Şaşırtıcı bir kitap, şaşırtıcı bir yazar, şaşırtıcı bir kahraman, inanılmaz ölçüde karışık ve özgün bir roman kahramanı Nicholai Hel. Yarı Rus, yarı Alman asıllı koyu bir Amerikan düşmanı. Şanghay’da doğmuş, bir Japon generali tarafından büyütülmüş: bir Japon bilgesinden de «Go» oyunu öğrenmiş. Bask dili dahil yedi dili ana dili gibi konuşuyor. Plastik kartla ya da kurşun kalemle bir insanı rahatlıkla öldürebilecek ustalıkları da edinmiş. Üstün düzeydeki «yakın algılama» yeteneği yüzünden fotoğrafı bile çekilemeyen bu profesyonel terörist avcısı, terörcü, korkusuz mağaracı, yenilmez savaşçı ve gerçek feylesof, günün birinde emekli olarak yaşadığı şatosundan çıkıyor: amansız ve acımasız bir dövüşe katılmak üzere… Karşısında Ana Şirket vardır. CIA’yi bile denetim altında tutabilen bir kuruluştur bu: dünyanın bütün enerji kaynaklarını, bütün ekonomik zenginliklerini kontrol etmek istemektedir. Bir yandan da OPEC’in gözü doymaz mal mülk çılgınlarıyla da ortaklığı vardır. Trevanian… En az romanın kahramanı Nicholai Hel kadar gizlerle dolu bir yazar. Kim olduğunu yalnız yayıncısı biliyor, nerede doğduğunu ise yalnız kendi biliyor. Şu anda hangi adreste oturduğu herkesten gizli. Çocuk denecek yaşta okulu bırakıp hayata atılmış, on yıl sağda soldu serserilik etmiş, yaşanmamış saydığı bir askerlik döneminden sonra dört ayrı bilim dalında dört ayrı diploma almış doktora yapmış. Paris başta olmak üzere Tokyo, Montreal, New York, Roma gibi şehirlerde 45 yıl yaşamış, bilindiği kadarıyla yaşamı süresince elli kez mekan değiştirmiş bir yazar. Kolay unutulmayacak bir kitap elinizdeki. Bu kitap içinde Kişikava, Otake, De Lhandes, Le Cagot olarak görünen kişilerin anılarına sunulmuştur. Yukarıda adı geçenler dışında kitapta sözü edilen bütün kişi ve kuruluşlar tümüyle uydurmadır, ne var ki içlerinden bazıları bunun farkında değildir.
Sinema perdesinin üzerinde sayılar sırasıyla yanıp sönüyordu. 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, … Derken perde karardı ve özel izlem odasının duvarlarına aralıklarla yerleştirilmiş ışıklar bir bir yandı. Göstericiyi işleten adamın ince, metalik sesi odalar arası konuşma aracından yükseldi. «Siz hazır olunca ben de hazırım, Bay Starr.» Salondaki tek seyirci T. Darryl Starr, önündeki panelde bulunan bağlantı düğmesine basıp konuştu. «Hey, arkadaş! Söylesene bana, filmin başındaki bu sayılar ne demek oluyor?» «Buna akademik başlangıç diyorlar efendim. Bir tür şaka olsun diye önce onları verdim ekrana.» «Şaka mı?» «Evet efendim. Yani… filmin konusunu düşünürseniz… böyle ticari bir başlangıç biraz komik geliyor… öyle değil mi?» «Neden komik oluyor?» «Şey… yani… filmlerdeki şiddet olaylarından ne kadar çok kişinin yakındığını düşünürseniz…» T. Darryl Starr homurdanarak yumruğunun tersini burnuna sürttü, sonra da ışıklar söndüğünde tepesine ittiği pilot tipi güneş gözlüklerini yeniden aşağıya indirdi. Şaka…! Tam da sırasıydı! Bir fiyasko olmuşsa tutuşan kendi kuyruğu olacaktı. Bu işte en küçük bir hata yapılmışsa, Bay Diamond’la adamlarının bunu derhal fark edecekleri ortadaydı. Kılı kırk yaran piçler! CIA’in Ortadoğu faaliyetlerini ellerine geçirdiklerinden bu yana bütün zevk ve eğlence gereksinimlerini onun bunun yaptığı küçük hatalara parmak basarak karşılıyorlardı hergeleler. Starr elindeki puronun ucunu ısırdı, ısırdığı parçayı yerdeki halıya tükürdükten sonra puroyu çatlak dudakları arasında biraz çevirip yaktı. En yüksek rütbeli ajan olmak ona hiç değilse Havana puroları içebilme hakkını kazandırmıştı. Çocukluğunda Lone Star sinemasında yaptığı gibi iyice aşağıya kayıp bacaklarını öndeki koltuğun üzerine attı. O zamanlar öndeki çocuk buna karşı çıkmaya yeltense, Starr ona bir tekmede kıçını köprücük kemiklerinin arasına geçireceğini söylerdi. Öteki çocuk sinerdi bunun üzerine. Çünkü T. Darryl Starr’ın bir tür zorba olduğunu, istediği zaman önüne gelen çocuğu tepeleyebileceğini bilmeyen yoktu. Tabii artık o günlerin üzerinden nice yıl, nice tekme ve yumruk geçmişti, Ama Starr’ın huyunda pek bir değişiklik olduğu söylenemezdi. Zaten CIA’in en yüksek rütbeli ajanı olmak için gerekli öğelerin en başında bu geliyordu. Ve bir de tecrübe. Sonra da kurnazlık. Bir de, tabii, vatanseverlik. Starr saatine baktı. Dörde iki vardı. Bay Diamond filmin tam dörtte gösterilmesi için çağrıda bulunmuştu. Yani başka bir deyimle, Bay Diamond bu salona girdiğinde Starr’ın saati tam dördü göstermiyorsa… saati derhal tamirciye götürmek gerekirdi. Yeniden önündeki düğmeye bastı. «Film nasıl genellikle?» Gösterimci, «Ne koşullar altında çektiğimizi düşünürseniz fena sayılmaz,» diye yanıtladı. «Roma Uluslararası Havaalanı binasında ışık düzeni pek yanıltıcı. Doğal ışıkla tepedeki floresanların karışımı. Filtre olarak CC birleşimi kullandım, f-stopumu daha aşağıya indirdim. O zaman da tabii netleştirme güçleşti. Renk kalitesine gelince…» «Senin o kıytırık sorunlarını dinlemek niyetinde değilim!» «Özür dilerim efendim. Sorduğunuz soruyu yanıtlamaya çalışıyordum.» «Yanıtlama!» «Efendim?» Salonun arkasındaki kapı şırak diye açıldı. Starr saatine baktı. Saniye kolu beş adım gerideydi. İçeri giren üç adam sıralar arasındaki yoldan hızla öne doğru ilerlediler. En önde Bay Diamond vardı. Yaşı kırkların ikinci yarısında, ince, zımba gibi bir adamdı. Üstüne hokka gibi oturan kusursuz giysileri, zihninin de ne kadar düzenli çalıştığını ortaya koyar gibiydi. Hemen arkasından; Başyardımcı’sı yürümekteydi. Uzun boylu, gevşek eklemli, akademik havalı bir tip. Diamond zaman harcamaktan hoşlanmadığı için, bir toplantıdan öbürüne giderken yolda emirler yağdırmak alışkanlığındaydı. Başyardımcının kemerine asılı ses kayıt makinesi bu nedenle her zaman kalçasının üstünde sallanır dururdu. Duyarlı alıcıyı da gözlüklerinin madenî çerçevesine monte ettirmişti. Hep Bay Diamond’un bir adım gerisinde yürür, yanı başına oturur, ağızdan çıkan tek heceyi kaçırmamak için kafasını ona doğru eğik tutmaya çalışırdı. CIA’in katı atmosferi içinde gelişebilecek espri anlayışı göz önüne alındığında, Bay Diamond’la durmadan ona sokulmaya çalışan başyardımcısı arasında homoseksüel ilişkiler bulunduğu yolunda dedikodular çıkması çok doğaldı. Yapılan esprilerin büyük bölümü, Bay Diamond birden olduğu yerde duruverirse başyardımcının burnunun ne olacağı konusuna yönelikti. Arkadan gelen ve içine düştüğü hızlı eylem ve düşünce temposundan şaşkına dönmüş gözüken üçüncü adam bir Araptı. Sırtındaki batılı giysileri koyu renk, pahalı, ama üstüne uymayan türdendi. Aslında suç terzide değildi. Arabın vücudu, güven ve disiplin gerektiren giysilere göre yaratılmamıştı bir kere. Diamond, Starr’ın sırasının karşı tarafındaki kenar koltuğa oturdu. Başyardımcı hemen onun arkasındaki yere yerleşti. Filistinliye gelince, o bir süre kimsenin kendisine nereye oturacağını göstermemesinden tedirgin gibi gözüktüyse de, sonunda arkalarda bir koltuk beğenip içine gömüldü. Bay Diamond mikrofonun sözlerini rahatça alabilmesi için başını hafif arkaya çevirerek zihnini meşgul eden düşüncelerin sonunu getirdi. «Önümüzdeki üç saat içinde bana aşağıdaki konuları hatırlat: Bir – Kuzey Denizindeki petrol kuyusu kazası ve olayın kitle haberleşme sisteminde örtbas edilmesi, İki – Alaska boru hattının yarattığı çevre kirlenmesini inceleyen o profesör olacak herifin kaza süsü verilerek ortadan kaldırılması.» Bu konuların ikisi de artık bitiş safhasında sayılırdı. Bay Diamond hafta sonunda biraz tenis oynayabilme umudundaydı. Tabii bu CIA salakları Roma havaalanı harekâtının içine etmemişlerse. Aslında yapılan iş basit bir bozgun eylemiydi. Bir terslik çıkmasına neden yoktu. Ama Ana Şirket onu CIA’in Ortadoğu faaliyetlerinin başına getirdiğinden beri geçen altı ay içinde Diamond, hiçbir eylemin CIA’in hata çizgisinin altına inecek kadar basit olmadığını öğrenmiş bulunuyordu. Diamond Ana Şirketin neden ortaya çıkmadığını, neden CIA ve NSA’nın paravanı arkasında kalmayı seçtiğini çok iyi biliyordu ama, anlaması işini kolaylaştırmıyordu. Ana Şirketin yönetim kurulu başkanı onu bu göreve yollarken «CIA ajanlarını geri zekâlılara iş verme kanununa katkımız olarak düşün,» dediğinde, bunu da pek komik bulmamıştı zaten. Diamond henüz Starr’ın eylem raporunu okumamıştı. Bu işi de şimdi bitirebilmek için elini arkaya uzattı. Başyardımcı zaten bunu bekliyordu. Elinde hazır tuttuğu sayfaları patronun parmakları arasında tutuşturdu. Birinci sayfaya göz atarken Diamond alçak sesle, «Puroyu söndür, Starr,» dedi, sonra elini havaya kaldırdı. Bu hareketi üzerine duvardaki ışıklar hemen kararmaya başladı. Darryl Starr ortalık kararırken renkli gözlüklerini tekrar kafasının üstüne itti. Bu arada projeksiyonun ışığı da havadaki mavi dumanlar arasından ileriye doğru uzanıverdi. Ekranda kocaman, kalabalık, faal bir havaalanı binasının içi belirdi. Starr kelimeleri yuvarlaya yuvarlaya, «Burası Roma Uluslar arası Havaalanı,» dedi. «Zaman ayarı, Greenwich saatine göre on üç otuz dört. Tel Aviv’den gelen 414 uçuş numaralı uçak alana yeni inmiş. Eylem başlayana kadar daha biraz zaman geçecek. İtalyan gümrük görevlileri pek hız rekortmeni sayılmaz.» «Starr?» Diamond’un sesi bezgindi.
Okutmalik