berzah: dar boğaz, geçit, sıkıcı yer, güç. Mürur: geçme. Neş’e: sevinç, neşe. UMUT ÖLMEZ! Ölmek nedir gençlik için? Umut ölür mü hiç? Ölümlü insan o hızır pınarının saf suyunu Bir kez yudumlamasa, her an son buluşunu Hızlandıran, hayatının özsuyuna karışan O hain ağulara karşı nasıl, hangi gücün Yardımıyla ölümden kurtulur? Hangi aldatan, Avutan çiçekler çorak toprağın Korkulu bakışlarını yatıştırır?.. O cennetten Yoksun kalmasın insanlık; şimdi tedirgin, Şu eski darboğazı pek sevinmeden geçen! BĐR TASVĐR ÖNÜNDE Güldün, bu mehabet seni güldürdü; o kaşlar, Bir ok gibi ateşli nazarlarla müsellâh Gözler, o bakırdan göğüs, atlar Bir kaplanın evzâı kadar tîz ü mücennah Etvâr-ı levendâne, o bâzû-yı gazanfer Asabını oynattı… Bu irsi ve cibillî Necdet sana bir cedd-i ba’îdin şeref-âver Bir tuhfesidir; sen bu cerî hûn-ı asîli Đnsanlığı ihya için îsâr edeceksin; Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin! Tasvir: tasvir, resim. Mehabet: heybet, ululuk, korkunçluk. Nazar: bakış. Müsellâh: silahlı, donanmış. Evzâ: durumlar, davranışlar. Tîz: hızlı, çevik, tez, keskin, sık. Mücennah: kanatlı. Etvâr: tavırlar, davranışlar. Levendâne: hızlı, çevik, görkemli. Bâzût: pazu, pazı. Gazanfer: arslan. Âsâb: sinirler. Irsî: soyaçekimle gelen, soydan gelen. Cibillî: yaradılışta, doğuştan. Necdet: yiğitlik, efelik. Ced: ata, dede. Ba’id: uzak. Şeref-âver: şeref getiren, onurlu, şerefli. Tuhfe: armağan. Hûn: kan Cerî: yürekli, cesur. Asil: soylu. ihya: yaşatma, canlandırma, Îsâr: verme, saçma, dökme, cömertçe dağıtma. BĐR RESĐM ÖNÜNDE Güldün, bu büyüklerime seni güldürdü; o kaşlar, Bir ok gibi ateşli bakışlarla donanmış O gözler, o bakırdan göğüs, sanki atlar Bir kaplan gibi hızlı, kanatlanmış, Görkemli davranışları ve arslan pazusuyla Sinirlerini oynattı… Bu doğuştan, soyundan Gelen yiğitlik sana uzak atalardan kalma Şerefli bir armağandır; sen bu cesur, soylu kanı Đnsanlığı yaşatmak için dökeceksin; Hak bellediğin yola yalnız gideceksin! ZELZELE * Bin üç yüz ondu… Henüz dün bu köhne izbeye sen Misafir olmuştun, Ki hep sinirli ve hummalı hastalar gibi yer Birden Đçin için ve uzun Bir ihtilâc ile çırpındı, kırdı, yıktı… Keder Ve korku yüzleri soldurdu; evler, aileler Birer döküntü; kalanlar bütün ezik, kurada; Bir inkisâr-ı huşu’ en şerefli başlarda, Minareler bile ser-be-zemin. Beşer bir sadme-i meş’ûma böyle uğrar da Biraz tenebbüh eder. Biraz tenebbüh için bin belâ… Ne ders-i haşin! Sen işte böyle siyah günlerin misafirisin, Hayâtın elbette Kolay ve neş’e-fezâ bir seyahat olamayacak; Lâkin Bu tîh-i mihnette Kolay ve neş’e-fezâ bir seyahatin ancak Hayâli vardır; uzak bir serâb için koşmak Nihâyetinde yorulmak ve boş yorulmaktır; Hayâtı dev-i hakikatle çarpışan kazanır; Zafer biraz da hasar Đster; Koşan cihâd-ı maâlîye şanlı, lâkin ağır, Mahûf adımlar atar, Önünde zelzeleler, arkasında zelzeleler! * 1310 (1895) yılında Đstanbul’da büyük bir deprem olmuş, az önce de Halûk doğmuştur. Fikret şiirini bu iki olayın etkisiyle yazmıştır. Nitekim, ilk dize bunu dile getirmektedir. Zelzele: deprem. Köhne : eski, köhne. Đzbe: basık, loş, kuytu yer. Misafir: konuk. Hummalı: ateşli. Đhtilâc: çarpıntı, seğirme, titreme. Keder: üzüntü. Kurada: eski püskü, yıkık, işe yaramaz. Đnkisar: kırılma, gücenme. Huşu’: eğilme, boyun eğme,korkarak baş eğme. Ser-be-zemin: başı yerde. Beşer: insan. Sadme: vurma, çarpma, sarsma. Meşum: uğursuz. Tenebbüh: uyanma. Haşin: sert kaba Belâ: yıkım belâ Neş’e-fezâ: sevinci artıran. Seyahat: yolculuk Lâkin: ama Tîh: çöl. Mihnet: sıkıntı, üzgü, çile. Serâb: ılgım yalgın serap. Nihayet: uç, son. Div: dev. Hasâr: hasar zarar ziyan yıkım.Cihâd: savaş, din uğruna savaşma. Maâli: yükseklikler, ululuklar Mahûf: korkulu, tehlikeli DEPREM Bin üç yüz ondu… Daha dün bu eski yıkıntıya sen Konuk olmuştun, Sanki sinirli ve ateşli hastalar gibi yer Birden Đçin için ve uzun Bir sarsıntıyla çırpındı, kırdı, yıktı… Kaygı Ve korku soldurdu yüzleri; evler, aileler Birer döküntü oldu; kalanlar hep ezik, yıkık; Korkuyla boyun eğme en onurlu başlarda, Minarelerin bile Yerde başı. Đnsan böyle uğursuz bir vuruşla karşılaşınca Birazcık uyanır. Biraz uyanmak için bin belâ… Ne kaba ders! Sen işte böyle kara günlerin konuğusun, Yaşayışın elbette Kolay ve sevinçli bir yolculuk olmayacak; Ama Bu çile çölünde Kolay ve sevinçli bir yolculuğun ancak Hayali vardır; uzak bir serap için koşmak Ve sonunda yorulmak, boşuna yorulmaktır; Hayatı gerçeğin deviyle çarpışan kazanır; Zafer biraz da yıkım Đster; Yüceltici savaşa koşan şanlı, ama ağır, Korkulu adımlar atar, Önünde depremler, arkasında depremler!

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir