William Faulkner – Sartoris

William Faulkner’ın ilk olarak 1929’da yayımlanan üçüncü romanı Sartoris, birçok bakımlardan tüm yapıtları arasında, onlarda.Iı:i düzeni saptayan, ana yapıtı oluşturmaktadır. Sartoris, dolaylı ya da dolaysız olarak tüm romanlannda görülen iki büyük aileyi sunar – Sartoris ailesi ve Snopes ailesi. Sartaris’te Faulkner, ilk kez, yapıtlannın merkezi olan Jefferson kasabasını çizmiştir. Ve son olarak, Sartoris, yazarın kendisinin yapıtiarına karşı tutumunda kesin bir değişikliği belirlemişti. İlk iki kitabı, Askerin Ücreti ve Sivrisinekler, parlak, yergi dolu ve bazan da çok başanlı romanlardı, ama gelişigüzel ve ilgisiz bir havayla örülüydüler, oysa Sartaris’te amacı ciddileşmiş ve öyle kalmıştır. Roman ilerledikçe, neredeyse düzyazının kendisinde hissedilen değişiklik, yazın tarihindeki en dramatik ve olağandışı gelişimlerden biridir. Faulkner, Sartoris’i adadığı Sherwood Anderson’un etkisi altında roman yazmaya başladığını açıkça anlatmıştır: Anderson’ın oldukça iyi bir yaşam sürdüğünü ve yalnız sabahlan çalıştığını görmüş ve kendisinin de bir yazar olmak istediğini düşünmüştür. Bayan Anderson, Faulkner bir roman yazarsa, onu Sherwood’a okutaeağını ve o beğenirse, yayıncısı Liveright’ın yayımlamasını sağlayabileceğini söylemiştir. Faulkner, Askerin Ücreti’ni, altı haftada yazmış ve metni Bayan Ariderson’a götünnüştür. Ertesi gün yazıyı kendisine geri getiren Bayan Anderson, ·Sherwood, okurnam şart koşulmazsa, Liveright’a bastırtırım diyor,• demiştir. Böylece Faulkner romancı olmuş ve Liveright ona sonraki iki romanı için parça başına iki yüz dolar ödeme yapmıştır. Daha sonra Faulkner, «Bu para hoşuma gitti, bu bana para kazanmak için çok kolay bir yol olarak göründü,» der. Eleştirmen Irving Howe, William Faulkner adlı kitabında, yazann bu öykü ile herkesi kandırdığı görüşünde 5 olduğunu belirtmiştir. Ancak bu sonuca, öykünün en önemli bölümünü dışanda bırakarak karar vermiştir.


Faulkner’ın anlatmak istediği, yazmaya karşı bu tutumunun Sartoris’i yazana kadar sürdüğüydü. Sartaris’in yansına geldiğinde birdenbire, • Yazmanın çok güzel bir şey olduğunu keşfettim,• demişti. ·Kişileri istediğiniz gibi gösterebiliyorsunuz. Tüm bu insanların bana ait olduğunu keşfedince, hepsini yeniden yaratmak istedim.� Faulkner’ın bu öyküsü, Sartaris’teki yazısının niteliğiyle doğrulanmaktadır. Ve Sartaris’ten sonra, birkaç ay içinde, giderek kabanp dalgalanan bir yaratıcı güçle, romancı olarak yerini saptayan büyük kitaplarını yazmıştır: Ses ve Öfke, Döşeği.mde Ölürken, Sığınak (genellikle büyük yapıtlan arasında sıralanmamasına kiu-şın; kendisi de bu kitabından olumsuz söz etmiştir), Ağustos Jşığı, Saıtoris temasından �e Jefferson yöresinden, Pilon ve Yaban Palmiyelerl’ndeki gibi uzaklaştığında, sonuç, kitaplarda c;l.uyulan bir zorlanma duygusuydu; bu yapıtlannda ilk zamanlanndaki esini yakalamak ister gibidir. 1940’da HamJet’la Sartoris öyküsü ve çevresine döndüğünde, en iyi romanlanndan birini yazmıştı. Yapıtlanndaki gösterişli ve anlamsız (süslü) ilk dönemle, büyük romanlarını yazdığı dönemi ayıran çizgi Sartorls’tedir. Daha kesin söylersek, Sartoris’te bir şeyler romanı aşmış, Faulkner’a yapıtlannın bütünüyle ilgili bir görüş açısı sağlamıştır. İlk iki romanı taşlama türündeydi, ancak buradaki yergiler, dengeli bir temele dayanmıyordu, öyle ki çoğu kez kişisel bir huzursuzluk ve karşı koyma havasına bürünüyordu. Bu yapıtlardan sonra Sartoris’e baktığımızda, kendimizi hemen Jefferson kasabasının somut gerçeği içinde buluruz; Jefferson kasabası, Mooı.phis’ten yüz kilometre uzaklıkta, tepelerin kesintisiz mavilerine dayannnş eğik hayırlar ve uykulu, zengin geniş tarlalar arasında kurulmuş bir yayla kasabasıdlr. Roman ilerledikçe, genelde Faulkner romanlannda rastlanılan şiddet dolu olaylar ve görüntüler yerine, kasaba, kırlar ve ormanıann duyumsal betİmlemeleriyle iletilen gizemli bir coşku ve yoğunluk duygusunun bilincine varınz.

Burada Faulkner’ın romanlannda çok sık rastlanan, karaağaçlar arasından yükselen taş kemerleriyle tuğladan 6 yapılmış ilçe hükümet binasını, taştan eliyle yine taştan oyulmuş gözlerini siper eden Konfederasyon askerinin anıtım, ve yıpranmış tuğlalardan oluşan siluetiyle ilçe hükümet binasının parkını görürüz. Buradan yedi kilometre uzaklıkta, ağaçların kemerler oluşturduğu sokakların ötesinde, Sartoris’lerin evi bulunmaktadır; meşe ve akasya ağaçlanyla çevrili beyaz, gösterişsiz eve, kıvnlan bir araba yoluyla ve demir kapılardan girilir; bir ucunda salkımlan ve gülleriyle veranda, içeride beyaz tırabzanları ve kınnızı halısıyla bir merdivenle kristal avize ve uzun aynadan kırılıp yansıyan güneş ışıkları … Sartoris’e daha da. yoğunluk kazandıran, esindir ve esinin kaynakları her zaman eleştirel incelemenin ötesindedir. Söyleyebileceğimiz tek şey, verimli bir doğrultuda süren çabalann, eğer varsa esinin ortaya çıkmasına yardımcı olduğudur. Faulkner, bu romanda biçimlenen Albay Sartoris kavramını oluşturduğunda, uzun bir süredir Askerin Ücreti ve Sivrisinekler’i yazıyordu … Albay Sartoris, Faulkner’ın büyük-büyükbabası Albay William C. Faulk.ner’e göre çizilmiştir. 7 İlk kitabımın yayımlanmasına yardımcı olan SHERWOOD ANDERSON’a, Sartolis’in onu pişman etmeyeceği inancıyla. BİRİNCİ BÖLÜM Her zamanki gibi yaşlı adam Falls, beş kilometre yürüyüp geldiği kasabanın Yoksullar Evinden, John Sartoris’i de birlikte odaya getirmiş, ölmüş adamın ruhunu, bir koku, solmuş tulumunun temizliğine sinmiş toz kokusu gibi, oğlunun oturduğu ve daha sonra yoksul adamla bankacı oğlunun, ölüm ötesinden geri dönmüş bu adamla birlikte yanın saat boyunca oturacakları odaya taşımıştı. Zaman ve tenden arınmış, ancak burada oturan ve düzenli aralıklarla birbirlerinin sağırlıkianna bağıran bu iki yaşlı adamdan çok daha diriydi. Yandaki odada bankanın işleri yürüyor, iki adamın sesi bu odanın duvarlanndan geçip boğuk bir uğultu :ıtalinde bitişik dükkaniara gidiyordu. O, paylaştıklan sağırlıkla ölü bir çağa kenetlenmiş kalmış, zamanın yavaş akışı içinde eriyen bu iki yaşlı adamdan çok daha canlıydı; yaşlı adam Falls, evim dediği yere yavaş yavaş yürüyerek dönmek için ayrıldıktan sonra bile, bir atmacayı andıran sakallı yüzüyle John Sartoris orada, oğlunun yanında kalmıştı ve yaşlı Bayard, ayaklarını soğuk şöminenin kenarına dayamış, elinde pipo otururken, babasının nefesini duyar gibi oldu; sanki ölmüş adam geçici bir canlı değil, oğlunun içinde yaşadığı sessizlik kalesini delip geçen bir varlıktı. Piponun süslü bir biçimde oyulmuş lülesi çok kullanıldığı için kararmıştı. ve ağızlığında babasının dişlerinin izi vardı, onun ölmeyecek kemiklerinin izi ve bu izler tarih öncesi yaratıkların, o ya çok uzun yaşayacak ya da yok olduktan sonra tümüyle dün9 yadan silinecek, yerlerini daha küçük biçimlendirilmiş şeylere bırakacak o kocaman yaratıklann yaşayan taşta süregelmeleri gibiydi. Yaşlı Bayard, elinde pipo, oturuyordu.

·Bunca zaman sonra bunu neden bana getirdin ki?” demişti. Yaşlı adam Falls, . sanınm, Albayın istediği süre sakladım onu, . diye yanıtlarmştı. «Hem benim yoksul evim, onun herhangi bir eşyasını hanndırmak için çok değersiz, Bayard. Eh, ben de doksan dördüme yaklaşıyorum.» Sonra da çıkınını toplayıp, kalkıp gitmiş, ancak yaşlı Bayard elinde pipo, başparmağıyla piponun lülesini oğuşturarak bir süre daha öyle oturmuştu. Biraz sonra John Sartoris de kayboldu; sakin ölülerin o müthiş hesaplaşmaianna daldıklan yere çekildi. Yaşlı Bayard kalktı, pipoyu cebine attı, şöminenin üzerindeki kutudan bir pura aldı. Tam kibriti çakarken odanın kapısı açıldı ve içeriye yeşil kasketli bir adam girerek, ona doğru yaklaştı. Tekdüze bir sesle, eSirnon geldi Albayım,. dedi. Yaşlı Bayard kibrit elinde, «Ne?» diye sordu. ·Simon geldi.» «Ha, peki.

» Haberi getiren adam arkasını dönüp, çıktı. Yaşlı Bayard kibriti şömineye doğru fırlattı, puroyu da cebine soktu. Çekmeceyi kapayıp, masanın üzerinden siyah fötr şapkasını alarak adamın arkasından yürüdü. Kasketli adamla veznedar, parmaklıklı camın arkasında çalışıyorlardı. Yaşlı Bayard dik bir yürüyüşle halden geçerek, yeşil bir şapka başında, yaya kaldırımının orada, bahar ikindisinde güneşin altında panıdayan bir çift atın koşulduğu arabayla bekliyordu. Yaşlı Bayard, atların bağlanması için yaptırmış olduğu bir kazığı sanayileşmenin ilerlemesine karşı umursamazlıkla saklamasına karşın, Simon bunu hiç kullanmazdı. Kapı açılıp, Bayard, perdenin çelO kik durduğu, üzerinde «Banka Kapalıdır» sözcükleri altınla yazılmış kapıdan çıkana dek Simon yerinden kımıldamadı. Gösterişli bir biçimde dizginleri sol, kırbacın ince ipini sağ elinde tutuyordu. Karaderili yüzüne kabadayı bir görünüm veren yarı sönmüş bir puro ağzına takılmış kalmış gibiydi. Panltılar saçan atlarla, sürekli, sevecen bir sesle konuşuyordu. Atları şımartırdı. Sartaris’lere saygısı vardı, onlar için sıcak, koruyucu bir yakınlık duyardı, ama atlara tapardı. Onun ellerinde en zavallı hayvan bile, sevgilisinin okşadığı bir kadın gibi, güzelleşir, bir opera sanatçısının coşkusunu edinirdi. Yaşlı Bayard arkasındaki kapıyı kapayarak arabaya doğru dimdik yürüdü. Köylülerden birinin dediği gibi, bir ayağı takılsa, kendini dümdüz yerde bulacağı sopa gibi bir yürüyüştü bu.

O sırada yoldan gelip geçen birkaç kişiyle, dükkiı.nlannın önüne çıkmış birkaç tüccar Bayard’ı gösterişli bir kölelikle selamladılar. Simon o zaman bile arabadan inmedi. Irkının oyunculuğa olan gizli yeteneğinin yarattığı ince duyarlıkla, keten önlüğünün kıvrımlarını öyle bir düzeltti ve bunu atlara o anın önemini ileten öyle bir devinirole gerçekleştirdi ki, hayvanların da başlarını silkeleyerek ve kıpırdayarak eyerlerinin pırıl pırıl parlamasına ve onların da bu karşılama törenine katılmalanna neden oldu. Daha sonra kırhacı tutan elini şapkasının kenarına götürürken buruşmuş karaderili yüzünü, anlatılması güç, görkemli bir görünüm kapladı. Bayard arabaya bindi, Simon’un atları kırbaçlamasıyla kalkan arabanın ardında, Bayard’ın arabaya bindiği o çarpıcı anı izleyenler kaldı. Simon, sırtından, duruşundan, hatta şapkasının kenanndan bile dökülen önemli ve kötücül bir şeyle dolup taşıyordu bugün. Ancak, yol kenarına bırakılmış yük arabalan arasından alanı geçip, Bayard’ın dilenciler dediği otomobil sürücülerinin gidip geldikll leri geniş yola sapana dek konuşmadı; kasaba geride kalıp, o arabalı dilencilerin tek tük göriildüğü tomurcuklanmış kırlara çıkana ve efendisi dört kilometrelik yolun tekdüzeliğinin beklentisi içinde arkasına yaslanıp yerleşene dek ağzını açmadı. Sonra atlan yavaşlattı ve başını çevirdi. Sesi ne çok tok, ne de çok güçlüydü, ama her nasılsa yaşlı Bayard’la güçlük çekmeden konuşabiliyordu. Başkalan, Bayard’ın içinde yaşadığı sağırlık duvarını delmek için bağırmak zorunda kalırdı; ancak, Simon, onunla, özellikle araba sarsıntısının sanki efendisinin duymasını biraz kolaylaştırdığı zamanlarda, o tekdüze, oldukça tiz bir yavanlıktaki sesiyle konudan konuya atlayarak konuşurdu. Simon söyleşi havasında, «Küçük bey eve döndü,, dedi. Yaşlı Bayard, bir an öfkeyle kalakal dı; yüreği gereğinden sık, gereğinden hafif atıyor, torununa sövüp sayıyordu; ama hiç kımıldamadı, görünüşü öylesine sakindi ki, Simon arkasına dönüp baktığında, onu gözlerini dışanya, uzak bir noktaya dikmiş, dalmış sandı. Sesini biraz yükseltti:

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir