Victoria Rowe Holbrook – Aşkın Okunmaz Kıyıları

Bu kitap, Osmanlı Türk mesnevisinin poetikasını konu alan bir ilk deneme. Bugün ABD’de Osmanlı edebiyatı üzerine çalışanların inanılmaz bir boşluklar ve yokluklar labirentinden yola çıkması gerekiyor. Bilinç kopukluklarından, zaman ve kültür gediklerinden, ideolojik sıçramalar ve kurumsallaşmış unutuşlardan yapılmış bir labirent bu. Ama bizim durumumuzla Türkiye’de yazan çağdaşlarımızınki arasında tuhaf bir benzerlik de var. Dünya l 990’larda nihayet yuvarlaklaşıyor öyleyse: Doğusu da yok artık, Batısı da. Labirent, Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasını izleyen gelişmelerin bir haritası; kitap da modernliğin eşiğindeki edebi pratiklerin modern-sonrası poetikası. Proje yeni olmakla birlikte, mıntıka tümüyle yabancı değil. Ortadoğu, sırf sosyolojik bir bölge olarak algılanır genellikle: Beşeri bilimlerin ve sanatların (belki Perslerin ülkesi denilen ideal bir ülke dışında) hiçbir zaman ortaya çıkmadığı bir bölge. Tuhaf bir ünü vardır: Sadece savaş yapılan bir yer olarak görülür. Arap romanının son yıllardaki başarısı da (Nobel Ödülünü alan Necip Mahfuz bir örnektir) bu 11 söylemsel uzlaşımı yıkmaya yetmemiş, ona sadece yeni bir kavramsal uzam eklemiştir: Burası sadece estetik olayların meydana geldiği bir yerdir şimdi; Avrupa’dan miras kalan antik anlatılan bozmayan ve Arap-İsrail ilişkileri veya lran Devrimi gibi gerçekliklerle bağdaştınlamayan olayların uzamı… Pop belleğin pek sevdiği bir başka üst-kamusal alandaysa, sevgili “halk” kendi geleneksel yaşam tarzıyla ve coşkulu danslarıyla meşguldür. Bilinmeyen alanımız bir yığın çelişik temsille doludur. “Ortadoğu” bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu olan şey için kullanılan bir örtmecedir; Osmanlı batısını yok sayan bir örtmece. İmparatorluk, ardında bir yığın modem ulus-devlet bıraktı, muhtemelen hiçbir devletin bırakmadığı kadar çok sayıda bağımsız politik birim. Bunların çoğu, yüzyıllar boyunca parçası oldukları imparatorluğa karşı tanımladı kendini. Ve kendilerine birer ulusal tarih kurgularken, bütün bu yeni devletlerin -1923’te kurulan T.


C. de dahil- geçmişlerindeki Osmanlı kültürünü marjinalleştirmeleri sebepsiz değildi. Hemen her çağın kültürel yaşamında şu olgu gözlenebilir: Bir yorum topluluğu, kendi edebi geleneği olarak sahiplendiği şey üzerinde düşünürken bir poetika da tasarlar. Ama incelediğimiz vakada böyle olmamış, şimdilerde Türkiye’nin sahiplenme sürecine girdiği söylenebilirse de hiçbir devlet Osmanlı kültürünü kendi geçmişi olarak kurmamıştır. Her yeni doğan ulus, modem devlet için gerekli olan edebi kurumu -ulusal söylemi anlatan ve kişilere daha okuldayken aşılanan bir edebi kanon (yüceltilmiş yapıtlar listesi)- Osmanlı kültürünün belirli öğelerini retorik olarak bastırmak ve dışlamak yoluyla kurmuştur. Bütün bu devletler arasında cumhuriyet Türkiyesinin benzersiz bir yeri olduğu söylenebilir, çünkü Osmanlı ve modem Türk kültürleri arasında bir kimlik sürekliliği vardır. Örneğin Balkan 12 ülkeleri Osmanlı edebiyatını “yabancı” diye reddedebilir ve günün milliyetçi söylemine uyum sağlayabilirlerken, Türkiye için bunu yapmak “kendi” edebiyatını yabancı olarak gösterebilecek bir söylemin icadını gerektiriyordu. Konuya günümüzün çoğul-kültürcü yöneliş ve eleştirilerinin ışığında bakarak şunu da söyleyebiliriz: Osmanlı edebi kültürünü sonradan ulus-devlet sınırlarıyla parçalanan pratiklerin toplamı olarak anlamak bugün çok ilginç olabilirdi. Oysa Osmanlı kendi mirasını reddeden bütün ulus-devletler için bir “öteki” olarak işlev görmüştür ve Osmanlı edebiyatının söylemsel evrenine ilişkin bilgiler de büyük ölçüde polemik amaçlı hipotezlerden oluşmaktadır. Modem poetika anlayışı Osmanlı lmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kopuşa denk düşüyor ve eleştirel dikkati icat edilmekte olan milliyetçi bir edebi kültür üzerinde yoğunlaştmyordu. Arapça kökenli Osmanlı alfabesinin yerine Latince temelli modem bir alfabeyi geçiren 1928 tarihli “Alfabe Kanunu”, okuma alışkanlıklarında ve geçmişle kurulan bağlantılarda belirleyici bir kopuşa yol açtı; dil reformu ve eğitim politikaları da bu kopuşu derinleştirdi. Ulusal bir kanon kurmak için ithal edilen -Avrupa, Orta Asya ve Anadolu Türk halk sanatlarının harmanlanmasından oluşan- biçimlerin doğallaştırılması, Osmanlı edebi pratiklerinin ıslahının önüne geçti. Ve Osmanlı poetikasıyla ilgili çalışmalar çok marjinal kaldı. Bu yönde çalışmaların egemen edebi kurumlara hiç girmediğini söyleyemeyiz; girmiştir, ama ancak bir ulusal edebiyat kurgulama işini oryantalistliğin bazı kültürel olguları hiç görmeyen bakış açısına teslim etmek pahasına girmiştir. Osmanlı edebiyatı üzerine Türkiye’de ve ülke dışında çalışan eleştirmenler arasındaki ilişkilerde bir konumsallık sorunu ortaya çıkar -bir yazarın kimin bakış açısını temsil ettiği sorunu.

Bu, ayn bir bölümde (Birinci Bölüm) ele alınmayı gerektirecek kadar karmaşık bir sorundur. 13 Başyapıt olarak görülen bir edebi metnin anlamı, hemen her zaman, özellikle ateşli tartışmalara konu olur. Galib’in l 783’te lstanbul’da yazdığı Hüsn ü Aşk da böyledir.1 Çoğu zaman, en büyük iki Türk mesnevisinden biri olarak anılır.2 Osmanlı şiirinin mükemmellik standardı olarak alımlanmıştır Hüsn ü Aşk (söz konusu standart bu çalışmada da veri alınıyor); Osmanlı edebi geçmişinin temsilcisi konumundadır. Şeyh3 Galib, nüfuz edilmez zorluğuyla ünlüdür ve bu özellik Galib’in ününü yaratanlar açısından en yüksek değerdir. Bir tinsel serüven öyküsüdür bu, temposu yüksek, bol imgeli, coşkulu bir öykü – hem kitabın anlattığı öykü, hem de kitabın alımlanışının öyküsü. Modern eleştirmenlerin çoğu, Hüsn ü Aşk’ı Osmanlı tarihindeki bir dönüm noktasına yerleştirirler. Galib’le ilgili görüşleri, biraz renkli terimler kullanacak olursak, şöyle özetlenebilir: Bir edebi aslandır o, şiir dilinin kafesinde dönenen, soylu varlığıyla geleneğin katı kurallarının demir parmaklıklarına çarpıp duran bir aslan; bu parmaklıkları yaratan toplumsal koşulların radikal bir değişmenin eşiğinde olduğunu bilemeyecek bir aslan. Doymak bilmeyen daHüsn ü Aşk’a bu kitapta yapılan tüm göndermeler Abdülbaki Gölpmarlı’nm şairin kendi yazdığı nüshaya dayanarak hazırladığı eleştirel basımı izler: Şeyh Galib: Hüsn üAşk. (lstanbul: Altın, 1968). Bu basımda yazar nüshasının bir tıpkıbasımı ve elyazmalarının bir eleştirisi mevcuıtur. Mesneviden yapılan tüm alıntılar bu basıma dayanır. 2 Diğeri Fuzuli’nin leyld ve Mecnün’udur. fuzuli bunu tahminen 1534’te, Osmanlı kontrolüne henüz ginniş Bağdat yakınlarında Azeri Türkçesiyle yazmıştır.

Bu mesnevi lngilizceye Sofi Huri tarafından tercüme edilmiştir. Bu, bir Türk romansının yayınlanan ilk lngilizce ( 1970) tercümesiydi; Fuzuli’nin yaşamöyküsü, üslubu ve etkisi üzerine Allessio Bombaci’nin yazdığı giriş bölümlerini içeriyordu. 3 “Şeyh”, Galib’in Hüsnü Aşk’ı yazdıktan birkaç sene sonra kazandığı bir unvandır. Açıklanacağı üzere, Galib’in durumunda bu unvan onun bir Mevlevi derviş kurumuna yönetici atandığını gösterir. Aynı zamanda, romansını yazdıktan sonra kazandığı bir başka unvanla, Galib Dede olarak da anılır. Dede unvanı Mevlevi erginleşmesinin tamamlandığına işaret eder. 14 hi, şark estetiğinin gecesi boyunca kükreyip durmuş ve aşmaya çabaladığı şeyi varabileceği en uzak sınırlara kadar genişletmişti. Ama en verimli çağında, kırk bir yaşında4 öldüğünde, geceden kalma sis parçalan gibi kısa bir süre sonra bir doğu şafağında silinecek olan biçimler üzerindeki egemenliğinin sınırlarını aşamamıştı henüz. Hüsn ü Aşk, bir Türk binyılının şiirsel pratiğinin doruğu ve tamamlanışıydı. Galib’le ilgili ironik görüştür bu: Galib, o düş kırıklığına uğramış deha … Hüsn ü Aşk’ı tarihsel dönüşümün bir ürünü olarak yorumlar bu görüş. İroniktir, çünkü incelediği öznenin bilmediği gelişme ve sonuçların farkındadır. Edebi değerin dönüşümlerini geriye dönük olarak öngören bu görüş, Galib’in romansını erekselci toplumsal gelişim şemasındaki vakaların arasına yerleştirir. Osmanlı edebiyat geleneğinde Hüsn ü Aşk’a atfedilen konum burada söylemsel bir olgu olarak ele alınacaktır. “Söylemsel olgu”yla, kişilerin bir şeyler hakkında yazma ve konuşma tarzlan tarafından üretilen bir sonuç, bir kişilerin-bir-şey-hakkmda-konuşmatarzı olgusu kastedilmektedir. Örneğin yazar edebiyat tarihi yöntemiyle, İngiliz oryantalisti Elias J.

W Gibb’in yaptığı üzere, Hüsn ü Aşk’ın gerçekten de Türk romanslarının “şahı ve zirvesi” (1900-1907, 4:80) olup olmadığını tartışmayacaktır. Bunun yerine, Hüsn ü Aşk’ın İngilizcede Gibb tarafından yapılan ilk (ve şu ana kadar son) çözümlemesi diğer çözümlemelerle karşılaştırılıp, bir eleştirel alımlama olgusu olarak söylemsel zamanına yerleştirilecektir. Poetika ve onun ardılı olan göstergebilim günümüzde, post-yapısalcılığın ardından dilbilimin yamaçlanna iniş ya- + Türkiye’de kişilerin yaşı doğduğundan bu yana geçen süreye bir eklenerek hesaplanır. Böylece 1 Ocak l990’da doğan bir çocuğun 1 Ocak l991’de “iki” yaşında olduğu söylenir, çünkü doğumunun ikinci yılı başlamıştır. Ama lngilizce’de bu çocuğa “bir” yaşında denecekıir, çünkü doğumunun birinci yılı tamamlanmışur. Bu yüzden, Türk yaşamöykücüleri Galib’in öldüğünde kırk iki yaşında olduğunu söyleyince, biz lngilizcede yazarken kırk bir yaşında diyoruz. 15 pan kültürel çalışmalar adlı, inşa halindeki bir disiplin üzerinde asılı durmaktadır. Fakat bugün bile poetikanın kökeninde yatan şey aslında hennetik kuramıdır: Her metin bir yazma söylemindeki bir oluştur; poetika tikel yazma oluşlarından türeyen bu genel söylemin bir tanımıdır (Todorov 1981, 6). Bu tanımın kendine dönük gönderme tarzı alanı baskı altında tutma isteği sezindirebilir. Modem milliyetçilik çağı gerçekçiliğe hücumla birlikte yürüdü; yazı ampirik gönderme laboratuvarlarında sınandı. Poetika özellikle biçimcilerin ellerinde, şiirin münasip şiir bilinci olarak geliştirildi. Bu olası savunma bilinci gerçekçiliğe iyi bir modernist yanıt olabilecekken, T ürkiye’deki bariz gecikmişliği, vukubulduğu varsayılan bir geçmişe duyulan özlem sonucu bitimsiz bir kaçıp kovalama oyununa yol açar. Kurama dayanarak konuşulacak olursa, Osmanlı şiirinin marjinal konumu yayınların yavaş ilerlemesine ve nereden başlamak gerektiği üzerine tartışmalara neden olmuştur. Şiirin bir sanat olarak, kendi çevresindeki şeylerle ilişkili kabul edilebileceği hiçbir alan genel kullanıma açılamamıştır. Biçimci ya da yapısalcı bir anlayışla yaklaşmak Osmanh’yı, kurulması tamamlandığı gibi, kurulu olan şeyin altının oyulmasının bile tamamlandığı bir uluslararası şiir geleneğine takdim etmek olacaktır.

Ya da soruna başka bir açıdan bakılacak olursa, Osmanlı edebi kurumlarının Türk modernistlerince yıkımı bu uluslararası kanonun icadından önce yerel olarak gerçekleşmişti. Evrenselci tarihsel ilerleme paradigmaları, farklı bölgelerde bu paradigmalara uymayan ideolojik olayları eşzamanlı hale getirmek üzere kullanıldığında bu türden karşılaştınlamazlıklar ortaya çıkar. Bu türden uyumsuzlar poetikadan çok, azgelişmişliğe yönelik kılıflarla donatılırlar. Burada kaynaklara yönelmek milliyetçi polemiklere yönelmek demektir. Bu polemikler doğal doğrular olarak sunulmakla 16 birlikte, bu ancak politikaları anlaşılmadığı sürece inandıncıdır.5 Bu yüzden yazar Osmanlı şiirini, hem kendi dönemini hem de modem alımlanışını göz önünde tutarak betimlemektedir. Postmodernizmin metinsel nitelikleri (anlam üretimine katılan okurun “sorgulanışı”) birçok modern öncesi uygulamada ve kesinlikle Osmanlı şiirinde de bulunabilir. Ama onun tarihsel boyutu modernist uygulamaların bir eleştirisini gerektirmektedir. Yazarın ikili alımlama yaklaşımı Osmanlı edebi kültürünün konumuna tarihsel bir bakış açısı sağlamayı amaçlamaktadır. Osmanlı edebi kültürüyle bugün karşılaşan kültür kuramcılarına en çekici gelen şey, belki de onun bastırılmış bir Osmanlı geçmişinin göstereni olmasıdır. Poetika burada edebi uygulamanın kuramı olarak anlaşılmalıdır. En bilinen poetika modelinde dört unsur vardır: Evren, yapıt, yazar ve okur. Yapıt merkezde yer alır. Yazar ve okur, merkezde yer alan yapıt ile hepsini önceleyen evren arasında aracıdırlar (Abrams 1953, Moran 1972). Göstergebilim, tüm unsurları kapsayan dilin ve ona ait yapıların merkeziliğini vurgulayarak modeli yeniden düzenler.

Osmanlı şiiri genellikle bu fani dünya ile öteki kutsal ve ebedi dünya arasında bir mesafe varsayar. Aynca, evrenin yapısı ya da makrokozmos insan mikrokozmosuna karşılık gelmektedir. Modelimiz Osmanlı’ya uyarlandığında, yapıt değil, makro ve mikrokozmoslar merkeze yerleşecek ve her unsurun “öteki dünya”yla bağlantılarına aracı olacaktır. Bununla birlikte, bu bağlantıların Osmanlı’daki kavranışı -yine genellikle- çeşitlidir. Osmanlı’ya ait bir şey hakkında ne zaman bir genelleme yapsak, altı yüzyıllık bir şeyden bahsediyoruz demektir. Bu yüzden yapılan her tür genelle5 Arap şair ve eleştirmeni Adonis, 1950’lerde Beyrut’daki edebiyat ortamını gözlemlerken benzer bir sonuca varmıştır: “O zaman, var olan şiir eleştirilerinin bütünüyle iktidar yapısına bağımlı olduğunun farkına vardım” (1985, 9). 17 me nafile olabilir; belki de daha küçük Osmanlı kategorilerinden bahsetmemiz gerekmektedir. Edebiyat ve felsefe alanlarında çalışan Osmanlı araştırmacılarının sayısı tarih alanında çalışanlarla kıyaslandığında pek küçüktür. Tarihçiler tarafından bir dizi yeni ve özgün dönemleme önerisi sunulmuş olduğu halde, onların daha eski yükseliş ve düşüş kalıpları edebiyata uygulanmaya devam edilmekte ve Osmanlı metafiziğindeki çeşitlilikler zamandışı bir “lslam” kategorisine sığdınlmaktadır. lslami evren genellikle beş ontolojik düzeyden oluşmakta olup, bunlar da üç başlık altında ôzetlenirler: Tinsel, imgesel ve duyusal. Modelimiz, Osmanlı söz konusu olduğunda bu üç düzeyi de içerecektir

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir