William Faulkner – Absalom, Absalom!

Saat ikiyi biraz geçeden, uzun durgun sıcak bıkkın ölgün eylül ikindisi günbatımına kavuşana kadar, Bayan Coldfield’in bir zamanlar babası adını öyle koymuş diye hâlâ büro dediği odada oturdular – loş sıcak havasız bir odaydı, Bayan Coldfield küçük bir kızken birileri ışığın ve hava cereyanının sıcağı taşıdığına, karanlığın daima daha serin olduğuna inandığı için kırk üç yıldır panjurları sıkı sıkı kapatılıp sürgülenirdi, (güneş evin o cephesine vurdukça) içerisi sarı huzmelerle kafesleniyordu, bunların içinde yüzen toz zerrelerinin, boyası dökülen panjurlardan rüzgârla savruluyormuş gibi içeri dolan eski ölü kurumuş boya parçacıkları olduğunu düşündü Quentin. Pencerelerden birinin önündeki tahta bir çardağa sarılmış mor- salkım o yaz ikinci kez çiçek açıyordu, serçeler zaman zaman aniden üzerine sökün ediyorlar, kalkarlarken de kuru telaşlı tozlu bir ses çıkarıyorlardı; Quentin’in karşısında Bayan Coldfield kırk üç senedir kız kardeşi mi, babası mı, yoksa olmamış kocası için mi giydiğini kimsenin bilmediği o ebedi karaları içinde, kendisi için çok yüksek, dik arkalı, sert sandalyenin üzerinde öyle dik oturuyordu ki ayakları, incik kemikleriyle bilekleri demirdenmişçesine dümdüz, kaskatı aşağı sarkıyor, çocuk ayakları gibi güçsüz ve durgun bir öfkeyle yere değmeden öylece duruyordu; o haşin, bitkin, şaşkın sesiyle, dinleme tavsayana, işitme duyusu kendi kendini iptal edene kadar biteviye konuşuyor, iktidarsız, ama yılmaz hüsranının öleli-nice-olmuş nesnesi ise sanki bu zorbaca yad edilmeyle hortlayıp, uygun bir zaman kollayan hülyalı muzaffer tozdan kayıtsızca ve zararsızca fırlıyordu. Sesi kesilmez, eriyip giderdi. Koyulaşmış, damıtılmış, iyice yoğunlaşmış vahşi, sakin eylül güneşi altında serçeler, bahçe duvarına yaslanan aylak bir oğlanın havada savurduğu kızılcık sopasının sesiyle iner, bu gürültülü kıpırtı bulutunun üzerine konup kalktığı, ikinci kez çiçeğe durmuş morsalkım, tatlı, tabut kokulu, loş bir kasveti baygınlaştırdıkça baygınlaştırırdı ve ortalık uzun zamandır bakirelikte mevzilenmiş kekre yaşlı kadın teni kokardı, Bayan Coldfield’in çarmıha gerilmiş bir çocuk gibi oturduğu yüksek sandalyede o solgun bitkin yüz, bileklerdeki ve yakadaki dantellerin üçgeni üzerinden, Quentin! seyrederdi; ses bir dere, kuru kumlar arasında bir görünüp bir kaybolan incecik bir sızıntı gibi uzun sessizlikler içinde eriyip gider, sonra yine vücut bulurdu; daha şanslı hayaletlerin musallat olabilecekleri bir evleri varken kendisine sadece bir ses düşen hayalet ise gölgeli bir uysallıkla düşüncelere dalardı. Sessiz bir gök gürültüsüyle kendini (insan-at-iblis) okulda ödül almış suluboya bir tablo gibi huzurlu ve dekoratif bir sahnede buluverirdi, giysilerinde ve sakalında hâlâ hafif sülfür kokusu, arkasında ancak insan gibi yürümeyi öğrenecek kadar ehlileştirilmiş vahşi ve ürkek zenci grubu ve aralarında kıskıvrak bağlanmış, üstü başı lime lime, ümitsiz, bitkin Fransız mimarla. Sakallı süvari hareketsiz, avcunu ileri uzatmış vaziyette otururdu; arkasında vahşi siyahlar ve tutsak mimar sessizce birbirlerine sokulurlardı, kansız bir çelişkiyle barışçıl fethin kazmalarını, küreklerini ve baltalarını taşırlardı. Sonra o uzun hayretsizlikte Quentin onların yüz kilometre karelik dingin ve şaşırtıcı araziyi aniden katettiklerini, evle geometrik çiçek bahçelerini sessiz Hiçlikten vahşice çekip çıkardıklarını ve reislerinin o havaya kaldırılmış hareketsiz avucunun yanındaki bir masaya oyun kartları gibi çaldıklarını, Sutpen’in Yüz Kilometrekaresini yarattıklarını, Işık olsun der gibi Sutpen’in Yüz Kilometrekaresi olsun dediklerini görürdü. Sonra işitme duyusu geri gelmeye razı olur, iki ayrı Quentin’i dinler gibi olurdu – birincisi Güney’deki Harvard’a gitmek için hazırlanan Quentin Compson’dı, Güney, 1865’te ölmüş ve geveze öfkeli şaşkın hayaletlerle dolmuştu, sükûnetle yatmaya çoğundan daha uzun süredir direnen, ona eski hayalet zamanlarını anlatan bir hayaleti dinliyor, dinlemek zorunda kalıyordu bu Quentin, öteki henüz bir hayalet olmayı hak edemeyecek kadar genç olan, ama Bayan Coldfield gibi Güney’de doğup büyüdüğü için yine de bir hayalet olmak zorunda kalan Quentin Compson’dı – bu iki ayrı Quentin gayri beşerin gayri lisanının uzun sessizliğinde birbirleriyle konuşuyorlardı: Arılaşılan bu iblis -adı Sutpen’di – (Albay Sutpen)- Albay Sutpen. Ne idüğü belirsiz bir yerden, damdan düşer gibi, bir grup tuhaf zenciyle çıkagelmiş ve bir çiftlik kurmuş -(Çiftliği vahşice söküp aldı, diyor Bayan Rosa Coldfield)- vahşice söküp almış. Ve onun kız kardeşi Ellenla evlenip bir kız, bir de oğul sahibi olmuş -(En ufak bir şefkat nişanesi göstermeden, diyor Bayan Rosa Coldfield)- en ufak şefkat nişanesi göstermeden. Bu çocuklar ki gururunun cevheri, yaşlılığının kalkanı ve huzuru olabilirlermiş, ancak – (Ancak ya onlar onu mahvetti ya da o onları. Ve öldü.)- ve ölmüş. Ardından hiç üzülen olmadı diyor Bayan Rosa Coldfield – (Kendisi hariç) Evet, kendisi hariç. (Bir de Quentin Compson) Evet.


Bir de Quentin Compson. “Çünkü bana Harvard’a gideceğini söylediler,” dedi. “Bu yüzden de bir daha buraya geleceğini ve Jefferson gibi küçük bir kasabada taşra avukatı olacağını tahmin etmiyorum, ne de olsa Kuzeyliler burada genç bir adama hitap edebilecek hiçbir şey kalmaması için ellerinden geleni yaptılar. Belki sen de son zamanlarda pek çok Güneyli beyefendi ve hanımefendinin yaptığı gibi edebiyata atılırsın ve bütün bunları hatırlayıp yazarsın. Herhalde o zaman evlenmiş olursun, belki karın yeni bir elbise ya da ev için yeni bir koltuk ister, sen de bunları yazıp dergilere verirsin. Hatta belki dışarıda kendi yaşıtlarınla gezmek isterken bütün öğleden sonra seni içeride oturtup yaşamadığın için şanslı olduğun olayları sana anlatan yaşlı kadını da hayırla yâdedersin.” “Evet han’fendi,” dedi Quentin. Ama esas istediği bu değil diye düşündü. Sadece anlatılmasını istiyor. Bunu düşündüğünde hâlâ erkendi. Öğlene doğru küçük bir zenci çocuğun elinden aldığı not hâlâ cebindeydi, notta gelip Bayan Coldfield’i görmesi rica ediliyordu -aslında adeta başka bir dünyadan gelen bir emir, antika, kaskatı resmi bir davetti bu- tuhaf, Nuh Nebi’den kalma, tarihi, iyi mektup kâğıdı üzerine düzgün solgun sıkışık harflerle yazılmıştı, kendi yaşının üç katı olan ve hayatı boyunca tanıdığı halde yüz kelime bile etmediği bir kadından gelen bu davetin verdiği şaşkınlıkla ya da henüz yirmi yaşında olması sebebiyle bu yazının soğuk, nüfuz edilmez, hatta merhametsiz bir karakteri temsil ettiğini fark etmemişti. Öğle yemeğinden hemen sonra davete icabet etti, eylül başlarının kuru tozlu sıcağında kendi eviyle onun evi arasındaki yarım mili yürüdü (ev her nasılsa gerçek büyüklüğünden küçük görünüyordu -iki katlıydı- boyasız ve biraz bakımsızdı, yine de sahibesi gibi gözünü ilk açtığı dünyadan her bakımdan daha küçük bir dünyaya uyum sağlamak ve onu tamamlamak üzere yaratılmışçasına katı bir dayanıklılık hali, havası vardı), kepenkleri kapatılmış holün loşluğunun dışarıdan daha sıcak, kırk üç senedir yinelenen ağır, sıcak-yüklü zamanın bütün solukları bir mezar gibi içeriye hapsolmuşçasına sıcak havasında hışırtı bile çıkartmayan karalar içindeki ufak tefek kadın, bileklerdeki ve boyundaki dantellerin soluk üçgeni, meraklı telaşlı dikkatli bir ifadeyle bakan donuk yüz onu içeri buyur etmek için bekliyorlardı. Anlatılmasını istiyor da ondan diye düşündü asla görmeyeceği, adlarını asla duymayacağı, onun adını hiç duymamış, yüzünü hiç görmemiş insanlar okusun da Tanrının bu savaşı kaybetmemize neden göz yumduğunu en nihayet öğrensin diye: Tanrının ancak erkeklerimizin kanı, kadınlarımızın gözyaşı pahasına bu iblisle savaşabileceğini ve adıyla soyunu ancak bu şekilde dünya üzerinden silebileceğim öğrensin diye. Sonra adeta birdenbire notu göndermesinin sebebinin bu da olmadığına karar verdi, bunun sadece anlatılmasını, yazılmasını, hatta basılmasını istese neden onu çağırtsındı ki, kimseyi çağırtmaya ihtiyacı yoktu – daha Quentin’in babasının gençliğinde hınçlı ve ulaşılmaz bir yenilmezlik kaynağından bölge şiir gazetesinin ciddi ve kısa abone listesine yazdığı lirik şiirler, kasideler, mezar kitabeleriyle kasabanın ve bölgenin resmi başşairesi unvanını (teyit edilmese de) kazanmıştı; hem bu işleri bütün kasabanın ve bölgenin askeri mazisini bildiği bir aileye mensup bir kadın olarak yapmıştı ki bu mazi, dini sebeplerle savaşa vicdanen karşı çıkan ve Konfederasyon askeri inzibatlarından saklandığı (üzerine duvar ördürttüğü söylenirdi) kendi evinin tavan arasında, kaybedilmiş davanın artık geri dönüşü olmayan neferlerini isim isim mumyaladığı ilk dosyasını hazırlamakta olan kızı tarafından geceleri gizlice beslenirken açlıktan ölen bir babadan ve kız kardeşinin nişanlısıyla dört yıl aynı birlikte çarpıştıktan sonra düğün arifesinde kız kardeşinin gelinliğiyle beklediği evin kapısı önünde onu vurarak kayıplara karışan bir yeğenden müteşekkildi. Onu neden çağırttığını öğrenmesi için üç saat geçmesi gerekecekti, çünkü bu bölümü, bu ilk bölümü Quentin zaten biliyordu.

Aynı havayı solumaktan ve babasının bu adam hakkında bildiklerini dinlemekten ibaret yirmi yıllık mirasının bir parçasıydı bu bilgi, kasabanın -Jefferson’ın- 1909’un bu eylül ikindisiyle 1833 Haziranının o pazar sabahı arasında bu adamla birlikte soluduğu aynı havanın seksen yıllık mirasının da bir parçasıydı; adam muğlak bir geçmişten, muğlak bir istikametten gelip ilk olarak o pazar sabahı atının üzerinde kasabaya girmiş, her nasılsa toprağını edinmiş ve evini, malikânesini görünüşte sıfırdan inşa etmiş, Ellen Coldfield’le evlenip iki çocuk sahibi olmuştu -oğlu, gelin olmasına ramak kalmış kızının nişanlısını vurmuştu- böylece kendi payına düşen yolu bu barbar (en azından Bayan Coldfield o anda bu sıfatı kullandı) sonuna kadar takip etmişti. Quentin bunlarla büyümüştü; isimlerin hepsi birbirinin yerine geçebilirdi, adeta sayısızdılar. Çocukluğu onlarla doluydu; bizzat gövdesi, zengin tınılı, yenik isimlerle yankılanan boş bir salondu; bir varlık, bir bütünlük değil, bir topluluktu. Hâlâ nekahette olan inatçı, geçmişe müptela hayaletlerle dolu bir kışlaydı; bu hayaletler hastalığı iyileştiren hummadan kırk üç yıl sonra bile hastalıkla değil, hummanın kendisiyle savaştıklarını bilmeden o hummadan uyanıyorlardı, inatçı bir itaatsizlikle hummanın ötesine ve hastalığa gerçek bir kederle bakıyorlardı, hummadan zayıf düşmüş olmalarına rağmen hastalıktan kurtulmuşlardı ve henüz özgürlüklerinin iktidarsız bir özgürlük olduğunun farkında değillerdi. (“Ama bunları bana neden anlatsın ki?” dedi babasına o akşam, Bayan Coldfield arabayla geri gelmesi için ondan söz alıp en nihayet onu azat ettikten sonra eve döndüğünde; “neden anlatsın ki? Arazinin, toprağın, neyse neyin bu adamdan en nihayet usanıp karşısına dikilmesi ve onu mahvetmesinden bana ne? Onun ailesini de mahvetmişse ne olmuş? Günün birinde hepimizi mahvedecek, adımız Sutpen’miş, Coldfield’miş ne fark eder.” “Ah,” dedi Bay Compson. “Seneler önce biz Güneyliler hanımlarımızı leydilere dönüştürmüştük. Sonra Savaş çıktı ve leydileri hortlağa dönüştürdü. Birer beyefendi olarak onların bu hortlaksı konuşmalarını dinlemekten başka ne yapabiliriz ki?” Sonra dedi ki, “Seni neden seçtiğini gerçekten bilmek istiyor musun?” Yemekten sonra taraçaya oturmuş, Bayan Coldfield’in Quentin’i tekrar çağırdığı saati bekliyorlardı. “Çünkü kendisiyle gidecek birine ihtiyacı olacak – bir erkek, bir beyefendi olmalı bu ama istediklerini yapacak, istediği şekilde yapacak kadar da genç olmalı. Seni seçmesinin nedeni dedenin Sutpen’in bu bölgede dostum diyebileceği yegâne insan olması, muhtemelen dedenin sana Sutpen’le kendisi hakkında, bağlılık nişanesi olmayan o nişan, boş çıkan o sadakat yemini hakkında bir şeyler anlattığına inanıyor. Sonuçta bu adamla evlenmekten neden vazgeçtiğini bile Sutpen’in dedene anlatmış olabileceğini düşünüyor. Dedenin bana, benim de sana. Yani bir bakıma, bu gece orada ne olursa olsun mesele aile arasında kalacak; iskelet (iskeletse eğer) dolaptan çıkarılmamış olacak. Belki dedenin arkadaşlığı olmasa Sutpen’in burada asla barınamayacağma, barınamayınca da Ellen’la evlenemeyeceğine inanıyordun Yani belki Sutpen yüzünden kendisinin ve ailesinin başına gelenlerden miras yoluyla senin de sorumlu olduğunu düşünüyordur.

”) Bayan Coldfield’in kendisini seçmesinin nedeni her ne olursa olsun, Quentin bunun çok fazla zamana mal olduğunu düşünüyordu. Bu esnada, eriyip giden sesle ters orantılıymışçasına ne affedebildiği ne de intikam alabildiği adamın uyandırılan hayaleti adeta elle tutulur, somut bir hususiyet kazanmaya başlamıştı. Kendi cehennem kokusuyla, ıslah olmazlık halesiyle sarılıp kuşatılmış hayalet huzurlu, artık zararsız, hatta biraz da ilgisizce tefekküre dalıyordu (tefekküre dalıyor, düşünüyordu, Bayan Coldfield’in ondan esirgediği huzura sahip olmasa da -bitkinliğe bağışıklığı vardı- onun zarar verme ya da incitme menzilinin dışında olma bilincine sahipti anlaşılan) – Bayan Coldfield’in sesi konuşmaya devam ettikçe o gulyabani Quentin’in gözlerinin önünde çözülüp iki yarı-gulyabani çocuğa dönüşmüştü, üçü dördüncü için gölgeli bir arka plan oluşturuyorlardı. Üçüncü anneydi, ölmüş olan kız kardeş, Ellen: gözlerinden yaşlar akıtmayan bu Niobe bir nevi karabasan içinde iblisten hamile kalmış, canlıyken canı çekilmiş, ağlamadan yas tutmuştu, şimdi de herkesten çok yaşamış ya da en önce ölmüş gibi değil, sanki hiç yaşamamış gibi üzerinde dingin ve etrafıyla alakasız bir yeis havası vardı. Quentin onları görür gibi oluyordu, resmi ve cansız intizamlarıyla dördü, dönemin geleneksel aile tablosuna uygun toplanmışlardı; solmakta olan, tarihi fotoğraf büyütülüp de sesin ardında ve üzerinde duvara asılmış olsaydı o anda göründüğü gibi görünürdü, ama sesin sahibi sanki bu odayı daha önce hiç görmemiş gibi resimden habersizdi -ama ne resim, Quentin’e bile acayip görünen bir grup, çelişkili ve garip; akla sığacak gibi değil, yirmi yaşındaki birine bile doğru görünmüyor- son üyesi yirmi beş, ilki elli yıl önce ölmüş bu grup şimdi ölü bir evin havasız loşluğuna çağırılmıştı, yaşlı bir kadının katı, merhametsiz bağışlamazlığı ve onun sesini dinlerken bile kendi kendine Belki binlerini sevebilmek için onları haddinden fazla tanıman gerekiyordur, ama birinden kırk üç yıl boyunca nefret etmişsen onu da haddinden fazla tanırsın, madem öyle belki öylesi daha iyidir, belki daha hoştur, çünkü kırk üç seneden sonra artık seni şaşırtamaz, çok memnun edemez ya da çileden çıkaramazlar diye düşünen yirmi yaşında bir gencin pasif sinirliliği arasında ortaya çıkmıştı. Belki de bir zamanlar bu ses (konuşma, inanamayan, dayanılmaz hayret) yüksek bir çığlıktı, diye düşündü Quentin, uzun bir süre önce genç kızken – genç ve yılmaz hüzünsüzlüğün, kör koşullardan, barbar hadiselerden şikâyetin çığlığıydı; ama artık değil: şimdi sadece o eski hakarete mevzilenmiş, yalnız, buruşmuş yaşlı kadın eti, o nihai ve mutlak hakaretle, yani Sutpen’in ölümüyle tecavüze ve ihanete uğrayan eski bağışlamazlık var: “Bir beyefendi değildi. Bir beyefendi bile değildi. Buraya bir at, iki tabanca ve kimsenin daha önce duymadığı bir isimle geldi, atın hatta silahların onun olduğundan emin olmadıkları gibi isminin de onun olduğundan emin değildi kimse, saklanacak bir yer arıyordu, Yoknapatawpha bölgesi ona bu yeri temin etti. Sonradan gelip onu arayabilecek başka yabancılara karşı barikat olarak saygın adamların güvencesini arıyordu, Jefferson da ona bunu temin etti. Sonra saygınlığa ihtiyaç duydu, ona koruma sağlayanların bile ona karşı horgörü, dehşet ve öfkeyle ayaklanacakları o kaçınılmaz gün geldiğinde mevkiini kaybetmemek için erdemli bir kadının kalkanına ihtiyaç duydu; ona bunu temin edense Ellen’la benim babamızdı. Ellen’ı temize çıkartmaya çalışmayacağım; romantik, kör budalanın tekiydi, öyle olmasa bile gençliğiyle tecrübesizliği onu temize çıkarır; romantik, kör budala, sonra gençlik ve tecrübesizlik gibi bahaneler kalmadığında, ki o zaman gururunu ve huzurunu uğruna feda ettiği o evde ölüm döşeğinde yatıyordu ve yanında daha gelin bile olmadan duldan farkı kalmayan kızından başka kimse yoktu ki o kız da üç yıl sonra başka hiçbir şey damadan gerçek bir dul olacaktı; altında doğduğu çatıyı reddettmiş olan oğul ise ebediyen kayıplara karışmadan önce oraya son bir kez bir katil, neredeyse bir kardeş katili olarak dönecekti; ve o, o rezil iblis, o şeytan, Virginia’da savaştaydı, dünyanın orada ondan kurtulma şansı güneşin altındaki her yerden daha fazlaydı, yine de Ellen’la ben geri döneceğini biliyorduk, kurşun ya da gülle onu bulana kadar ordularımızdaki son askerin de düşmesi gerekecekti; Ellen sadece bana, daha çocuktum, küçücük bir çocuk, kurtarmamı istediği yeğenimden dört yaş küçüktüm, Ellen dönüp bana “Onu kurtar. En azından Judith’i kurtar,” dedi. Evet romantik, kör budala, ne görünürde babamızı ikna eden o yüz kilometre karelik çiftliğin ne de halamızı, ikna eden diyemeyeceğim, yumuşatan o kocaman evin ve gece gündüz el altındaki kölelerin sahibi olabildi. Hayır: sadece at üzerinde bile çalım satmanın bir yolunu bulan bir adamın yüzüne sahip olabildi -ya bir geçmişi olmadığını ya da geçmişini açık etmeye cesareti olmadığını herkesin (ona kızını gelin veren baba dahil) bildiği bir adamın- bir atla, iki tabancayla ve kaçtığı kim bilir hangi putperest memlekette herkesten fazla korku salarak tek başına toparladığı bir vahşi hayvan sürüsüyle ve o zenciler tarafından izi sürülüp yakalanmış gibi görünen Fransız mimarla bilinmeyen bir istikametten atının üzerinde kasabaya giren bir adamın -buraya kaçıp saklanan, kendini saygınlık arkasına, cahil bir Kızılderili kabilesinden her nasılsa aldığı o yüz kilometre kare toprak arkasına ve üç yıl boyunca içinde camsız, kapısız, yataksız oturduğu ve büyük dedesinden kendisine intikal etmiş bir Kral hibesi gibi Sutpen’in Yüzkilometrekaresi dediği saray büyüklüğündeki evin arkasına gizleyen bir adam- bir ev, bir mevki; gizlenmesi için gerekli olduğundan saygınlığın geri kalanıyla birlikte kabul ettiği bir eş, bir aile, içine sığındığı bir çalıdaki dikenlerin acısına nasıl katlanırsa bu mecburi rahatsızlığa da öyle katlanmıştı. “Hayır; bir beyefendi bile değildi.

Ellen’la, binlerce Ellen’la evlenmiş olsa bile olamazdı. Zaten böyle bir isteği yoktu, hem beyefendi olarak kabul edildiği de yoktu. Hayır. Buna gerek duymuyordu, çünkü ihtiyacı olan yegâne şey bir evlilik cüzdanında (ya da herhangi bir saygınlık vesikasında) yazılı olacak Ellen’ın ve babamın adlarıydı, insanların bu adları okumalarıydı, tıpkı kendisinin elle yazılmış bir notta babamızın (ya da bir başka saygın adamın) imzasını araması gibi, çünkü babamız babasının Tennessee’de kim olduğunu ve dedesinin Virginia’da kim olduğunu biliyordu ve komşularımızla aralarında yaşadığımız insanlar da bizim bunu bildiğimizi biliyorlardı ve biz de bizim bunu bildiğimizi onların bildiğini biliyorduk ve kim olduğumuz, nereden geldiğimiz hakkında yalan söylesek bile bize inanacaklarım biliyorduk, yine aynı şekilde, o da kim olduğunu, nereden ve neden geldiğini söylemekten kaçmıyordu, çünkü yalan söylediği anda hemen anlaşılacağını biliyordu. Ayrıca ardına gizlenmek için saygınlığı seçmesi de kaçtığı şeyin saygınlığın ağza alınamayacak kadar karanlık bir tezatı olduğunun yeterli kanıtıydı (tabii başka kanıta ihtiyaç varsa). Çünkü çok gençti. Sadece yirmi beş yaşındaydı; yirmi beş yaşında biri yabancı bir memlekette sadece para için bakir araziyi temizlemenin ve bir çiftlik kurmanın zorlukları ve mahrumiyetlerini gönüllü olarak göze alamazdı; Mississippi’de 1833’te, yani her tarafları elmas bezeli sarhoş aptallarla dolu buharlı gemilerin fink attığı ve gemiler daha New Orleans’a yanaşmadan bu aptalların pamuklarını ve kölelerini aşağıya attığı zamanlarda bahsetmeye değecek bir geçmişi olan genç bir adam bunu asla yapmazdı – bütün bu bolluğa topu topu bir gecelik zorlu bir yolculukla ulaşılırken, tek pürüz ya da engel diğer serseriler, bir sığlığa oturmak ya da en uzak ihtimal yağlı urganken bunu yapmazdı. Virginia ya da Carolina gibi eski, sakin bir memleketten, fazla gelen zencilerle birlikte yeni topraklar edinmek için gönderilmiş küçük oğlan da değildi, çünkü onun zencilerini her gören Virginia ya da Carolina’dan çok daha eski, ama bir o kadar da çalkantılı bir memleketten geldiklerini tahmin edebilirdi (muhtemelen öyle bir yerden gelmişlerdi zaten). Satın aldığı araziye gömülmüş çil çil altının kendisini beklediğini bilse bile böyle meşakkatli bir işe girişmektense Nehre gitmeyi, hatta yağlı urganı tercih edeceğini anlamak için yüzüne bir kere bakmak yeterliydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir