William Faulkner – Çılgın Palmiyeler

Faulkner, Çılgın Pabniyeler’i Ses ve Ofke, Yatağımda Ölürken ve Abşolom, Abşolo1nf gibi başlıca romanlarının ardından 1939 yılında yayımladı. Kitap, olayları, kişileri, mekanları, genel havaları apayrı iki uzun öyküden oluşur. Yapıtlarında hep birtakım değişik anlatım biçimleri deneyen Faulkner, “Çılgın Palmiyeler” ve “Irmak Baba” başlıklı bu öyküleri tek bir romanın parçaları gibi tasarlamış, bölümlerini dönüşümlü biçimde sıralamış tır. Bu plan uyarınca kitap, “Çılgın Palmiyeler”in ilk bölümüyle başlar, arkasından “Irmak Baba” daki adsız malıkurnun öyküsünün ilk bölümü gelir; üçüncü bölümde Harry ile Charlotte’un öyküsü devam eder; dördüncü bölüm, yeniden malıkurnun başından geçenleri anlatır; bundan sonraki bölümler de aynı biçimde sıralanır. Paris Review’da (1956) yayımlanan sözlerine bakılırsa Faulkner, “Çılgın Palrniyeler” ile “Irmak Baba”nın bölümlerini yalnızca böyle iç içe yerleştirmeyi planlamakla kalmamış, aynı zamanda onları kitaptaki sırayla yazmıştır: “‘Çılgın Palmiyeler’in ilk bölümünü bitirir bitirrnez, bir şeylerin eksik kaldığını, öykünün pekiştirilmesi, müzikteki kontrpuan benzeri bir yöntemle güçlendirilmesi gerektiğini gördüm. Bunun üzerine, ‘Çılgın Palrniyeler’deki öykü yeniden canlanmcaya kadar ‘Irmak Baba’yı yazdım. Derken, ‘Irmak Baba’nın birinci bölümünün sonuna gelince, onu bırakıp ‘Çılgın Palmiyeler’e döndüm ve gene gücünü yitirmeye başlayıncaya kadar yazmaya devam ettim. Sonra, onun ‘antitez’i olan ‘Irmak Baba’nın bir bölümünü daha yazarak ‘Çılgın Palmiyeler’i yeniden canlandırıp güçlendirdim.” Aslında Ses ve Öfke ile Yatağınıda Ölürken de, farklı kişilerin anlattıkları öykülerden oluşan romanlardır; ancak bu romanlar- •• daki öyküler, aynı kişiler ve olaylar hakkındadır. Orneğin, Ses ve Öfke’de Compson ailesinin öyküsü dört bölümde, ailenin üç oğlu ve eınekli aşçısı Dilsey’nin değişik bakış açılarından ayrı ayrı anlatılır. Yatağınıda Ölürken, Eddie Bundren’in ölümü ve gömülmek üzere Jefferson’a götürülüşü hakkındadır, ama bu olay okuyucuya ailenin altı üyesi ile bazı komşuların bilinçlerine yansıdığı biçin1de aktarılır. Kişilerin her biri kendi bilgi ve görüş alanı içinde kalır; romanda çizilen genel tablo, tüm bu bilgi ve görüşlerin okuyucu tarafından bir araya getirilmesiyle ortaya çıkacaktır. Çılgın Palnıiyeler’de kullandığı anlatım yönteminde de Faulkner’ın temel amacı, okuyucunun bu kez iki ayrı öyküyü tek bir ron1an gibi okuması nı, karşılaştırma yoluyla olaylar ve kişiler arasında birtakım bağlar kurabilmesini sağlamaktır. Ancak, başlangıçta eleştirmenler böyle bir düzenlemeyi çok yadırgadılar, yazarın anlatın1 yöntemini yapay, anlamsız ve başarısız buldular. Bu nedenle “Çılgın Palmiyeler” ile ��ırmak Baba” daha sonraki yıllarda bir süre ya tek tek ya da aynı kitapta, ama her öykünün kendi bölümleri bir araya getirilerek basıldı.


Faulkner 1950 yılında Nobel edebiyat ödülünii kazanınca, yazarın öteki romanlarıyla birlikte Çılgın Palnıiyeler de daha büyük bir ilgi ve dikkatle incelenmeye başladı. Irving Howe, 01ga W. Vickery, Joseph J. Moldenhauer ve Hyatt H. Waggoner gibi eleştirmenler, “Çılgın Palmiyeler” ile ‘�lrn1ak Baba” arasındaki birtakım benzerlik ve zıtlıklara dikkat çekerek, öyküleri “dönüşümlü” bir süreç içinde okumanın, karşılıklı etkileşim olanakları yarattığı, onları birbiriyle dengelediği ve böylece anlamlarını aydınlatıp derinleştirdiği sonucuna vardılar. Çılgın Paltniyeler günümüzde artık genellikle Faulkner’ın tasarladığı gibi, romanı oluşturan öykiiierin bölümleri birbirini izieyecek biçiınde basılıyor. Her iki öykü de beş bölümdür. “Çılgın Palmiyeler”in ilk bölümü, Charlotte’u çok hasta durumda gösterir; Harry ona bir doktor getirir; okuyucu onların kim olduklarını bilmez; aslında olaylar iyice sonuna yaklaşmıştır. “Irmak Baba”nın ilk bölümünde ise, Faulkner’ın “uzun boylu mahkum” dediği adsız mahkfımla “tombul mahkum” dediği malıkurnun neden ve na- · sıl hapse düştükleri açıklandıktan sonra, Mississippi ırmağının taşmasıyla sel sularının her yanı kapladığı, mahkumların halka yardıma çağrıldıkları anlatılır. uçılgın Palmiyeler”in ikinci bölümü, olayların başlangıç noktasına döner. Harry Wilbourne, New Orleans’daki bir hastanede doktorluk stajını bitirmek üzeredir. Evli ve iki çocuk sahibi bir kadın olan Charlotte Rittenmeyer’le tanışır. Birbirlerine aşık olurlar. Harry hastanedeki işini, Charlotte çocuklarını ve kocasını terk eder, birlikte Chicago’ya giderler. “Çılgın Palmiyeler” ile Ilirmak Baba” arasındaki karşılaştırma olanakları, kitabın üçüncü bölümünde başlamıştır, çünkü Harry ile malıkurnun durumlarında belirgin bir koşutluk ve benzerlik vardır.

Faulkner bu aşamada, Harry’yi de, malıkumu da uzun süredir içinde yaşadıkları bildik, güvenli ortamlardan çıkararak hiç tanımadıkları bir dünyaya sokmak üzeredir. Romanın sonraki bölümleri, bu kişilerin her ikisi için de bir denenme, sınavdan geçme dönemi olacak, yeni koşullar altında ortaya koyacakları davranış biçimleri, onların karakter yapılarını belirlerken, bir yandan da genel anlamda insan yaşamına ışık tutacaktır. Faulkner, Çılgzn Palmiyeler�de 11iki ayrı aşk türü” anlattığını söyler. Bunlardan biri, Harry ile Charlotte’un ilişkilerinde ele alınan, yüceltilip idealleştirilmiş romantik aşktır. Yazar, öykünün ikinci bölümünde başa dönüp Harry’nin geçmişinden söz ederken, babasının ölümünden sonra onun çok az parayla geçinmek zorunda kaldığını, derslerinden, doktor çıkmaktan başka bir şey düşünmediğini, o zamana kadar kadınlardan kızlardan hep uzak durduğunu belirtir. Vurgulamak istediği nokta, genç daktorun aşk konusundaki bilgisizliği, deneyimsizliğidir. Harry’nin aşık olduğu Charlotte ise, tüm dış etkilerden uzak, katıksız, salt bir aşk ve tutku özleyen deneyimli bir kadındır. Belli ki, evlendiği adamla böyle bir ilişki kuramamaktan dolayı düş kırıklığına uğramış, içinde yaşadığı maddeci toplurnun insanları doğal duygularından, içgüdülerinden uzaklaştırarak yüreklerinde aşk diye bir şey bırakmadığı sonucuna varmıştır. Okuyucu, Harry ile tanışmanın aşk konusunda Charlotte’ u yeniden ümitlendirdiğini, zihnindeki ideal ilişkiyi apayrı bir dünyanın insanı olan bu yoksul, saf ve deneyimsiz gençle kurabilmeyi hayal ettiğini sezer; bu uğurda her türlü toplumsal engel ve baskıyı göğüsleme7 ye, onunla yalnızca aşka adanmış bir yaşam sürmeye hazırlandığını görür. Gerçekten de, bu ilişkiyi tasariayıp yönlendiren Charlotte’tur. Daha Chicago’daki ikinci günlerinde kendi aşk kavramını Harry’ye aşılamaya başlar; birlikte yaşayacakları günlerin, ayların, yılların hep bir “balayı” havası içinde geçmesi gerektiğini söyler, “Sonsuza kadar – ikimizden biri ölene kadar. Başka türlüsü olamaz. Ya cennet, ya cehennem: Bu ikisi arasında … rahat, huzur ve güven içinde bekleyeceğimiz bir Araf yok ikimiz için” diye ekler. Harry’nin, “Demek sen bana değil, aşka inanıyor, güveniyorsun …. Yalnız ben değil, herhangi bir erkek olabilir demek” sözü üzerine, görüşlerini açıklamaya devam eder: “Evet, aşka.

İki insan arasındaki aşk ölür, derler. Bu doğru değil. Aşk ölmez. Eğer ona layık değilsen, seni bırakır gider. O ölmez; ölen sen olursun. Aşk deniz gibidir: Sen işe yaramaz biriysen, sularda kötü bir koku çıkarmaya başlarsan, o zaman deniz, dışarıda • bir yerde ölmen için kusar atar seni. Insan nasıl olsa ölecek; ama ben, kusulup cansız bir kumsala fırlatılarak güneş altında kuruyan, … adsız, ufak, pis bir leke olmaktansa, denizde boğulmayı yeğlerim.” Charlotte, aşksız, tutkusuz bir hayatın yaşamaya değmediğine içtenlikle inanan korkusuz, güçlü bir kadındır; Amerikan orta sınıfının geleneksel ahlak değerlerine göre yetişmiş olan Harry ise, Charlotte’la tanışmadan önce, tıpkı evini kiraladığı doktor gibi tutucu, sınırlı, kısır bir ömür geçirmeyi kabullenmiş bir gençtir. Kadın erkek ilişkilerinde hiçbir deneyimi olmadığı için, ilk haftalarda kendini tümiiyle Charlotte’un ellerine bırakmak, onun görüşleri doğrultusunda davranmak eğilimindedir. Gün geçtikçe, sevdiği kadının aşk konusundaki düşüncelerini sorgulamadan “olduğu gibi” benimsemeye başlar ve sonunda onu bile geride bırakacak katı bir tutum içine girer. Ancak, geçmişinden gelen köklü tutuculuğun etkisi altında, yasak bir ilişki yaşıyor olmaktan tedirgindiri kafası karışmıştır; geleneksel bir tavırla, “kadının geçimini sağlamak erkeğin görevidir” diye, “karım her şeyin en iyisine layıktır” diye düşündüğünü fark edince, telaşa kapılır. Şimdi evli çiftlerden farksız, sıradan bir hayat yaşayarak Charlotte’un istediği türden bir ilişkiyi 8 yürüternernekten ötürü, aşk denizinin sularında “kötü bir koku çıkarmaya” başlamak tan, sular kendisini kusup kuınsala fırlatınca, orada ��’güneş altında kuru yan, … adsız, ufak, pis bir leke” durumuna düşmekten korkrnaktadır. Sonunda Chicago’dan uzaklaşmak istemesi bu yüzdendir; çünkü magazin yazılarından kazandığı parayla, “yıllık gelirleri beş bin dolar düzeyinde … olan evli çiftierin oturduğu bir serntte” kiraladıkları güzel evde “saygın” insanlar gibi yaşamaya başlamışlardır; oysa Harry’nin Charlotte’tan edindiği yeni anlayışa göre, para da saygınlık da aşkı yok edebilecek, insanı “tüm tutkuları körelmiş, umutları sönmüş, ama solucan gibi bunlardan habersiz, evli bir adama” dönüştürebilecek etkenlerdir. Böyle bir sondan kaçınrnak, gerçek aşkı yaşayabilmek için işsiz güçsüz olması gerektiğine inanır, çünkü aylaklığın insana “bedenin zevklerine -yemeye, sindirdiklerini boşaltmaya, sevişmeye, güneşlenmeye- öncelik veren bir bilgelik” kazandırdığına inanmaktadır şimdi. Utah’a hareket etmeden hemen önce McCord’a, bunu Charlotte’tan öğrendiğini söyler, “Charlotte beni değiştirip kendi damgasını vurdu” der.

Charlotte ona bir de, “dünyada bedensel zevklerle boy ölçüşebilecek, onlardan daha iyi … hiçbir şey” olmadığını öğretrniş, Harry de buna dayanarak, “tüm kötülüklerin … anası, bizim tutumluluk, çalışkanlık, bağımsızlık gibi baş erdemlerden saydığımız şeylermiş” sonucuna varmıştır. Tutumluluk, çalışkanlık, bağımsızlık, aslında Harry Wilbourne’nun içinde yetiştiği geleneksel toplumun temel değerlerindendir. Bu değerler çocukluğundan başlayarak Harry’ye de aşılanmıştır; bu yüzden, kendisi artık onlardan kurtulduğunu düşünse de, etkilerinin güçlü biçimde devarn ettiği açıkça ortadadır. Örneğin, Chicago’dan ayrılmak isternesinin nedenlerinden biri, bu kentte “günah işlernek bile sıradan bir şey; zina bile bağışlanıyor” diye düşünüp rahatsız olmasıdır. Harry’nin bir tek bu rahatsızlığı bile, onun zaman zaman ne büyük çelişkiler içine düştüğünü gösterir. Kadınlar hakkında bir şey bilmediği halde, içinden, onlara 11Çekici gelen şey, yasadışı aşkın büyüsü ya da, iki kişinin suçlanıp lanetlenerek toplumdan, Tanrı’dan sonsuza kadar kopmalarına … yol açan ateşli bir tutku değildir; onlara çekici gelen, yasadışı aşkın güçlükleriyle başa çıkabileceklerini 9 göstermektir, çünkü kadınlar yasadışı aşkı alıp ona saygınlık kazandırma k … için karşı konulmaz bir istek duyarlar” der. Bu genellemeyi yaparken aklında Charlotte vardır; oysa gerçek değerler üzerine kurulu bir hayat yaşan1aya çalışan Charlotte, yalnızca aşk ve tutku peşindedir; başkalarının ne düşündüğüne pek aldırdığı yoktur onun. Lanetlenmekten korkan, saygınlık görüntüsiine önem veren, asıl Harry’nin kendisidir. Yasak bir aşk yaşıyor oln1anın yarattığı günah duygusunu zihninden söküp atamadığı bellidir. Bu bakımdan, Harry’nin sorunu, Charlotte’un ideal aşk kavramını iyice benimsemişken bile, geleneksel değerlerin güçlü etkisinden tam anlamıyla kurtulamaması, aşk uğruna, Charlotte’un yaptığı gibi, her türlü özveride bulunmaya içinin elvermemesidir. Kürtaj konusundaki kaygılarını tartarken, “Evet, şiındiye kadar pek çok ilkeyi bir yana fırlatıp attım, ama anlaşılan bunu atmamışım” diye düşündükten “sonra korkunç bir an, içinden, “En başta aşkı bir yana fırlatıp atardım belki o zaman” demesi, bunun açık bir ifadesidir. Ancak, Charlotte’la ilişkisini başarıya ulaşmaktan alıkoyan etken, yalnızca Harry’nin kürtaja karşı direnmesi değildir. Aslında o, gerçek aşkın düşmanı saydığı para ile saygınlıktan kurtulduğuna inandığı zaman bile çok kaygılıdır, çünkü kendilerini bunlardan daha korkunç bir düşmanın beklediğine inanmaktadır. Bu düşman, Harry’nin “Onlar” diye tanımladığı birtakım doğaüstü güçlerdir. Bunların Charlotte’la kendisini “günün1Üzün aşkı gereksiz sayan yaşan1a biçimine boyun eğmeye zorlamak, ya bize uyacak ya da öleceksin, demek için başka bir” yol bulacaklarından emindir.

Aslında Faulkner’ın roman dünyasında insanoğlunun en derin özlem ve ideallerini boşa çıkarmaya çalışan birtakım güçler vardır; insan yaşamı, biiyük ölçüde, etkilerini rastlantılar ve kazalar yoluyla gösteren, bir bakıma “kader” diyebileceğimiz, bu güçlerin yönetimi ve denetimi altındadır. Harry’nin Charlotte’la tanıştığı partiye gitmesi, birlikte yaşamaya karar vermelerini sağlayan parayı bıılması, parayı sahibine gönderecekken postanenin o gün kapalı olması, hep birer rastlantıdır. Benzer biçimde, Charlotte’un hamile kalışı, kürtajın başarısız oluşu da, kaza ya da şanssızlık sonucudur. Bu bakımdan, Harry ile Charlotte’un “tutkuları körelmiş, umutları sönlO müş” insanlar olmamak için ideal bir ilişki yaşama çabalarını, yalnızca toplumsal haskılara değil, aynı zamanda bunlardan çok daha güçlü bir düşmana karşı giriştikleri bir direniş hareketi •• olarak görebiliriz. Oykünün sonunda Harry’nin hayatta kalmayı seçerek Charlotte’un anısını yaşatma kararı da, kadere karşı elde edilmiş göreceli bir zaferin ifadesidir. Harry, kendisi ölünce anıların da yok olup gideceğinin bilincindedir; ne var ki, yenilginin kaçınılmaz olduğunu bile bile sürdürdüğü bu inançlı direnişin genç doktora trajik bir boyut kazandırdığı da açıktır. Güvenli ama tekdüze, kısır ve ruhsuz bir varoluş biçimini terk etmiş, Charlotte’la birlikte, onun deyimiyle, bir “cennet” hayatı yaşamayı denemiş, ama başarılı olamamıştır. Ancak, Don Quijote’de olduğu gibi “Çılgın Palmiyeler”de de başarısızlık, düşlerin, ideallerin kendi içlerinde taşıdıkları herhangi bir kusurdan çok, insanoğlunun özle;nleriyle yeryüzünün katı gerçekleri arasındaki temel uyuşmazlığın, kısaca, insan olmanın, yarattığı bir sonuçtur. “Irmak Baba”nrn kahramanı adsız rnahkumla yapılacak bir karşılaştırma, bu noktanın daha iyi aniaşılmasına yardım edecektir. Öyküsünün başında mahkum da, pamuk tarlalarında çalışarak güven içinde yaşadığı cezaevinden çıkar. Ancak onun dış dünyaya açılışı kendi seçimi değildir; öyküye adını veren Mississippi’nin taşrnasıyla köyler, tarlalar sel suları altında kaldığından, tüm mahkumlar çevredeki insanlara yardım etmeye çağrılmıştır. Uzun boylu malıkuma verilen görev, bir ağacın üstünde bekleyen bir kadınla, çevredeki pamuk depolarından birinin darnına tırrnanrnış bir adamı kurtarrnaktır. Küçük bir kayıkla işe koyulan mahkum, kurtardığı kadınla birlikte azgın sel sularında oradan oraya sürüklenmeye başlar. Kadının doğum yapmak üzere oluşu, malıkurnun göğüslemek zorunda kaldığı güçlükleri büsbütün artırmıştır. Ancak o gene de, neredeyse insanüstü bir çaba ve cesaretle, gece gündüz, aç susuz, yılınadan görevini yerine getirmek için uğraşır durur.

Rastlantı sonucu bulduğu ufak bir kara parçasında bebeğin doğumuna yardım eder. Şimdi tüm çabası, anneyle bebeği ve devletin kayığını yetkililere teslim etmek, kendisine verilen görevi tamamlamış olarak cezaevine dönmektir. ll Harry Wilbourne’da gizli bir suçluluk dtıygusunun yarattığı sürekli bir özgüven eksikliği sezilir. Oysa adsız malıkurnun temel karakter özelliği, içinde bulunduğu güçlüklerle baş edip ederneyeceğini hiç düşünmeden, (belki de dağ köylüsü olmaktan kaynaklanan) içgüdüsel bir gözü peklikle, harekete geçmektir. İnsanı karınca kadar ufaltan, “tüm suya kesmiş” bir dünyada korkunç akıntılarla boğuşurken o da, “kötü niyetli, öfkesi her an patlanıaya hazır bir coğrafyanın elinde oyuncak” olduğunu düşünür; “kaderin kendisini … sonsuza kadar mahkum ettiği bu mayası bozuk suların”, çabalarını boşa çıkararak görevini engelleınek için “yeni yeni kötülükler icat” edeceğinden emindir. Ama Harry’nin tersine, onda hiçbir suçluluk duygusu yoktur; başına gelenlerin kendisine bir ceza olduğunu aklından bile geçirmez. Yaşadığı güçlükler karşısında kimi zaman öfkeden çılgına dönse, “yeryüzündeki tüm tutkuların, budalalıkların, haksızlıkların sorumlusu o güvenilmez ezeli Yaratıcı”ya isyan etse de, dişini tırnağına takarak doğru bildiğini yapmaktan, görevini başarmak için tüm gücüyle uğraşmaktan bir an geri durmaz. Mahkum, cezaevinde büyük bir sorumluluk duygusu edinmiş, yaptığı iş ne olursa olsun, onu iyi yapmayı ve bundan gurur duymayı öğrenmiş- • tir. “Insan yapmak zorunda olduğu şeyi, elinde hangi alet varsa onunla, nasıl biliyorsa öyle, aklına yatan en iyi biçimde” yapmalı diye düşünür o. Daha önce hiç kürek çekmemişken, korkunç sel sularında kayığı ustalıkla kullanır; elinde hiçbir alet olmadan kendine iyi kötü bir kürek yapmayı becerir; hiç bilmediği timsah avcılığında yerli avcıları bile hayran bırakan bir başarı kazanır. Harry Wilbourne’un cezaeviı1de biten trajik serüveninin tersine, adsız malıkurnun cezaevinde başlayıp azgın doğa güçleriyle kahramanca bir savaşırndan sonra gene orada sona eren öyküsü, büyük ölçüde komik bir tutumla anlatılır. Örneğin, mahkCırnun on beş yıl hapis cezası almasına neden olan tren soygunu, tam bir komedi niteliğindedir. On sekiz yaşında tek başına kalkıştığı soygunu, “para pul, zenginlik ya da kaba bir soygundan elde edilecek ganimetler” için yapmamıştır o; asıl amacı, “çağının canlı, hareketli dünyasında seçtiği dalda herkesi geçtiğini” göstermek, başarılarını “tıpkı olimpiyatlardaki amatör yarışçıların kazandığı madalyalar gibi” göğsünde gururla taşı12 maktır. Ancak, soygun günü “kasayla altınların bulunması gereken vagona girmesiyle yakayı ele vermesi bir olmuştu.” Böylece daha işin başında yakalanmak, onun “kahramanlık” düşlerini yerle bir etmiştir.

Soygun planı için romanlarından yararlandığı yazariara çok öfkelidir; “başına ne geldiyse, bu yazarların gerçek ve güvenilir diye sundukları bilgilere inandığı için gelmişti”; çünkü kendisi işini ciddiye alıp hazırlıklarını büyük bir özenle yapmıştır. Kusursuz bir plan l1azırlamak için “iki yıl boyunca biriktirdiği” polisiye romanları “tekrar tekrar okumuş, ezberlemiş, öykülerini ve yöntemlerini birbirleriyle karşılaştırmış, her birinin iyi yanlarını alıp işe yaramayan kısımlarını” atmış, “acele etmeden, sabırsızlanmadan, tıpkı saraya takdim edilecek birine dikmek te olduğu kostürnde her yeni çıkan bültene göre değişiklikler yapan titiz bir terzi gibi o da, ince birtakım değişiklikler için zihnini son dakikaya kadar açık tutmuştu.” Soygun sırasında onların yazdıklarını “harfi harfine uyguladığına” göre tüm suç, işlerini iyi yaparnayan bu beceriksiz adamlardaydı; kitaplarındaki uydurma bilgilerle kendisini “dolandırmakla” kalmamış, üstelik özgürlüğünden, “şeref ve gururundan etmişlerdi.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir