Theodor W. Adorno – Rüya Kayıtları

Rüyamda G.’yle birlikte büyük, çok konforlu bir otobüsle Pontresina’dan, Aşağı Engadine’ye gidiyoruz. Otobüs dolu ve çok sayıda tanıdık da var: pek çok yer gezmiş olan ressam P. ve yaşlı bir sanayi profesörü ve karısı da yolcuların arasında. Ama otobüs Engadine yolu boyunca değil, memleketimin yakınlarında, Königstein’la Kronberg arasındaki bir yolda i lerliyor. Otobüs, keskin bir virajı alırken yolun sağ tarafına gereğinden fazla açılıyor ve ön tekerleklerinden biri bana oldukça uzun gelen bir süre boyunca bir hendeğin üzerinde asılı kalıyor. Çok gezmiş ressam kendinden emin bir tonla, “Bu daha önce de başıma geldi,” dedi, “oto büs biraz daha böyle ilerledikten sonra devrilecek ve hepimiz öleceğiz.” Tam o anda otobüs yolun kenanndan aşağı yuvarlandı. Sonra birden kendimi ayakta, G.’nin karşısında buldum; ikimize de bir şey olmamıştı. “Seninle birlikte yaşamaya devam etmeyi ne kadar çok isterdim,” derken ağladığırnın farkına vardım. İşte o anda bedenimin tamamen parçalanmış olduğunu fark ettim. Ölüm anında uyandım. Oxford, 9 Haziran 1936 Rüya: Agathe bana göründü ve çok hüzünlü bir sesle şöyle dedi: “Çocuğum, eskiden sana hep, öldükten sonra tekrar kavuşacağımızı söylerdim. Bugün ise ancak şunu söyleyebilirim: Bilmiyorum. -” Oxford, 10 Mart 1937 Rüyamda kendimi Paris’te, beş parasız buldum; ama çok şık bir genelev olan Maison Drouot’ya gitmek niyetindeydim (gerçekte Hôtel Drouot çok ünlü bir antika müzayedesi evi). 10 Rüya Kayıtları Friedel’den bana 200 frank borç vermesini rica ettim. Beni hayrete düşürerek parayı çıkarıp verdi, ama şöyle dedi: Sana bu parayı vermemin tek nedeni Maison Drouot’nun yemeklerinin bir harika olması. Gerçekten de, gözüm tek bir kıza bile ilişmeden, barda oturup bir biftek yedim; biftek beni o kadar mutlu etti ki, bütün dertlerimi unuttum. Beyaz bir sosla servis edilmişti. Aynı gece, daha önce gördüğüm bir rüyada da Agathe vardı. Bana şöyle diyordu: Çocuğum, bana kızına ama; iki gerçek vadinin sahibi olsaydım Schubert’in bütün müziğini seve seve feda ederdim. Londra, 1937 (“Wagner Hakkında Deneme” makalesini yazdığım sıralarda) Rüyanın bir başlığı var: “Siegfried’in Son Macerası” veya “Siegfried’in Son Ölümü”. Manzaranın dekor olarak kullanılmadığı, aksine manzaranın ta kendisi olan olağanüstü büyük bir sahnede geçiyor: Yaylalara uzanan yüksek dağları andıran küçük kayalar ve sık bitki örtüsü. Siegfried, şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım birinin eşliğinde bu sahneyi andıran manzaranın içinden arka tarafa doğru yürüyor. Üzerinde yarı m itolojik yarı modern bir kostüm var, oyun provası için giyinmiş gibi. Nihayet hasmını buldu, binici giysileri içinde bir figür: gri-yeşil keten ceket, binici pantolonu ve kahverengi uzun çizmeler. Siegfried bu kişiyle kavgaya tutuştu; şakadan olduğu aşikar olan kavga şöyle seyretti: Siegfried yerde yatan hasmının üzerine atlıyor, güreşir gibi yuvarlanıyorlar, diğeri de bundan pek şikayetçi değilmiş gibi görünüyor. Kısa süre sonra Siegfried onu her iki omzu da değecek biçimde yere sermeyi başarıyor ve kazanan taraf olduğu ilan ediliyor ya da iki taraf da bunu zaten biliyor. Ama Siegfried h iç beklenmedik bir anda ceketinin cebinden küçük bir hançer çıkartıyor; bunu cebine bir dolmakalem gibi, küçük bir klipsle tutturmuş. Hançeri, oyun oynar gibi, olabilecek en yakın mesafeden hasmının göğsüne saplıyor. Diğeri yüksek sesle inliyor ve bir kadın olduğu anlaşılıyor. Hızla koşarak kaçarken, şimdi küçük evinde tek başına ölmek zorunda kaldığını, Rüya Kayırları ll en zorunun da bu olduğunu söylüyor. Darmstadt sanatçı kolonisindekilere benzeyen bir binanın içine girerek gözden kayboluyor. Siegfried eşlikçisini, bütün malvarlığına el koyması talimatıyla kadının peşinden gönderiyor. O sırada arka planda Brünnhilde beliriyor, New York’taki Özgürlük Heykeli’ne dönüşmüş. Dırdırcı bir kadın g ibi, “Yüzük istiyorum, güzel bir yüzüğüm olmasını istiyorum; yüzüğünü almayı unutma,” diye eşlikçinin arkasından bağırıyor. Siegfried N ibelungen Yüzüğünü işte böyle ele geçirmiş. New York, Kasım veya Aralık, 1 938 Rüyamda şunu gördüm: Hölderlin’in adı Hölderlin’miş; çünkü her zaman mürver [Holunder] ağacından yapılma bir flüt çalarmış. New York, 30 Aralık 1940 Uyanmadan kısa süre önce: Baudelaire’in muhtemelen Delacroix’nın bir resminden esinlenerek yazdığı “Don Juan aux Enfers” şiirinde tasvir edilen sahnedeyirn. Ama, şiirdeki gibi kasvetli bir gece değil; gündüz vakti ve su kıyısında bir Amerikan halk şenliği var. Kıyıda üzerinde parlak kırmızı harflerle “ALABAMT” yazan büyük beyaz bir vapur iskelesi ta belası var. Öon Juan’ın barkasının uzun, dar bir hacası var – bu bir feribot ( “Ferry Boat Serenade”). Baudelaire’in şiirinden farklı olarak, kahraman sessizce bir kenarda durmuyor – siyah ve mor renkli İspanyol kostümü içinde, bir satış temsilcisi gibi aralıksız ve bağıra çağıra konuşuyor. işsiz bir aktör olduğunu düşünüyorum. Ancak ateşli konuşmaları ve hareketleri yetmemiş olacak ki, bir köşede silikçe duran Charon’u acımasızca dövmeye başlıyor. Sonra bir Amerikalı olduğunu ve bütün bunlara katlanamayacağını, bir kutuya kapatılamayacağını beyan ediyor. Kalabalık bu açıklamasını, bir şampiyona tezahürat eder gibi coşkuyla karşılıyor. Bir kordonun arkasında duran izleyicilerin önünden geçerek yürümeye başlıyor. Ürperiyorum, bütün bu olanları çok gülünç buluyorum; ama asıl derdi m kalabalığın bize karşı cephe alması. Bizim durduğumuz yere geldiğinde, A. onu başarılı performansından dolayı kutluyor. Ne yanıt verdiğini hatırlamıyorum 12 Rüya Kayıtları ama ses tonu hiç de dostça değil. Ona Carmen karakterlerinin öbür dünyada başına neler geldiğini soruyor uz. A. “Michaela iyi durumda mı?” diye soruyor. Don Juan hiddetle “Berbat,” yanıtını veriyor. “Ama Carmen muhakkak iyi durumdadır,” diye ısrar ediyorum. “Hayır,” diyor ama öfkesi geçmiş gibi görünüyor. O anda, Hudson nehrinden saatin 8:00 olduğunu duyuran düdük sesleri yükseliyor ve uyanıyorum. New York, 8 Şubat 1941 Korsanların ele geçirdiği bir gemideyim. Gemiye yanlardan hrmanarak ayak basıyorlar, aralarında kadınlar da var. Yenilmelerini diliyorum ve öyle de oluyor. Öyle veya böyle, bir sonraki sahnede akıbetierinin ne olacağına karar verilmiş. Hepsi öldürülecek: silahla vurulup suya atılacaklar. Bu karara karşı çıkıyorum ama insaniyet narnma değil. Kadınlarla gönül eğlendirmeden öldürmek yazık olur diye. Bana hak veriyorlar. Korsanların tutulduğu yere -orta boy bir yük gemisinin alçak tavanlı yolcu salonu- iniyorum. Hepsini tarihöncesinin suskunluğu bürümüş. Pranga vurulmuş erkekler eski moda giysiler içinde. Her birinin önünde dolu tüfekleri var. Aşağı yukarı 5 kadın var, onların da modern giysileri var. ikisini çok net hatırlıyorum. Biri Alman. Zihnimdeki fahişe kavramının vücut bulmuş hali; kırmızı bir elbise giymiş, bir pavyon kadını gibi oksijenle açılmış sapsarı saçları var, biraz tombul ama pek cazibeli, profilden bakınca biraz koyuna benziyor. Diğeri ise enfes görünümlü, beyaz-zenci melezi bir genç kız; kahverengi yünden örülmüş elbisesinin içinde çok sade; Harlem’deki kadınlara benziyor. Kadınlar, salonun yanındaki bir odaya gidiyorlar, soyunmalarını söylüyorum. Emrime itaat ediyorlar, fahişe hemen soyunuyor. Sadece melez olan kız soyunınayı reddediyor. “This is the style of the Institute, not the Circus style,” diyor. Ne demek istediğini sorduğumda şu açıklamayı yapıyor: Ait olduğu sir k yaşamında, beden o kadar sıradan bir şeymiş ki, çıplak olmuş olmamış, kimsenin umurunda olmazmış. Benim çevremde ise tam tersiymiş. İşte bu nedenle kız kardeşim (= L) kendini sergileme fırsatını asla kaçırmazmış. Rüya Kayadarı 13 Los Angeles, 22 Mayıs 1941 Agathe, annem ve ben Amorbach’takilere benzer, kırmızıya çalan kumtaşlarıyla örülü bir bayırda yürüyoruz. Ama Amerika’nın bah sahilindeyiz. Sol tarafta, aşağıda Pasifik Okyanusu var. Patika, bir noktada iyice dikleşiyor ya da bitiyor. Sağ taraftaki kayaların ve çalılıkların arasından geçerek daha iyi durumda bir patika aramaya başlıyorum. Birkaç adım attıktan sonra kendimi büyük bir ovada buluyorum. İşte yolu buldum, diye düşünüyorum. Ama çok geçmeden, bitki örtüsünün çok sarp kayalıkların üstünü örttüğünü ve karaya doğru uzanan ve yanılgıyla ovanın bir bölümü olduğunu sandığım düzlüğe varmanın hiçbir yolu olmadığını fark ediyorum. Korkutucu biçimde düzenli aralıklarla sıralanmış, ellerinde cihazlar olan, gruplar halinde toplanmış insanların -belki de arazi ölçme memurları- farkına varıyorum. Geldiğim patikaya giden yolu aramaya başlıyorum ve buluyorum. Annemin ve Agathe’nin yanına vardığımda zenci bir çift gülerek önümüzden geçiyor; erkek büyük kareli bir pantolon, kadın da gri bir eşofman giymiş. Yola devam ediyoruz. Kısa bir süre sonra zenci bir çocukla karşılaşıyoruz. Yakınlarda bir yerleşim yeri olsa gerek diyorum. Kumdan yapılmış veya dağlara oyulmuş birkaç kulübe veya mağara evi vardı. Birinin içinde bir ana kapı var. Kapıdan geçiyoruz ve zevkten dört köşe Barnberg Sarayı’nın avlusuna çıktığımızı fark ediyoruz. – Miltenberg’deki Schnatterloch’ta.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir