Trevanian – Kentte Sıcak Gece

Kent merkezinden kalkan son otobüste sadece üç yolcu vardı: Bir adam, bir kadın, bir de ayyaşın teki. Zayıf, genç adam en arkada oturuyordu; üniformalı tiplere karşı içgüdüsel olarak bir güvensizlik duyardı -otobüs şoförü bile olsa. Gece sıcaktan ve içini kemiren o garip arzudan hiç uyuyamamış, kaldığı yerden yorgun argın çıkıp valizini otobüs terminalinin emanetine bırakmıştı. Yollarda bir de ağırlık taşımak istemiyordu. Otobüsteki genç kadın ise, şoförün hemen arkasındaki koltukta, çantasına sıkı sıkı sarılmış ve büzülmüş bir halde oturuyordu. Dizlerini iyice bitiştirmiş, gözlerini yerdeki kauçuk döşemeye dikmişti; karşısındaki sarhoşla göz göze gelmekten kaçınıyordu. Adam sidik ve ter kokuyordu ve otobüs çukurlara girip çıktıkça ya da çukurlardan kaçınmak için ani bir dönüşle sarsıldıkça pis bir horultuyla kendine gelip tekrar sızıyordu. Bir haftadan fazla bir süredir kenti boğucu bir sıcak dalgası sarmıştı. Gece yarısından önce, insanlar bir soluk almak için sokağa çıkamıyorlardı. Daha serin banliyölerle şehrin klimalı lüks binalarının arasında sıkışmış sosyal konutlarda, çocuklar yangın çıkışlarına atılmış yastıklarda sere serpe yatmış, kadınlar bol pamuklu giysileriyle kapı önlerindeki taşlıklarda dedikodu yaparken, erkekler de atletleri vücutlarına yapışmış halde bira içmeye devam ediyordu. Bu sıcak dalgası kenti ilk sardığında birbirini hiç tanımayan insanlar ortak bir felaketi paylaşmanın getirdiği panikle birbirine dert yanıyordu – bir savaş, sel ya da fırtına felaketi olduğu zamanlardaki gibi. Ancak, artık binalar tümüyle sıcağı emip gece olunca tekrardan bu sıcak havayı dışarı verdiğinde insanların konuşacak hali bile kalmamıştı. Otobüs karanlık sokaklardan ilerliyordu. Đnsanlar evlerini birazcık olsun serin tutabilmek için ışık bile yakmıyordu. Sokak lambalarının çoğu da, sıcaktan ne yaptığını bilmeyen çoluk çocuk tarafından patlatılmıştı.


Etraftaki bu garip karanlığa karşın, otobüsün içi ışıl ısıldı. Arkadaki adam, karanlığın içinden insanların onu cam bir kutudaki denek hayvanı gibi izledikleri düşüncesiyle tedirgindi. Otobüsün bütün camları sıcağa meydan okurcasına açık duruyordu, ama nemli hava tüm isi, tozu toprağı yapış yapış halde taşıdığından adam dişlerinin arasında bu taneciklerin gıcırdadığım hissediyordu. Uzanıp ön koltuğun penceresini kapattı. Pencerenin üstündeki reklam panosu, başarı şansınızı %25, %50, hatta % 75 oranında artırabilirsiniz… diye insanı uyarıyordu adeta. Daha da fazla… Sihirli kelimeyi bulun… Đçinizdeki gücü söküp çıkarın! Derinlerdeki duygularınıza kilit vurmayın! Genç adam, benim içimdeki güç fazla derinlerde kilitli kalmış olmalı, diye düşündü kendi kendine. Kore harekatına katılmadan ordudan ayrılmış, tam iki yıldır boşta geziyordu. Öndeki kadın otobüsün durması için kolu çekti ve kötü bir çın sesiyle otobüs sarsılarak durdu. Genç adam arkadaki kapının otomatik olarak açılmasıyla dışarı fırladı, kadın da şoföre teşekkür ederek ön kapıdan indi. Otobüs ardından sokağın tozunu toprağını savurarak, sarhoş yolcusuyla birlikte gecenin karanlığına doğru gözden kayboldu. Kadın bloktaki kırılmamış tek elektrik direğine doğru ilerlerken sendeliyordu. Ayağındaki topuklu ayakkabılara pek alışkın değildi. Bir an için bileği burkulur gibi oldu ve kızgın, suçlu arayan bir bakışla geri dönünce… işte, o anda genç adamı gördü. Adam, genç kadının kendisini izlediğini sanabileceğini düşündü. Onu korkutmak istemiyordu.

Hemen ellerini ceplerine sokup havalara bakarak ıslık çalmaya başladı. Üçüncü Adam filminde böyle bir sahne vardı. Yağmurlu bir günde sadece bir yere kapağı atıp uyumak için pire dolu bir sinemaya dalmış, fakat film onu büyülemişti. Gece yarısına kadar art arda altı matine boyunca filmi izlemişti. Tüm sahneleri ezbere biliyor, konuşmaları Welles’in vurgularıyla kusursuz bir şekilde taklit edebiliyordu. Kadının hızını artırarak gerildiğini fark etti. Islık numarasının onu hiç de rahatlatmadığı belliydi. Radyodaki Whistler programm10 daki gerilim öykülerini o da dinliyor olmalıydı. Genç adam kadının ışığın altına vardığı an durup geri dönerek, “Sakın, bir şey denemeye kalkışma!” diye onunla yüzleşmesine çok şaşırmıştı. Sesi çok tiz çıkıyordu; belli ki, çok gerilmişti. “Burası Đtalyan mahallesi!” diye adamı uyarmaya çalıştı. Genç adam ‘teslim’ anlamında ellerini havaya kaldırdı. “Aman! Bir ordu Đtalyan’ı üstüme salmanızı gerektirecek bir şey yok!” Gabby Hayes’in dişsiz ağzıyla konuşmasını taklit ederek komik olmaya çalıştı, ama kızın bunu komik bulmadığı belliydi. Işığın altında, gözleri kaşlarının gölgesinde iki çukur şeklinde karanlıkta kalmış, sadece kirpiklerinin ucuna ışık vuruyordu. Adam gülümseyerek, bu kez, Jimmy Stewart’m sesiyle, “Bakın, sizi korkuttuysam özür dilerim…” diye bir açıklamaya girişti.

“Sizi izlediğimi sanmayın. Yani… evet, sizi izliyordum ama kötü bir niyetim yok. Ben sadece öylesine yürüyordum… dalmışım işte. Hemen dönüp ters yönde yürümeye devam edebilirim. Benim için fark etmez. Belirli bir yere gittiğim yok zaten. Dediğim gibi, öylesine dolaşıyordum.” Kadın hiç gülümsemiyordu. Oysa müthiş bir Jimmy Stewart nu-marasıydı! Kadın hâlâ gergin ve korkmuş bir halde gözlerini adama dikmiş duruyordu. Adam yine komik olmaya çalışarak el sallayıp arkasını döndü, fakat birden tekrar geri döndü. “Özür dilerim, Küçük Kuşum, ama bir şeyi merak ettim.” W. C. Fields gibi genzinden konuşarak devam etti. “Neden buranın Đtalyan mahallesi olduğu konusunda beni uyarmak gereğini duydunuz acaba?” Aralarında on metre ya vardı ya yoktu.

Saat gece yarısını çoktan geçmiş olduğundan etraf çok sessizdi ve birbirlerini rahatça duyabiliyorlardı. “Filozofların dediği gibi, bunun ne ilgisi var şimdi?” W. C. Fields olarak elindeki hayali purosunun külünü silkeleyerek kibarca kadının vereceği cevabı beklememeye başladı. Kadın önce boğazını temizledi. “Đtalyanlar bu kentteki diğer insanlara benzemez. Aile anlayışları çok güçlüdür. Bir kadının çığlık attığım duydukları anda, onu rahatsız eden her kimse, hiç düşünmeden üstüne saldırırlar.” “Anlıyorum,” diye W. C. mırıldandı. “Doğrusu çok takdir edilecek bir anlayış. Ancak, sadece komik olmaya çalışan birine karşı hiç de adil değil.” 11 Kadın W. C.

taklidinden hoşlanmıştı. Adam onun gülümsediğini görünce devam etti. “Siz de Đtalyan asıllı olmalısınız.” “Hayır. Ben sadece burada kendimi daha güvenli hissettiğim için oturuyorum. Hem de, ucuz bir semt.” Adam kıkırdadı. “Bana gereğinden fazla bilgi verdiniz.” Bu kez kendi sesiyle konuşmuştu -daha doğrusu, insanlara karşı kendi sesi olarak geliştirdiği sesiyle. Kadının kaşları çatıldı. Işığın altında, alnında beliren çizgiler olduğu gibi görülüyordu. “Ne demek istiyorsunuz?” “Eh, bana yalnız yaşadığınızı ve çok paralı biri olmadığınızı açıklamış durumdasınız. Oldu olacak, sizden bir şey daha öğrenebilirim sanıyorum.” “Ne?” Kadın kuşkuyla sordu ama ilk anda fırlayan adrenalini yavaş yavaş düşmeye başlamıştı. “Acaba yakınlarda kahve içebileceğim bir yer var mı?” “Şey… White Tower var.

Dört blok aşağıda, bir sonraki köşede.” “Teşekkürler.” Yüzüne yayılan gülümsemeyle gözakları kırıştı. “Garip bir durum… yani, gerçekten öyle. Şimdi düşünün… kahramanımız otobüsten iniyor ve kendini düşlerinde kaybetmiş, dalgın bir adam onu izliyor. Kadın birdenbire durup adama dönüyor ve onu Đtalyan usulü bir ölümle tehdit ediyor. Adam şaşırmış ve tam anlamıyla korkmuş bir halde geri dönüp kaçmak istiyor. Ama merak denen o illet ona engel oluyor. Konuşmaya başlıyorlar. Adam aralarındaki on metrelik mesafenin kadının kendini güvende hissetmesini sağlayacağını umuyor. Ve konuşurlarken, sokak lambasının ışığının kadının saçlarından omuzlarına doğru ışıktan bir şal gibi sardığını düşünüyor. Ne var ki, bu ışık seli gözlerine ulaşmıyor… kadının gözleri karanlık bir gölge içinde. Bu yüzden, adam onun ne düşündüğünü ve ne hissettiğini anlayamıyor. Erkek kahramanımız kadın kahramanımıza kahve içebileceği bir yer soruyor, kadın kibarca ona bir yer tarif ediyor. Şimdi, kritik sahne geliyor: Adam kadını birlikte bir kahve içmeye davet etme cesaretini gösterebilecek mi? “White Tower’da kulelerin en beyazında, bu boğucu gecede karşılıklı oturup birkaç saat kaçamak yapabilirler.

Nelerden konuşmak istiyorlarsa, konuşabilirler… hayattan, aşktan, belki de beyzboldan. Evet, sonunda kahramanımız genç bayana bu soruyu sorma cesare12 tini bulur. Kadın duraksar. (Hadi, hangi kadın duraksamaz ki!) Adam en masum gülümsemesiyle gülümser. (Korkarım, en masumu bu. ) Bakalım, kadın kahramanımız ne yapacak? Bilemiyorum. Siz ne dersiniz?” Kadın kafasında onu tartmaya çalışarak bir süre baktı. “Đngiliz misiniz?” Adam bu ani soru karşısında gülümsedi. “Neden soruyorsunuz?” “Filmlerdeki Đngiliz aktörlerini hatırlatıyorsunuz da.” “Hayır, Đngiliz değilim. Ama siz de Đtalyan değilsiniz. Şimdi eşitiz. Ben zaten dengeyi severim. Dengeli bir huyum vardır… dengeli bir elim vardır… ve sözcüklerle oynamayı çok iyi dengelerim. Ama siz? Siz bu dengeye uymuyorsunuz.

Siz çok garipsiniz.” “Ne demek garip? “Elbette! Hiç tanımadığı bir adamla kahve içmeyi kabul eden bir kadın garip değil de nedir?” “Ben sizinle kahve içeceğimi kabul ettiğimi söylemedim ki!”. “Belki, sözlerle değil. Neredeymiş şu sizin White Tower denen yer?” “Geldiğimiz yönde. Geride kaldı.” “Dört blok aşağıda, bir sonraki köşe. Size inanıyorum.” Yan yana yürümeye başladılar. Aralarında epeyce bir mesafe tutmaya çalışıyorlardı. Adam hafif bir sohbet açmış, kadına kendine dair sorular soruyordu. Kadın az sonra bu sıcak sohbetin havasına girmişti çünkü yalnızdı ve biriyle konuşmak ihtiyacındaydı. Adam onun henüz altı aydır bu şehirde yaşadığını, şehrin merkezinden uzak bir küçük kasabadan geldiğini ve pek de sevmediği bir işte çalıştığını öğrenmişti. Kadın kendi küçük kasabasında kalmış olmayı da yeğlemiyordu. Ara sıra çok sıkılıp bunaldığı oluyordu ama geri dönecek kadar değil. Dört blok aşağıdaki köşede kadın aniden kafe-ye doğru dönünce, hafifçe çarpıştılar ve ikisi birden, “Pardon,” diyerek yürümeye devam ettiler.

Yan yana ve biraz daha birbirlerine yaklaşmış olarak yürüyorlardı ama kadın tekrar çarpışmamalarına dikkat ediyordu. Gecenin sıcağında buzdan bir ışık kulesi gibi görünen White Tower’a girdiler Saatin gece yarısını çoktan geçtiği düşünülecek olursa, içerisi oldukça kalabalık sayılırdı. Klimalar insanları buraya çekmiş olmalıy13 di. Yanlarındaki masada üzerinde pijamaları ve ayakkabı bağlan çözülmüş üç çocuklarıyla bir çift vardı. Kadının kucağındaki bebek uyuyordu. Diğer iki çocuk, Coca Cola’ları çoktan bitmiş bardaklarının içindeki kamışlarla geriye kalan buzları takırdatarak oynuyorlardı. Sıcaktan kaçıp buraya sığman diğer insanlar, onlara kafede oturma hakkını veren kahve fincanlarının üstüne eğilmiş halde, savunmada bekliyorlardı. Adama bu tipler tanıdık geldi. Onlar da kendisi gibi, evi barkı ya da işi gücü olmayan serseri takımındandı. Bütün gece açık olan kafelerde barınan, kayıp insanlar. Boşlukta kalmış insanlar. Kıyıya vurmuş balıklar gibi, doğanın yağmaladığı ve doğaya yem olmuş insanlar. Kadınla adam aralarında kahve fincanlarıyla masada karşılıklı oturmuş, konuşuyorlardı. Sohbet zayıfladığında ya da arada sırada kendi iç dünyalarına döndüklerinde, camdan dışarı vuran ışıkla aydınlanan boş sokağa doğru başlarını çeviriyorlardı. Adam bir keresinde kadının aynada yansıyan yüzünü incelediğini fark etti.

Kadın adamın onu yakaladığını anlayınca bakışlarını çevirdi. Adam da aslında kadının yüzünü tam olarak göremediğinden bu fırsattan yararlandı. Genç, ince yapılı bir kadındı. Güzel değildi. Tatlı bir yüz ifadesi vardı; sert değildi. Bakışları da aynı şekilde tatlı ve yumuşaktı ama çok anlamlıydı. Kadının tek doğal güzelliği, bu gözlerini çevreleyen upuzun kirpikleriydi. Adam ona gözlerinin güzelliğini kullanarak iltifat etmemesi gerektiğini düşündü çünkü bu karşısındaki kadının aslında güzel olmadığı anlamına gelebilirdi. Örneğin, espri anlayışı olmayan birine “ne kadar safsın” demek gibi; sıkıcı bir kadına “ne kadar iyi bir dinleyicisin” demek gibi. Kadının çene hizasındaki saçları, o tatlı ifadesini öne çıkararak yüzünü çerçeveliyordu. O gün bol bir pelerinimsi bluzla sokağa çıkmış, sert jüponuyla kazık gibi görünen etekliğinin belinde yine sert bir kemer takmıştı. Gerçi, uygun renklerde bir de yelek giymişti ama kıyafetinde, sanki başkasının elbiselerini giymiş gibi, bir gariplik vardı. Bir anda adamın beyninde bir şimşek çaktı: June Allyson! Onun makyajı, saç modeli ve gardırobu! Hep öyle olurdu! “En sevdiğim artist” dedikleri, hep kendilerine en çok benzettikleri kişi olurdu ve onu taklit ederlerdi. Sert ifadeli kadınlar Joan Crawford! 14 Sıska olanlar Ida Lupino! Yanaklı tombul suratlar Mitzi Gynor ya da Doris Day! Sade ve güzel olanlar ise, Judy Garland! Nemli gözler, ses tonu falan. Karşısındaki kadının June Allyson’u seçtiği kesindi.

Adam onun adına üzülmüştü doğrusu. Anlamsız yüz ifadesi, boş bakışları, peltek konuşmasıyla aktrislerin arasında en sıradan olanıydı. Adam temkinli bir sesle, “Çok hoş bir kıyafet,” dedi. Kadın elbiselerine bakarak gülümsedi. “Bu gece kendi kendime giyinip süslenip sinemaya gittim. Neden bilmem ama…” Omuz sil-kerek sustu. “June Allyson’un bir filmine mi?” “Evet, o filmi çok beklemiştim.” Birden gözlerini hayretle açarak, “Nereden bildin?” diye sordu. Adam hemen Belas Lugosi sesiyle, “Benim bilmediğim şey yoktur,” dedi. “Üstün güçlere sahip biriyim ben! O her gün rastladığın sıkıcı, hazır giyimli insanlara benzemem.” “Hadi, saçmalama! June Allyson’un filmine gittiğimi nasıl bildin, söyle!” Adam gülümsedi. “Attım tuttum. Şanslı bir tahmin, o kadar.” Tekrardan sesini değiştirerek Lugosi’ye öykündü. “Belki de değil! Sinemanın kapısında pusuya yatmış bir av arıyordum.

Seni görüp izledim. Otobüse bindim ve seninle indim.” Ani bir ses değişimiyle Lionel Barrymore’un ağabeyce tavrına büründü. “Şimdi beni iyi dinle, Küçük Hanım! Öyle sokaklarda kötü birilerinin sana yaklaşmasına izin vermemelisin! Seni yeraltı dünyasının bazı kötü alışkanlıklarıyla zehirleyebilirler. Kafein gibi!” Kadın gülmeye başladı. “Her neyse, bildin gerçekten de. June Allyson’ın filmine gittim. En sevdiğim artisttir.” “Sahi mi?” “Filmin adı Kadınların Dünyası. Gördün mü?” “Korkarım, hayır. ” “Üç tane adam var ve üçü de aynı parlak işin peşinde… karıları da bu işi elde etmeleri için onlara yardım ediyor. Tabii, sadece biri işi alıyor… ve June Allyson bu adamların karılarının içinde en mükemmeli. ” “Küçük bir kasabadan gelen, kusursuz eş!” 15 “Dur bir dakika! Hani, filmi görmemiştin?” “Şanslı bir tahmin daha!” Tekrar Lugino sesiyle devam etti. “Yoksa, tahmin değil mi? Sana söylemiştim, Küçük Hanım, kötü adamlara hiç güvenme. Sana gülümserler ve zararsız görünürler, ama… içleri şehvet doludur!” Kadın eliyle onu hafife aldığını ifade eden bir hareket yaptı.

Tipik kasabalı, modası geçmiş June Allyson hareketi. “Ne diye kendini hep kötü adam gibi göstermeye çalışıyorsun?” “Hiç böyle bir şey yapmadım.” Adam birden sert bir tepki gösterdi. “Yaptın! Hem de iki kez. ” Adam bir süre ona baktı ve sonra gülerek, “Gerçekten mi?” dedi. “Eh, o zaman iyi bir takım oluşturuyoruz demektir. Ben kötü adam, sen de garip kız. Riff ile Raff! Sen Riff ol, ben de Raff. Ve Amos ile Andy filminde Amos şöyle saçma bir şekilde sorar: “Bana açıklayın, Mrs. Riff! Günlük işinizde ne ile meşgulsünüz?” Ve kadın işini anlattı. J. C. Penney adında bir şirkette kasada, şirketin nakit paraları idare edebileceklerine pek güvenmediği memurlarına para dağıtımı yaptığını anlattı. Kendisi paraların toplandığı asma kattaki kasa odasında oturuyormuş. “Gerçi, pek çok şirket artık modernize oldu.

Bu kasaları kullanmıyor bile. ” “Peki, ya senin dükkan da modernize olmaya karar verip şu Weaver’in paraları artık o eski yöntemle dağıtmaktan vazgeçerse ne olacak?” “Ah, ben o zamanakadar nitelikli bir sekreter olarak yetişeceğim. Stenografi kursuna gidiyorum. Haftada iki akşam. Gregg metodu, bilir misin? Biraz para biriktirir birikitirmez de, daktilo kurslarına gideceğim. Herkes ne diyor, biliyor musun? Steno ve daktilo bildikten sonra sırtın yere gelmez!” “Evet, insanlar hep bir şeyler söyler. Ben de bu laflardan sıkılırım. Her neyse, şimdi demek oluyor ki, sen hem çalışan bir insansın ve ayrıca da steno kurslarına gidiyorsun. Dolayısıyla pek fazla sokağa çıkamıyorsun.” “Fazla sayılmaz. Zaten o kadar çok tanıdığım da yok. Aslına bakarsan, hiç tanıdığım yok.” “Aileni özlüyor olmalısın.” 16 “Hayır.” “Hiç mi?” “Ailem çok dindardır ve onlara göre her şey günahtır.

O günah, bu günah, şu günah. ” “Çok günah işliyorlar anlaşılan,” diyerek adam güldü. “Yok, onlar hiç günah işlemez ama… nasıl anlatacağımı bilmiyorum… Onlar sadece günah olan şeylere kafalarını takarlar. Ya günahlardan kendilerini arındırmakla, ya da günaha karşı koyabilmekle övünürler. Kısacası, bütün işleri günah işlememek için gayret göstermektir. Bu şeye benziyor… hani, köşeyi dönerken seninle çarpıştık ve yan yana yürümeye devam ettik ya. O sırada, tekrar çarpışmamaktan başka bir şey düşünemez haldeydik. Đşte, bizimkiler için günah konusu bunun gibi bir şeydir. Hiç akıllarından çıkmaz. Bilmem, anlatabildim mi?” “Evet, çok iyi anladım.” Aslında, adam çarpışmalarını hiç de kendi kendine konu etmemişti ama bunu böylece söylemek kabalık olurdu. Ayrıca, kızın açık sözlülüğü hoşuna gitmişti. Başkası olsa, bu konudaki düşüncelerini anlatmaktan kaçınırdı. Bir süre sessiz kaldılar. Sonunda, ilk kendine gelen kadın oldu.

“Peki, ya sen?” “Günah konusunda mı?” “Yok, hayır. Genel olarak kendinden bahsetsene. Đşinden filan. ” “Pekala. Önce, itiraf etmeliyim ki, J. C. Penney adında bir dükkanda çalışmıyorum ve hayatımda steno kursuna gitmedim. Zamanım olmadı diyebilirim çünkü sinema çıkışlarında av yakalamak çok vaktimi alıyor…” “Aşkolsun! Hem bu Đngiliz aksanınla nasıl Đngiliz değilim dersin?” “Benimkisi Đngiliz aksanı filan değil. Buna “orta-Atlantik” aksanı diyorlar. Ben üniversitede tiyatro derslerinde…” “Ah, üniversiteye mi gittin?” “Kısa bir süre. Sonra Kore olayı çıktı ve…” Omuz silkerek konuyu değiştirdi. “Hayır, Đngiliz değilim. Kendi kendime sesimi ve konuşmamı değiştirmeye karar verdim çünkü hiç hoşlanmıyordum. Çok… Amerikalı… New Yorklu’ydu. Metalik, zorlayıcı, düz.

Ben sevdiğim bazı aktörler gibi konuşabilmek istiyordum. Orson 17 Welles, Laurence Olivier, Maurice Evans. Bu yüzden tiyatro dersleri aldım ve saatlerce odama kapanıp çalıştım. Bantları dinliyor ve her birini taklit etmeye çalışıyordum. Sonuçta, boşa giden bir emek oldu. Zaman kaybı.” “Hiç de değil. Konuşmaların çok hoşuma gitti. Bence çok… düzeyli ve kültürlü. Claude Rains ya da James Mason gibi.” Adam Rains taklidi yaparak, “Ah, evet, canım,” dedi. “Sonunda bu konuşmalar bende kaldı işte.” Rains’den bir anda Mason’a geçiş onun için sorun bile değildi. Biraz daha ağır ve boğuk bir sesle konuşmak yeterliydi. “Fakat nasıl konuşursam konuşayım, hâlâ aynı insandım.

Değişemiyordum. Lanet olsun!” Ardından günlük sesiyle, “En doğru seslilerime ve sessizlerime rağmen, hâlâ o kaçmak istediğim şeyden kaçmaya çalışarak olduğum yerde sayıyordum. Hani, herkesin kaçtığı bir şey vardır…” “Demek orduya katılmak için üniversiteyi terk ettin?” “Evet. Ama ordudan beni erken terhis ettiler.” “Neden?” “Bilmem, asker olacak bir tip değilim galiba. Yeteri kadar saldırgan değilim. Ne o? Üşüdün mü?” Kadın ellerini göğsünde kavuşturmuş, elleriyle dirseklerini sarmıştı. Adam uzanıp onun koluna dokundu. “Gerçekten, üşümüşsün.” “Klimalardan. Neden bu kadar çok açıyorlar ki.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir