Turan Dursun – Din Bu 1

Yıllarca önce bir gün, Fakülte’deki odamda çalışırken hiç istemediğim bir anda telefon çaldı. Hazırlamakta olduğum “Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları: Din Adamları” adlı kitabımın “Giriş” ve “Önsöz” kısımlarını kafamda şekillendirmek üzere bulunduğum için, zihnim karışır ve fikir silsilesini kaybederim endişesiyle, o an telefona cevap vermek istemedim. Önümdeki kaynak’tan, Atatürk’ün din adamlanyle ilgili şu sözlerini metne geçirmeğe devam ettim: “Eğer onlara, hoca kıyafetli sahte din âlimlerine karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi istikâmette atacakları bir hatve, yalnız benim şahsî îmanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin… kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka o adımı atanı tepelemektir. Sizlere bunun da fevkinde bir söz söyleyeyim: farz-ı muhal bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek Meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepelerim.” 1 Bir kaç dakika ara ile tekrar telefon çalınca ahizeyi elime aldım ve soğukça bir ifâdeyle: “Dinliyorum” dedim. Karşı taraftan ince ve nâzik bir ses kendisini tanıttı: Adının Turan Dursun olup TRT’de görevli bulunduğunu, yazılarımı ve kitaplarımı okuduğunu, benimle söyleşi yapmak arzusunda olduğunu, müsait bir zamanımda kendisine zaman ayırıp ayıramayacağımı sordu. O tarihlerde, şeriat azgınlığının sanki bugünkü boyutlara ulaşacağını seziyormuşum gibi, çeşitli kitaplarımdan gayn, bir de gazetelerde ve özellikle Cumhuriyet’te, lâiklik ve Atatürkçülük ve Şeriatçılık konularıyla ilgili olarak sık sık yazılarım yayınlandığı için çağdaş düşünce sahibi okuyucularımın desteklemeleri yanında, gericilerden seviyesiz mektuplar Ve çoğu zaman gırtlaktan fırlama küfürlerle dolu telefonlar alırdım. Hattâ bazıları habersiz olarak odama gelir ve yazdıklarımın abartma olduğunu söyleyerekçalım satarladı; onlara şeriat kaynaklarını gösterip bilgisizliklerini suratlarına vurduğumda susarlardı. Fakat bu kez karşımda pek alışık olmadığım medeni bir ses, sanki beni meşgul ve rahatsız etmiş olmaktan üzüntü duyuyorcasına, bana hitap etmekteydi. Altıncı hissim ağır basmış olacak ki kendisiyle belli bir gün Üzerinde anlaştık. Telefonu kapadıktan sonra kitabımın “Giriş” kısmına şu satırları karaladım: “Batı, bugünkü gelişmesini ve ilerlemesini ve uygarlığını, din ada-mı’nın sahte saltanatına ve olumsuzluklarına son vermekle, onu dünyâ işlerinin dışına itmekle, imtiyazlarını ve yetkilerini yok etmekle sağlamıştır… Yeryüzünün en ziyâde gelişmiş ülkeleri arasında sosyal gelişme, teknik ilerleme, ekonomik aşama ve ( refah ) varlık bakımından ön sıralan işgal edenler, bu mutlu sonuca, diğer bir çok nedenler yarımda, bir de din adamım Devlet’in ‘Beslemesi’ ve ‘Destekçisi’ durumundan çıkarmak sayesinde erişmişlerdir. Bu SONUCun alınmasında ( gerçek ) AYDIN) iş görmüştür. Her şeyin tersini yapmak, bizim ötedenberi geleneğimiz olduğu için, biz bu uygarlık çağında dahi ‘Lâik ve demokratik Anayasa esaslarını hiçe sayar ve başka ülkelerin salanca bilip terkettikleri kötü usulleri, bu usullerden Atatürk sayesinde ( ve mucize kabilinden) kurtulmuş iken, yeniden canlandırmak için elimizden geleni esirgemeyiz ve üstelik Şeriât’ın dahi öngörmediği kabul edilen bir sınıfı, yani din adamları sınıfını yaratır, bu sınıfa olmadık olanaklar tanır ve Devlet’in tüm kademelerine onları yerleştiririz.


Geçmiş yüzyıllar boyunca din adamı ( nın dünyâ işlerine karışmasından doğma ) musibetleri ve felâketleri unutur, onu yeniden bu milletin başına musallat eder (iz)…” Bu satırları yazdığım sırada aklım, biraz önce beni telefonla arayan ki-şi’nin maksat ve niyetlerinin ne olabileceği sorusuna takıldı. Fakat ders zili çaldığı için kalemi bırakıp, ders vermek üzere sınıfa yollandım. Ertesi sabah anlaştığımız saatte odama geldi. Yüzünde dürüstlük ve samimiyet yatan bir insanı karşımda bulmakla biraz olsun rahatladım. Hele konuşmağa başladığı an, o her zaman için hayranı olduğum ve inşam İNSAN hale sokar olduğuna inandığım ve kendime yaşam amacı yaptığım “Katıksız Müspet AKIL” belirdi önümde sanki! Araştırmalarım ve incelemelerim boyunca nice yıllar kafama istif etmiş olduğum veriler ve bu verilerin diyalektik sonuçları, canlı olarak karşımda tekrarlanmaktaydı sanki… Şunu belirtmeliyim ki, bu verileri edinirken, Batı dünyasını 1500 yıllık karanlıklardan kurtarıp AKIL çağına ve insanlık haysiyeti duygusuna ulaştıranların, din adamlarını dünyevî işlerden uzaklaştırmağa matuf görüş ve davranışları beni daima hayranlığa sürüklemiştir. Fikirsel gelişme yoluna yönelmem bakımından bunlar beni ne kadar büyüledi ise, bu ayni şeylerin kendi mensup bulunduğum Şeriat dünyâ’sında bulunmayışı nedenlerini düşünmek de o derece üzüntüye sürüklemiştir. Düşünürler ve bilginler bir yana, fakat din adamları açısından kıyaslama yaptığımda kendi kendime: “Neden bir Marcion, neden bir Abelard, neden bir Nicholas, neden bir Amaud De Brescia gibi, yada bunların nice benzerlerinden biri, bizde çıkmamıştır acaba?” diye sormaktan kurtulamazdım. O Marcion ki, Hristiyanlığın daha ilk birinci yüz yılında: “Mükemmel olmaktan uzak, kötülüklerle dolu bu dünyâ, Tann’yı keyfî, gaddar, insan yazgısına egemen niteliklerle tanımlayan zihniyetin oluşturduğu bir dün-yâ’dır. Tanrı anlayışını akılcı temele dayatmak ve SEVGİ öğesi yapmak ve böylece insanlar arası ilişkiler kaynağı kılmak gerekir…” diyerek din adamları sınıfına çatabilmiştir. O Abelard ki, onikinci yüzyılda : “Gerçeklere din kitaplariyle değil AKIL yolu ile erişebilir; din verilerini akılcı temele dayatmak gerekir. Ancak bu suretledir ki din kitaplarındaki akla ve vicdana aykırı hükümler giderilebilir. Tüm insanlar arası sevgiyi ve kardeşliği sağlayabilmek için ‘Korkutucu ve Keyfî’ Tanrı fikri yerine lYÎLÎK Tanrısı fikrini yerleştirmek gerekir”diyerek din adamlarına insanlık dersi verebilmiştir. O Nicholas ki, hem de Kardinal rütbesinde bir din adamı olmasına rağmen: “Kutsal diye bilinen din kitaplarını gerçekler kaynağı saymak ha-ta’dır” diyerek din adamının otoritesini temelden sarsabilmiştir. O Amaud De Brescia ki, kendisi bir din adamı olmakla beraber, 12ci yüzyılda ruhban sınıfının iktidarına ve saltanatına karşı savaş açmış ve din adamlarının yalanlarını ve halkı aldatmalarını ortaya vurmuş ve bu idealist davranışı yüzünden, başta Papa olmak üzere diğer din adamlarının düşmanlığını kazanmış ve 1155 yılında ölüme mahkum kılınmış, ceza’nın infazı sırasında kendisine : “Eğer ölümden kurtulmak istiyor isen fikrini değiştir, sözlerini geri al” denmiş olmasına rağmen, fikir ve düşünce haysiyetine sahip bir insanın ölümden kurtulmak için dahi olsa gerçekleri ortaya vurmaktan kaçınmayacağını ve doğruluğuna inandığı şeyler uğruna hayatını fedaya hazır bulunduğunu söylemiştir. İnsanlığa bıraktığı bu örnek, daha sonraki kuşaklara ideal kaynağı teşkil etmiş ve o tarihten bu yana din adamlarının sömürüsüne ve sahteliklerine karşı isyan edenler, hep onun ve benzerlerinin izinde gitmişlerdir.

Bu doğrultuda olmak üzeredir ki 18inci yüzyıldan bu yana kültürlü her insanın beynine, Voltaire’in şu formülü çöreklenmiştin “Nerede ki AKIL özgür’dür ve egemen’dir, orada din adamına yer yoktur”. Ve işte kendi toplumum itibariyle her zaman için özlemini çektiğim ve hayalimde yaratmaya gayret ettiğim insan tipi, mutlu bir tesadüf sonucu, şimdi karşımda, muhtemelen yüzlerce yıllık bir gecikme ve değişik bir kılık altında bana, Marcion’un, yada Nicholas’ın yada Arnaud De Brescia’run ve benzerlerinin ağzıyla konuşmaktaydı. Eğer telefona cevap vermemiş, yada veripte sudan bir bahane ile görüşme teklifini geciktirmiş olsaydım, kendisini tanıma fırsatma sahip olamayacaktım. Bu fırsatın ne kerte değerli ve önemli olduğunu, zamanla daha iyi anlamış bulunmaktayım. Konuşmalarımız bitipte kendisinden ayrıldığım zaman, din adamları konusundaki yargılarımın, farklı bir yörüngeye yerleşmekte olduğunu far-kettim. Sanırım bu itişledir ki Giriş kısmına şunları ekledim: “Bu kitap… din adamı’nın… olumsuzluklarım, suçluluklarını ve (toplumu ) uçurumlara sürükleyen duygusuzluklarını ortaya vurmak için ( yazılmıştır ). Bunu yaparken din adamları içerisinde gerçek anlamda İNSANCIL ve BİLGİLİ ve AYDIN olanları yoktur demek istemiyoruz. Fakat mevcudu gerçekten çok az olan bu kişilere bakarak yersiz bir iyimserliğe yönelmekte anlam yoktur. İnancım o’dur ki bir gün gelecek, sayılan böylesine az olanlar çoğalacak ye Şeriât’ın ilkelliklerini gidermenin gereğine inanmış olarak bu topluma olumlu bir şeyler vermenin bilincine saplanacaklardır…” Fakat bunu da yeterli bulmayıp kitabımın iç kapağına, sayılarının çoğalmasını candan diler olduğum yeni Turan Dursun’ları muhatap edinerek şu ithafı koydum: “Sayıları gerçekten az olan T. D.’lar var bu toplumda. Din adamı olmakla beraber kendilerini Şeriat zihniyetinin çok üstüne çıkarabilmişler ve çıkarabilmek içinde İNSANLIK SEVGİSİ denizine atabilmişlerdi. Atatürkçülüğün ve Atatürk devrimlerinin KURTARICI TILSIMI’na inanmışlardır. Tanrı ve peygamber emirleridir diye belledikleri esasların AKIL yordamiyle yeniden elden geçirilmesi, Türk’ün gerçek niteliklerine uydurulması ve ‘müspet akıl’ verilerine oturtulması gereğine sarılmışlardır. Bugünkü şeriatçı ortam içerisinde ve ‘Atatürk ve uygarlık düşmanı’ din adamları arasında kendilerini ‘Din adamı’ kılığında görmezler ve gerçeği söylemek gerekirse ‘Din adamı’ deyimiyle çağırılırı ak da istemezler.

Bu kitap onlara Armağan edilmiştir”. Kitabımın yayım tarihi 1977’dir. O tarihten bu yana, Turan dostumun son derece sağlam karakterine, dürüstlüğüne, ahlâkiliğine ve medenî cesaretine ve YALAN denen “Yedi başlı ejderha’ya” karşı savaşım azmine tanık oldukça, sevincim ve ümidim daha da artmıştır. Ve hele onu, Şeriat sorunları konusundaki derin bilgisiyle ve her sorunu AKIL kıstasına vuran maharetiyle, bir yandan çevresini etkilerken, diğer yandan “Bilgili” geçinen nice din adamlarım (ki aralarında ‘profesör’ yada ‘Doçent’ unvanına sahip olanlar vardır ) alt’edip, foyalarını ortaya vurabilir görmekten her zaman için zevk duymuşumdur. Şunu belirtmek gerektir ki şeriât’la ilgili olarak yazdığı her şey, her bir din adamına ibret verici bir ders niteliğindedir. Kuşku etmiyorum ki. Turan Dursun’un bu hayırlı ve yararlı etkisiyle, din adamlarımız, Şeriât’in iç yüzünü akılcı yoldan inceleme ve eleştirme i’tiyadmı edinmekte gecikmeyeceklerdir. Bu onlara, şeriat eğitimi yüzünden fikren kısırlaştırılmış müslüman ülkeler halklarının, istisnasız olarak yer yüzünün en ilkel, en geri, en yoksul, en bahtsız halkları arasında yer almış olmalarının NEDENLERİ’ni öğretecek ve böylece AKILCILIĞIN tek çözüm olduğunu farkederek kendi kendilerine “Gerçeklere şeriat yolu ile değil AKIL rehberliğiyle, lâiklikle gidilir” diyebileceklerdir. Daha başka bir deyimle her biri, başlı başına birer Turan Dursun kesilecektir. Ve işte o zaman bu toplum, sürüklenmekte olduğu uçurumu farkedecek ve ilkellikler girdabından kurtulma şansını deneyecektir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir