Trevanian – Yirminci Mil

GERÇİ WYOMING SEKİZ YILDIR eyaletti, ama eski gardiyanlar buraya hâlâ Bölge Cezaevi diyordu. Gardiyan John Tillman (yanaklarının yumuşaklığından dolayı “Bebek Kıçı” diye ona takılan gardiyanlar “BB” adını takmışlardı), üst kattaki güvenlik kanadında “kaçıklar”a gardiyanlık yapmak gibi sevimsiz bir görev üstüne kaldığından beri bir aydır düzenli vardiyadaydı. Akıl sağlığı yerinde olmayanlara neden “moonberry” denildiğini bilmiyordu; eskilerin yeni muhafızlara işkence edip aşağılamak için yaptıkları saçma şakalardan biri olabileceğinden korkarak sormamıştı. Tillman özel hücrelerde ilk turuna başlayarak her kapının önünde durdu ve gözetleme deliğini açarak mahkûmu kontrol etti. İlk kaçık şiltesinin kenarına oturmuş kendi kendine sallanıp fısıltıyla konuşuyordu. Boş boş bakan yüzündeki kusursuz memnunluk gülüşü, çocukların yüzlerine asit fırlatmanın kendi görevi olduğuna inandığı konusunda en küçük bir ipucu vermiyordu. Yargıca, “Eğer ben yapmasaydım…” diye açıklamıştı, “… kim yapacaktı?” Bir sonraki hücrede bulunan “Politikacı” önündeki boşlukla berbat bir tartışmaya girmişti. Üçüncü kaçık, gözetleme deliğinin açıldığını duyunca bir köşeye büzüştü. Ellerinin arkasına saklanarak, “Lütfen bana zarar verme! Bunu yapmak istememiştim! Yemin ederim ki istememiştim!” diye yalvarmaya başladı. Gardiyanların taktığı adla “Hayalet”, her şey7 den korkuyordu. Sabah turlarında bir gardiyanın içeriye girip idrar kovasını alması gerekiyordu, çünkü Hayalet öbür tutuklular gibi kovayı kapıya getirmeye korkuyordu. Tillman, Hayalet’in orada olup olmadığını kontrol ettikten sonra gözetleme deliğini yavaşça kapattıktan sonra, yaşlı adam, “Bunu yapmak istememiştim!” diye tekrarladı, ama hemen sonra rahatlayarak gözlerini kurnazca kıstı. Onları gene kandırmıştı. Aslında yapmayı istemişti. Eline fırsat geçerse gene yapardı.


Bu kadınlar bunu hak ediyordu! Tillman şu anda boş olan iki ranzalı büyük hücrenin yanından geçerek koridorun sonundaki son kapıya gitti. Gözetleme deliğine uzanırken korkudan titredi, çünkü bu hücredeki kaçık, Lieder adlı adam, cezaevindeki en tehlikeli mahkûmdu. Gardiyanlar Lieder’den her zaman özel bir gururla söz ederdi. Adam kötülerin kötüsüydü ve toplumu ondan korumak için kendileri seçilmişti. “Bu da demektir ki biz yeterince iyiyiz, değil mi? Kaldı ki 187’yi içeride tutmayı başardık.” 187 nolu hücrede kalan kişi, en ünlü mahkûmları Robert Le-Roy Parker, George “Butch” Cassidy takma adıyla Bölge Cezaevi’nde on sekiz ay yatan bir at hırsızıydı. “Ama 187, bu Lieder’in yanında Pazar Okulu öğretmeni kalır. Adamın yumuşak görüntüsüne sakın kanma, evlat. Tilki kadar kurnazdır. Hep tetikte ol. İki yerden kaçtı, er ya da geç tekrar denemek isteyeceğine de şüphe yok. Kaçışının senin nöbetinde olmaması gerek, yoksa müdür boğazına yapışıp ciğerini söker!” “Evet, evlat, Lieder’in bütün gün o hücrede yatıp ne yaptığını biliyor musun? Annenin sana gözlerini bozacağını söylediği şeyi yapıyor. Okuyor! Hücresi kitaplar, dergiler ve gazetelerle dolu! Okuyor mu dersin? İlk ışıktan son ışığa kadar. Çoğunlukla tarih ve politika. Ama temcit pilavı gibi okuduğu çok sevdiği bir kitap var.

” “Hangisiymiş bu?” “Ha, duyarsın, duyarsın. Her şeyi yakında öğrenirsin.” Gardiyanların Lieder’e kitap ve dergi getirmesinin bir nedeni bunun onu sakinleştirmenin en kolay yolu olmasıysa bir nedeni de ondan korkmalarıydı. Lieder bir keresinde nöbetçi çavuşa büyük bir soğukkanlılıkla, her hafta bir gazete almazsa çıktığında onu ve ailesini cezalandıracağını söylemişti. Çavuş tehdide burnunu bükmüş, bir kaçığın güvenlik kanadından çıkmasının asla mümkün olamayacağını söylemişti. Ama ertesi gün de koltuğunun altına kıstırdığı bir gazeteyle gelmişti. Eee, işi şansa bırakmanın alemi var mı? Allahını seversen, şu sabıkasına bir baksana. Lieder henüz on dört yaşındayken, Laramie’nin hemen güneyindeki bir kasabada bir haftasonunu cehenneme çevirmiş, pencerelere ateş etmiş, okulu ateşe vermiş, üç çocuğu bir ahırda rehin alarak yaklaşan olursa ahırı yakmakla tehdit etmişti. Sonunda köşeye sıkıştırılıp yakalanmış ve belalı çocuklar için özel olarak kurulmuş bir ıslahevine gönderilmişti. Burası korkunç cezalar verilen ve omuzları acıyla düğüm düğüm olana dek kollarını uzatıp diz çökerek uzun dualar ettirilen belalı çocuklara ayrılmış bir yerdi. Lieder, on sekiz yaşında, kurtuluşu için birlikte dua ederlerken maneviyat öğretmenini ağır şekilde yaralayarak oradan kaçtı. Üç ay yaratıcı bir acımasızlıkla kaçak yaşarken Wyoming’in tüm güneydoğu köşesini ürkek ve yaralı bıraktı, ta ki tekrar yakalanıp Bölge Cezaevi’ne gönderilene kadar… Çünkü başka hiçbir kurum, bir vaizi, İsa’sının yaralarını onda da yapmak için ellerine ve ayaklarına dört kez ateş ederek cezalandıran bir insanı koruyacak donanıma sahip değildi. Lieder kendisini linç etmek isteyenlerin elinden kurtarıldı ve topluma tehdit oluşturduğu gerekçesiyle özgürlüğü ömür boyu kısıtlandı. İçeriye girer girmez örnek bir mahkûm oldu; kimseye sorun çıkarmıyordu, her zaman nazik, her zaman yardımseverdi. Ama cezaevinin süpürge fabrikasında (ustabaşı olarak) çalışırken kaçtı ve neredeyse üç yıl kaçak yaşadı.

Kibirlilik, egzotiklik, kendi haklılığına inanmış bir öfke ve karnavalsı saçmalıklar karışımı Coxey ordusunun “Union Pasific” koluna girdikten sonra hayal kırıklığına uğradı ve güney Wyoming’le kuzey Colorado’da terör estirmeye başladı. Bir ara bir tür siyasallık geliştirdi; kurbanları, paraları nerede sakladıklarını öğrenmek için onlara işkence ederken Lieder’in köylü ve işçileri “Altın Haç’ta” çarmıha gerilmelerini önlemek ve Amerikalıların işlerini çalmak ve kadınlarını kandırıp kanlarını bozmak için okyanustan akın akın gelen yabancı sürülerinden onları korumak için William Jennings Bryan’m haçlı seferine katıldığını böbürlenerek anlattığını söylediler. Şiddet çılgınlıkları, Bryan yerine McKinley’e oy vermek istediğini söyleyen bir köylüye saldırmasıyla doruğa çıktı. Lieder köylüden başlayarak tüm ailesini balta sapıyla metodik bir cezalandırmaya uğrattı ve bunu öyle yaptı ki daha sonra aileden kimse olayı anlatamayacak durumdaydı. Köylünün belleği asla tam olarak yerine gelmedi; iki çocuğunun beyni hasar gördü ve yabancılardan korkunç bir dehşete kapılır oldular; kadının gerçeklikten uzaklaşışı o kadar büyüktü ki, son yıllarını gözetim altında geçirdi. Lieder’in “büyük bir tahrik” gördüğünü ve sevgili Amerika Birleşik Devletleri’nin iyiliği için davrandığını iddia etmesine karşın, yargıç büyük bir güvenlik altında ömür boyu hapse mahkûm etti onu. Tillman’ın nöbeti devraldığı gardiyan, “Bu Lieder kaçık, tamam,” diye açıkladı, “ama hiç de aptal değil. İnsanlara her tür ezayı çektirmiş, ama kimseyi öldürmemiş, çünkü bunun için asılacağını biliyor. Hayır, hiç de aptal değil. Ne ki, bir şeytan o. Yüzde iki yüz damıtılmış saf şeytan. Peki kurnaz mı? Tatlı diliyle yılanı deliğinden çıkarır. Yani dikkatli ol, evlat. Çok dikkatli ol demek istiyorum.” Bütün bu konuşmalar Tillman’ın karısına Lieder’le konuşacağı sözünü keşke vermeseydim, diye düşünmesine neden oldu.

Ama… söz sözdür. Gözetleme deliğini açınca Liederin elinde açık bir kitapla öfkeli öfkeli hücreyi arşınladığını gördü. “Evet! Ve bu ‘musibet zamanı’ Küba’da savaş anlamına gelmeli! Başka ne olabilir ki?” Hücrenin kapı yanındaki köşesine vardığında bir an gözden kayboldu, ama sonra dönüp beş adımda karşı köşeye gitti. Yüzüne yakın tuttuğu sayfadan okudu: “Musibet geçecek ve ülke tekrar dirliğe kavuşacak! Ama dirlik içindeyken içten içe kemiren çürümeyi pek fark etmeyecek! Çürüme yayılacak, ta ki halkın arasından bir lider çıkarak işgalcileri püskürtene kadar!” Lieder kitabı yavaşça kapattıktan sonra parmaklıklı pencereden ufka baktı, “işgalcileri püskürtene kadar…” diye tekrarladı şaşkınlıkla. Sonra kendini ranzanın alt kısmına attı. “Onları püskürtmek!” Birden sakinleşen bir ses tonuyla tavana bakarak konuştu: “Yeni gardiyan sen olmalısın. Adın nedir?” “Ha… Tillman.” “Tillman,” diye tekrarladı Lieder. “İnsanların adını öğrenmek hoşuma gider. İnsanların adlarını bilmek önemlidir diye düşünüyorum. Peki, Bay Tillman, kaçıklar dünyasına hoş geldiniz. Bana bir şey getirdiniz mi?” Tillman boğazını temizledi. “Bu haftanın gazetesini.” Utanç verici bir sessizlik oldu. “Nasıl… ah… nasıl ben…?” 10 “Kapıyı açmadan gazeteyi bana nasıl vereceğinizi merak ediyorsunuz.

” “Şey… eee…” Tillman elbette işi şansa bırakmak istemiyordu. Lieder ayağa kalktı. “Sayfaları tek tek büküp delikten içeriye atıyorlar. Siz de biliyorsunuz, en iyi yol olduğuna yürekten inanıyorum. Bir insan buraya girme riskine kapılacak kadar aptal olmamalı.” Tillman dört sayfalık gazetenin ilk sayfasını beceriksizce bükerek yavaşça gözetleme deliğinden içeriye soktu. Lieder birden sayfayı yakalayıp içeriye çekti. Tillman ikinci sayfayı bükmeye başlarken, “Haberler iyi,” dedi. “Öyle görünüyor ki Küba’daki savaş bitmiş. “İspanya’yla… bir şey… imzaladık.” Lieder gazeteye dik dik baktı. “Bir protokol… ne cehennemse. Washington’daki bu zır cahil orospu çocukları kandırılmışlar! Yabancılara neyin ne olduğunu, kimin kim olduğunu öğretmek için Amerikan gençleri savaşıp ölürken politikacılar protokol imzalıyor! İspanya Portoriko’dan elini çekti, Filipinler de üstümüze kaldı! Üstelik o aptal McKinley de iyi iş yaptığını düşünüyor! O Kurnaz İspanyollar zehirli kaşığı bize içirdiler, Bay Tillman. Bize zehirli kaşığı içirdiler! Birkaç milyon zır cahil salağı üstümüze yıktılar, emin ol, Amerikalıların işlerini çalmak için akın akın buraya gelecekler! Şunu verin bakalım!” İkinci sayfayı da gözetleme deliğinden çekip aldı ve çabucak göz gezdirdi. “Aptal orospu çocukları!” Tillman, Lieder’e karısının önerisinden söz etmek için doğru anı bulma fırsatı kolluyordu, ama şu an kesinlikle doğru an değildi.

Lieder, “Bir konuda görüşünüzü almak isterim, Bay Tillman,” dedi. “Sizce Maine’i kim havaya uçurdu?” “Eee… İspanyollar elbette.” “İspanyollar mı?” Lieder güldü. “Şu anarşistler yaptı! O göçmen orospu çocuklarından biri Maine Amerika’da limandayken güverteye zaman ayarlı bir bomba koydu!” “Ama… bunu neden yapsınlar?” “Bizi savaşa girmek zorunda bırakmak için! Askerlerimizi ülke dışına çıkarıp bomboş haldeyken işgal etmek için!” “Saçmalık bu! Böyle—” 11 Lieder hızla dönerek gözetleme deliğine öfkeyle baktı… sonra gözlerinin ifadesini değiştirerek öfkesini maskeledi. “Peki, belki hak-hsınızdır, Bay Tillman.” Dişlerini göstere göstere gülümsedi. “Kaçıklar bazen kaçıkça şeyler söylerler. Kaçık olduklarını böyle anlarız, değil mi? Bay Tillman, bana bir şey söyler misiniz?” “Nedir?” Tillman’ın sesi sertleşti. Hiçbir kurnaz kaçık tatlı diliyle onu kandıramazdı. “Okur musunuz? Ben insanların okuması gerektiğine inanırım. Zihnini açık, ufkunu geniş tutar okumak.” “Ben İncil’den başka şey okumam. Bir insanın başka bir kitaba ihtiyacı yoktur, çünkü bu dünyadaki tüm hakikat orada yazılıdır. Ben ve karım her sabah ve her akşam Kitab-ı Mukaddes’i okuruz.” “Eşiniz mi? Ha… evet.

Evet, bir gardiyan yeni gelen gardiyanın yeni evli olduğunu söylemişti. Ne fena, değil mi, bazı insanlar yeni evliler için berbat şeyler söylemeleri gerektiğini düşünüyor. Nasıl yaptıkları, kaç kez yaptıkları, daha sonra karısının kendini nasıl hissettiği üzerine şakalar yapıyorlar! Komik olduklarını sanıyorlar, ama aslında akılları şeylerine kaçmış. Demek İncil’den başka bir şey okumuyorsunuz, ha? Kapıya geldiğinizde ne okuyordum biliyor musunuz? Şimdiye kadar yazılan en önemli kitabı okuyordum —tabii İncil’den sonra en önemli. Yasak Hakikat’ın Ortaya Çıfcışı’nı okuyordum, kendine yalnızca Savaşçı diyen biri tarafından yazılmış. Yasak Hakikatin Ortaya Çıkışı kitabını daha önce duymuş muydunuz, Bay Tillman?” “Duyduğumu söyleyemem,” dedi Tillman, ses tonu hiç de avanak olmadığını anlatıyordu. “Bunu duyduğuma üzüldüm. Ama öyleyse, anlıyorum ki herkes Yasak Hakikat’ı öğrenme şansına sahip değil. Ancak bu güzel topraklarımızı peyderpey dağıtan Washington’daki politikacıları püskürtmek için seçilmiş olanlar öğrenebilir. Ve göçmenler! Ve papa-cılar! Ve borsacılar!” Ve—” Birden gülümsedi. “Ama beni dinleyin de yaptığımı yapmayın, olur mu? Kaçıklar gibi abuk sabuk konuşuyorum. Aklı başında insanlar, onlar yabancılar, Katolikler ve Yahudilerin Amerikan savaş gemilerini havaya uçurup kaçmalarına aldırmaz! Yoo! Amerika’nın, Avrupa’nın cahil cühela ayaktakımını atacağı bir çöplüğe dönmesine aldırmazlar onlar!” Ranzanın alt kısmına oturarak elini yüzüne götürdü. 12 “Ah…” Tilman tereddütle konuşmaya başladı. “Okumadan söz etmişken falan, siz… eee… hücrenizde İncil var mı?” Lieder cevap vermedi. “Bunu soruyorum, çünkü karım…” Tillman omuzlarını silkti.

“Çünkü karınız ne, Bay Tillman?” Lieder ellerinin arasından konuştu. “Şey, ona sizden söz ettim, karım da benim. yani demek istiyorum ki, karım düşündü de belki siz…” “Belki ben ne, Bay Tillman?” Gardiyan boğazını temizledi. “Kişisel kurtarıcınız olarak Tanrı’ nın Oğlu İsa’yı kabul ediyor musunuz?” Lieder kolunun arasından gülümsedi. Ama yanıt verdiğinde sesi yumuşak ve tatlıydı. “Şey, dürüst olmak gerekirse, ettiğimi söyleyemem, Bay Lieder.” “Kuzu Kanı’nda yıkanmadınız mı?” “Ha-yır. Ama itiraf etmeliyim ki bu sözler bana hayli ilginç geliyor.” Kolunu indirerek gözetleme deliğine baktı, gözlerinde kırılgan ve samimi bir ifade vardı. “Karınızın elinde okuyabileceğim bir şey yoktur, değil mi? Ayağımı doğru yola koymamı sağlayacak bir şey?” “Yarın size bazı baplar getiririm.” “Öyle mi, Bay Lieder? Çok memnun olurum.” “Bana güvenebilirsiniz.” Lieder gözetleme deliğini kapattıktan sonra derin bir soluk aldı. Anlattığım zaman Mary çok memnun olacak. Çok çok memnun olacak! Lieder yalnız kalınca, dudaklarına küçümseyen bir gülümseme yerleşti.

“Peki bakalım! Paul’den Frezyenlere: 7,13’te söyledikleriyle ilgilidir herhalde. Tanrı’nın sözüne güven, çünkü Hakikat budur, ve hakikat seni özgürleştirecektir.” HOLLANDALI PARMAĞI, YANKİ SÖZÜ, Sally’nin Çekmecesi, Neden Zahmet Edeyim? Kolay Yerli Kadın, Evreka… VVyoming’te altına hücum doruk noktasına çıktığı sıralarda kasabalara o kadar çok kısa ömürlü ve tuhaf adlar bıraktı ki, “Yirminci Mil” bunların yanında 13 aklı başında kalır, elbette kasabanın hiçbir yerden yirmi mil ötede olmadığını keşfetmenize kadar. Burası, Sürpriz Maden Damarı adlı yüksekteki bir gümüş madenini Kader kasabasına bağlayan dar demiryolunun yanına bir gecede kuruldu. Bu iki istasyon arasındaki uzaklık karga uçuşu on yedi mildi yalnızca, ama karga trene binmek zorunda kalsaydı, bir yanda treni neredeyse sıyıran kayaları, öbür yanda mideye kramplar sokan derin koyaklarıyla Medicine Bow Sıradağlarının yükseklik korkusu yaratan tepelerinde kırk üç mil işkenceli bir yolculuğa katlanmak zorunda kalırdı. Bazıları Yirminci Mil’in adını, uzaklığı ölçmek için rastgele bir nokta seçen demiryolu görevlilerinin, toprağı dinamitleyip yol açarken, hattan yaklaşık yirmi mil yukarıda iki dönümlük bir düzlüğün istasyon olabileceğini düşündüğü zaman aldığını iddia ederler. Bir gecede yerden mantar biter gibi biten boyasız, taklit cepheli küçük bina demeti, Yirminci Mil olarak anılır oldu. Kabul etmek gerekir ki, Yirminci Mil’in adını yirmi mil ötedeki bir noktadan yirmi mil ötede olduğu için aldığını öğrenmek pek de gurur okşayıcı bir şey değildir, daha iyi bir açıklama alma şansımız da pek yok, çünkü Yirminci Mil harita ekiplerinin araştırmalarında yalnızca küçük bir nokta olarak yer alır ve haritacıların kimsenin yaşamadığı kasabalar için kullandığı meskûn olmayan bina grubunu göstermek üzere bir sembol bulunur. Bu hayalet şehir zaman zaman hatıra avcılarını kendisine çeker. Bu avcılar şimdi terkedilmiş olan tehlikeli demiryolu sapağına Amerika’nın Yok Olmuş Geçmiş’inden hatıralar bulmak için geldikten sonra, terkedilmiş, güneşin rengini açtığı binalardan oluşan küçük Yirminci Mil yerleşim yerine gelince rahatsız edici bir “ürperti” yaşadıklarını söylerler. Eskiler kasabanın “kötü totem”inin 1898’de burada olanlardan kaynaklandığını belirtir. Kısa süren görkemli bir yaşayıştan sonra çürümeye başlayan kasabada 1898’de yalnızca bir avuç insan yaşıyordu. Ama her Cumartesi akşamı beş vagonluk ta-kırtılı bir tren, eritilip tekrar gemiyle Doğu’ya götürülmek üzere Sürpriz Maden Damarı’ndan Kader’e haftalık gümüş üretimini taşırdı. Tekleyen lokomotif Yirminci Mil’de kısa bir süre durup haftalık içki âlemlerini yapmaya gelen altmış kadar madenciyi indirirdi. Pazar sabahı geri dönerken bu madencileri tekrar alır, alırken de Ma14 den Damarı’na ve Yirminci Mil sakinlerine kömür, malzeme ve gıda getirirdi.

Maden yöneticileri işgüçlerinin daha az yorucu, tehlikeli ve kötü ücretli iş bulabilecekleri Kader’e ya da hatta çöle, Klondike’ daki yeni altın madenlerine gitmelerini önlemek için bu yöntemi bulmuştu. Ama Sürpriz Maden Damarı madencileri, tüm cumartesi akşamları şamata yapıp gündeliklerini harcadıkları sürece bulundukları yerde kalmakla yetinen, beceriksiz, tükenmiş bir güruhtu; madenin baş mal sağlama istasyonu olma rolünü Kader’e kaptırdıktan ve bu dağları hallaç pamuğu gibi atan bağımsız altın arayıcılar akını yarı deli küçük gruplara dönüştükten sonra, Yirminci Mil’in var olmasının tek bahanesi de bu şamata ve kazandıklarını harcamaktı. Tren daha tam durmadan eğlenceye susamış madenciler eski püskü tabancalarını patlatarak vagonlardan atlayarak Bjorkvist Pansiyon’a iner, burada hayli kötü bir yemek için muazzam paralar öderdi. Sonra büyük kısmı Kane Ticaret’e giderek tulum, iş eldiveni, kas güçlendirici alet, flanel gömlek, çiğneme tütünü, markalı ilaç, bazen de birilerinin doğum günü için küçük hediyeler alırdı. Bay Kane, pazar sabahı tekrar trene binene kadar aldıklarını dükkânda tutardı. Kane Ticaret’ten bazıları Profesör Murphy”nin Tonsorial Sara-yı’na giderdi. Orada dört tahta banyo için suyu ısıtmaya çalışan kömürlü ısıtıcı tehlikeli şekilde tıslardı. 35 papele banyo yapabilir, 15 papele de öyle bir tıraş olurdunuz ki, Gezginler Oteli’ne geldiğinizde kokladıklan zaman arkadaşlarınız ıslık çalardı (burası aslında bir otel değil, barı olan bir genelevdi). Bazı erkeklerin banyo yapıp tıraş olmalarının, bol bol kolonya sürmelerinin nedeni, kılık kıyafetleri iyi olursa otelin fahişelerinin onlara özel muamele çekeceğine inanmalarıydı. Kimse bu “özel muamele”nin nasıl bir şey olduğunu kesin olarak söylemiyordu, ama sözlere genellikle göz kırpmalar, dirsek dürtmeler ve bilgiç sırıtmalar eşlik ederdi. Gezginler Oteli’nde üç “kız” çalışıyordu: New Orleans’dan uzun boylu, ince, sarı gözlü siyah kadın Frenchy; az İngilizce bilen ve insanın gözlerinin içine hiç bakmayan utangaç Çinli Chinky; ve gürültücü, kikirdek, koca memeli yaşlı İrlandalı Queeny. Queeny için, kendisi içmeden bardağın dibini eritmeyen her şeyi içebileceği söy15 leniyordu. Yaşlı madenciler Queeny tercih ediyor, onun “kahkaha tufanı” ve “yüreği temiz bir karı” olduğunu söylüyorlardı. Gençlerin tercihi ise Chinky idi, çünkü daha deneyimli kızlar onlarla eğlenebilirdi. İşin erbapları French’ye gidiyordu, çünkü herkes bilirdi ki siyah karılar bu konuda doğal olarak iyiydi, bir de Fransız olsaydı…! Hey, sen oradaki! Aç bacaklarını! Madencilerin sayısı Yirminci Mil’in sakinlerinden hatırı sayılır derecede fazlaydı.

Yirminci Mil’de oturanların sayısı yalnızca on beşe düşmüştü; o kadar azdılar ki, kasabanın sloganı “Bak Bakalım Nasıl Büyüyorum” iken, umudun ve büyümenin doruğa çıktığı yıllarda alelacele yapılmış bir avuç boyası dökülmüş tahta evde oturuyorlardı ancak. Şimdi boş binalar kendilerini yerçekiminin sabırlı kucağına teslim ederken gıcırdıyor ve hafifçe inliyordu. Yirminci Mil’in on beş sakini arasında Kane Ticaret’in sahibi Bay Kane (“Bir İnsanın İhtiyaç Duyduğu Her Şey”) vardı. Bay Kane’in bağımsız ruhlu on yedi yaşındaki kızı Ruth Lillian, kasabanın en güzeliydi. Daha önce görmüş olduğumuz gibi, Profesör Murphy Ton-sorial Sarayı’nda sıcak banyolar, tıraşlar ve cömert kolonya sürüşleri satardı. Bayan Bjorkvist pansiyonu işletirdi ki, aslında burası “biftek” (tırnak işareti, otelin fahişelerini anlatırken kullanılan “kızlar”ın çevresindekilerin çifte büyüklüğünü akla getirmek için kullanılmıştır) hizmeti veren büyük bir yemek odasıydı yalnızca. Bu biftekler her öğünde lahana, kabartma tozlu bisküvitler ve konserve şeftaliyle birlikte servis edilirdi. Arka taraftaki uzun bir odada tahta yataklarla ot şilteler vardı, Gezginler Oteli’nden tökezleyerek gelen madenciler burada uyuyabilirdi. Yatak, yemek ve kahvaltı hepsi içinde bir dolardı. Soygunculuk, diye homurdanırdı madenciler hep, ama gene de öderlerdi. Bayan Bjorkvist, demir testeresini körleştirebilecek bir aksanla konuşuyordu, ama gene de Gezginler Oteli “kızlar”ınm hiçbirini evinin çevresinde görmek istemediğinin bilinmesini de sağlamıştı. Arka planda bir Bay Bjorkvist vardı: Bayan Bjorkvist’in iki çocuk doğurmasına yardım eden iri kıyım, somurtkan bir adam. (Bir şakacı, adamın bahçıvan belini vurduğu her seferinde bir madene rastlamış olması gerektiğini söyledi.) Kersti Bjorkvist, geniş omuzlu, kaba yüz hatları olan, mutfakta çalışıp masaları bekleyen yirmi iki yaşında bir 16 kız, erkek kardeşi Oskar ise Ruth Lillian Kane’den bir yaş daha büyük olan kafası ağır çalışır bir oğlandı. Oskar’ın Ruth Lillian’a nemli nemli, yılışık göz süzüşü Bay Kane’in rahatsız olarak kaşlarını çatmasına neden olurdu.

Gezginler Oteli ve üç kızını çalıştıran Bay De-lanny çok öksürür, ön tarafında fırfırlar olan parlak beyaz gömlekler giyerdi ve tığ gibi incecikti. Bay Delanny’nin zamanında “büyük kumarbaz” olduğu anlaşılıyordu: Otelin barında çalışan ve Birlik Kuvvetlerinin savunmasında üstüne düşenden fazlasını yapmış olsa da bunu hiç dikkate almayan hükümetin yaralı kahramanlara olması gerektiği gibi davranmadığından şikayet eden tek bacaklı İç Savaş gazisi Jeff Calder’in yaydığı bir söylenti. Yirminci Mil’in geriye kalan üç sakinine gelince: BJ Stone’un, maden kuyularında kullanılan eşekleri vardı. Stone “tuhaf bulunurdu, çünkü çok okurdu ve sanki söylemediği bir şey biliyormuşcasına bakardı. BJ Stone’un her işe bakan yardımcısınun adı Coots’du; Coots yaşlı bir kırmaydı, yarı siyah yarı Çerokiydi. Başkalarıyla fazla ilişki kurmuyordu ve silah kullanmayı iyi bildiği için alay etmenin tehlikeli olduğu söylentisi yayılmıştı. Son olarak, “Peder” (bakınız “biftek” ve “kızlar”) Leroy Hibbard vardı ki, maden şirketinden her pazar sabahı madencilere Damar’a kadar eşlik etmesi ve tüm işgücüne yürek burkucu vaazlar vermesi (çünkü Püriten Boston maden sahipleri çalışanların biraraya gelip bu zoraki aydınlanmayı dinlemesini mecburi kılmıştı) karşılığında bir ücret alıyordu. Hibbard yorucu işinden sonra gece hep madende kalır ve demiryolundan on beş mil yürüyerek pazartesi öğleden sonra geri dönerdi. Peder, Adem’in bütün oğullarının içinde belli belirsiz kendini gösteren Şeytan ve Ahlâk Bozukluğuna karşı sürekli bir savaşa kilitlenmişti, ama birkaç haftada bir ahlâk dokusu gevşemeye başlar, gece geç vakit Gezginler Oteli’nin arka kapısından içeri sızarak Jeff Calder’la içki içtikten sonra Frenchy ile günah işlerdi. Günahın içine battıktan sonra şafaktan önceki o en karanlık saatte sokakta tökezleyerek yürür, iğrenç bir yaratık! nefretlik bir günahkâr! bir zinaperest! Tanrı’nın bağışlayıcılığını hak etmeyen pespaye bir insan! olduğunu haykırırdı. Bayan Bjorkvist, bunun Peder’in bizzat kendi değerlendirmesi olduğunu herkese yaydı, Peder de kötülüğüne verilen çok zevkli ve uygun bir ceza olarak kadının kınamasının üstüne atladı. BJ Stone 17 (çok okuyan atçı adam?) Peder’i gülünç buluyor ve ona açıktan açığa gülüyordu. Bu yüzden de dindar adam Stone’u, günaha ayrılması gereken ama her zaman günahkârı ziyaret eden o derin nefretle bakıyordu. Her pazar sabahı, tren malzemeleri indirdikten ve madencileri alıp Sürpriz Damarı’na doğru yola çıktıktan sonra, Yirminci Mil geride akşamdan kalmışcasına, bütün o bağırtı çağırtıdan sersemlemiş, sevgisiz cinsel aşırılıkla tükenmiş olarak kalakalırdı. Pazar günleri çoğu insan uyurdu, ama Kersti Bjorkvist genellikle mutfak masasına oturmuş, omuzlan çökük, gözlerini bir noktaya dikmiş olarak bulunurdu.

Otelde Jeff Calder tek bacağıyla odada topallayarak dolanır, üst katta ise kızlar buruşmuş, terden ıslanmış çarşaflara serilerek yatarlardı. Bay Delanny öksürüğü için kullandığı Grey Ana Öksürük Şurubu şişelerini almak için geldiğinde Kane Ticaret’in kapısındaki çan çaldı. Bay Delanny çıkarken kapıda Bayan Bjorkvist’i gördü ve alaycı bir teatrallikle şapkasını çıkardı. Bayan Bjorkvist bu harekete burun kıvırıp başını çevirdi. O… o… Babil Orospularıyla! Gezginler Oteli’nin sahibi olan adamla hiç işi olsun istemiyordu. Ne var ki, Bayan Bjorkvist’in otele karşı ahlâki yaklaşımı, ahlâksız otel sakinlerine her gün verdiği öğle ve akşam yemeğinden kazandığı kârdan yoksun kalacağı kadar büyük değildi. Kendi lokantasına bu tür insanları alacak kadar alçalamadığı için de, yemekleri kapalı kaplara koyarak kızıyla gönderir, ama kızın ancak yemekleri otel mutfağın-daki ocağa koyacak kadar orada kalması için de saati gözler dururdu, çünkü… şey, çünkü hiç bilinmez, öyle değil mi? Bay Kane Bayan Bjorkvist’in asla bir şey satın almadığını bildiği için, trenin Kader’den getirdiği malzeme listesini her pazar sabahı olduğu gibi hazırlamaya devam etti, müşterisi ise tezgâhın yanında geziniyor, yeni malları elleyip fiyatı ve kalitesi üzerine bir şeyler mırıldanıyordu. “Küba’daki zaferimizi küçük bir dükkân eğlencesi ile kutlamaya karar verdiniz mi, Bayan Bjorkvist?” Kadın dudaklarını kısarak burnunu çekti. “Biraz soğuk aldık, öyle mi?” diye sordu Bay Kane. Düz aksanı Bayan Bjorkvist gibi aksan sağırı herkesin fark edeceği gibi etnik kökenini ortaya koyuyordu. “Belki Bay De-lanny’nin öksürük şurubundan denemelisiniz.” O… muhabbet tel18 lalı… o… onun… kullandığı bir şeyi bedenine sokma düşüncesiyle Bayan Bjorkvist’in boynu dikleşti. Ama dükkân vitrininin dışındaki bir şey birden ilgisini çekti. “Bu da nedir böyle?” diye sordu emir verir bir havayla. Bay Kane başını kaldırınca Bay Delanny’nin yolun ortasında durmuş bir gençle konuştuğunu gördü.

Genç ağır bir paket ve omzundan sarkan doğaçlama bir ip kayışta eski, çok büyük bir tüfek taşıyordu. Zaman zaman gelen bir maden aracıyıcı dışında bir yabancının gelişi, Yirminci Mil’de Bayan Bjorkvist’in “Bu da nedir böyle?” rahatsızlığına gerekçe olacak kadar az görülen bir şeydi. Üstelik bu gencin geniş kenarlı çiftçi şapkası ve çiftçi çizmesi maden arayıcısı olmadığını gösteriyordu. Bayan Bjorkvist, “Sizce nereden gelmiş olabilir?” diye sordu, hakkında karar verene kadar onu yerine mıhlamak istiyormuşcasına gözlerini yabancıdan ayırmıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir