William Golding – Asagidaki Yangin

Albay Anderson biraz yana döndü, ellerini ağzının iki yanına siper ederek kükredi. “Direk başı!” Genç Willis’in hareketsiz bedenini taşımak için yukarı gönderilen adam emri duyduğunu gösteren bir el işareti yaptı. Albay Anderson ellerini ağzının iki yanından çekti, kendine göre normal sayılacak bir ses tonuyla bağırdı. “Çocuk ölmüş mü?” Adam bir yanıt verdi galiba ama sesi Albay’ınki gibi gür olmadığı için rüzgârın, denizin sesine karıştı; üstelik gemi sallanıp duruyordu, yani ben bir şey duyamadım. Adamdan daha aşağıda, muharebe gabyasının üzerinde bulunan Teğmen Benet en az Albay’ınki kadar yüksek ama onunki gibi bas değil tenor sesiyle bağırarak adamın söylediğini yineledi. “Bilmiyoruz ama bedeni buz gibi.” “Aşağı indirin hemen!” Willis kıt zekâlı asteğmenlerimizden biriydi. Beceriksizliği yüzünden gabya çubuklarımızı kaybetmiştik. Bu nedenle Willis, onların yerine donatılan ince direk üzerindeki serende farklı vardiyalarda nöbet tutmakla cezalandırılmıştı. Uzun bir sessizlik oldu; direk başındaki gemici Willis’in hareketsiz bedeniyle güreşiyordu. Hemen yardım etmesi için yanına bir gemici daha gönderildi. Willis’in bedeni aşağı sarktı. Onu öyle görünce soluğumu tuttum. Ama Willis’in bedeni tabure gibi bir şeye sıkıca bağlanmıştı; aşağı sarkıtılırken halatın ucunda sallanıyor, kendi çevresinde dönüyor, gemi savruldukça direğe çarpıyordu. “‘Adamı sıkı tut, seni ahmak herif!” Vardiyaları başladığı için ana direk donanımına konumlanmış gözcüler Willis’in bedenini, kucaklarında bir bebek taşıyormuş gibi büyük bir özenle elden ele geçirdi.


Teğmen Benet muharebe gabyasından aşağı halatın üstünde kaydı, güverteye yumuşak bir iniş yaptı. “İşte bu kadar!” Çocuğun yanında diz çöktü. Albay Anderson yukarıdan seslendi. “Ölmüş mü. Bay Benet?” Benet kibar bir hareketle şapkasını çıkardı. Yanına yaklaşınca gür, sapsarı saçlarını gördüm. “Hayır efendim. Hadi beyler. Onu topların oraya götürelim. Bir, iki, üç…” Willis’i taşıyan küçük topluluk, her konuda olduğu gibi tıp konusunda da uzmanlık taslayan Teğmen Benet ile birlikte basamaklardan, yani merdivenlerden (artık merdivenler demeyi yeğliyorum, görüyorsunuz) inip gözden kayboldu. O sırada vardiya nöbetinde olan seyir amiri Bay Smiles’a döndüm. “Bana ölmüş gibi geldi.” Albay öfkeyle hırladı. Nöbetteki bir subayla konuşarak onun Emirleri’ne bir kez daha karşı gelmiştim. Ancak bu kez, çocuğun hayatını tehlikeye atmak pahasına cezasını uzatmakla hata ettiğinin farkındaymış gibi yüzünü buruşturup -sahnede olsak eminim seyirciler hırlamasını da duyardıodasına çekildi.

Bay Smiles ufuk çizgisine uzun uzun baktı. Sonra da geriye kalan bir kaç yelkenimizi incelemeye koyuldu. “Tam ölme zamanı.” Bu sözden çok rahatsız, huzursuz oldum. Batıl inançlarım yoktur ama ne bileyim, her yanı dökülen, batma olasılığı yüksek bir gemide böyle bir şey söylenince insan garip hissediyor kendini. Hava düzelince keyfim de biraz yerine gelmişti, Aslında buz denizleri güneyimizde kalmıştı; buna karşın hava İngiliz Kanalı’nda olduğundan daha kötü değildi. Bu düşüncemi Bay Smiles ile paylaşmaya hazırlanıyordum ki dostum Üsteğmen Charles Summers yolcu güvertesinden çıkıp çevik bir hareketle kıçüstü güvertesine tırmandı. Edmund! Duydum ki genç Willis’i kurtarmışsın! Ben mi, Charles? Duy da inanma! Ben yalnızca bir yolcuyum, gemi yönetimiyle ilgili işlere dünyada karışmam. Ben sadece Teğmen Benet’ye genç adamın komaya girmiş gibi göründüğünü söyledim. Gerisini Benet halletti -her zamanki gibi. Charles çevresine bakındı. Sonra beni kolumdan tutup Smiles’dan uzaklaştırdı. “Albay’la görüş ayrılığına düştüğünde bunu dile getirebilecek ama bu nedenle azar işitmeyecek tek bir subay var, o da Benet. Sen de fikrini ona beyan ettin. “Diplomasi böyle bir şey.

” “Benet’den hoşlanmıyorsun, değil mi? Benim de sevmediğim yanları var. Pruva direği… Ben Benet’yi takdir ediyorum. Tek kusuru var, fazla kusursuz olmak, o kadar. “iyi niyetli ama. ” “Donanım üzerinde çok çevik. Neyse, Charles, farkında mısın, aylardır denizdeyiz ve ben bir kere bile direğe tırmanmadım. Gerçi bugün biraz fazla sallanıyoruz ama önceki günlere kıyasla hava çok elverişli.” “Öyle mi? Farkında değilim, geminin sallantısına o kadar alışmışım ki. “‘Evet, eminim düz duvara tırmanırsın hiç dengeni yitir meden. Ama rüzgâr yine çıkacak, değil mi? Belki de sıradan bir gemici olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak için bu benim ilk ve son fırsatım. ”Seni muharebe gabyasının oraya kadar çıkartırım.” “Bu harika bir deneyim olacak. Düşünsene, Meclis’te konuşuyorum. Bakan olmuşum. ‘Sayın Başkan, açık denizlerde yol alan bir geminin muharebe gabyasına tırmanma deneyimini tatmış olanlar bilecektir… ” “Sayın Vekil halatı tutup sıkıca beline dolamalı.

işte böyle… Donanım üzerinde oradan oraya sıçrayacak çevik bir asteğmen değil kendisi henüz. “Tanrım, bu çizmelerle Donanıma tırmanmak…” “Bütün kuvvetinle üstüne basmadan önce ayağının altında düğümü iyice hisset. Sakın aşağı bakma. Eğer düşersen, ben seni tutarım.” “Yüce Tanrı’nın kollarında güvende…” “Her zamanki gibi kâfirce konuşmalar.” “Çok özür dilerim. Piskoposum. Ağzımdan kaçıverdi. Aslında duyduğunuz sözler bana değil, çizmelerime ait. Euripides olsaydı böyle derdi. Ah! Düğüm kaydı ayağımın altından!” “Tamam artık, o kadar yükseğe çıkmayalım. Banavele deliğine kadar yeter.” “Yani, eğer bu konuda çok ısrarcıysanız sizi kıramayacağım. ” “Hadi bakalım.” “Bak sen! Burası bayağı ferahmış.

Benim zorunlu olarak ayak bastığım bu yerde rahat rahat beş altı kişi yaşar. ‘Satılık villa. Lüks mobilyalı, parkeli, deniz manzaralı yanında da gözünü ufuk çizgisinden ayırmayan bir gemici bedava! “Fawcett. Willis direk başından aşağı indirildiğine göre. sen oraya konuşlanabilirsin.” Cılız gemici kaşlarını kaldırdı, ağzındaki tütün parçasını ağzının içinde bir yandan ötekine kaydırdıktan sonra gözden kayboldu. “Eee? Nasıl buldun?” “Daha yeni aşağı bakabiliyorum ama gemimiz biraz çekmiş, küçülmüş gibi görünüyor. Cidden, Charles, bu üzerinde olduğumuz direk gibi kocaman direkler bu minicik salın üstüne nasıl dikiliyor? Biz nasıl alabora olmuyoruz? Bakmayayım bari, gözlerimi kapayayım.” “Ufka bak, o zaman daha iyi hissedersin kendini.” “Saçlarım öyle diken diken oldu ki şapkam düşecek başımdan.” “Topu topu onbeş metre yukardayız.” “Topu topu mu? Bu arada, bizim sarı saçlı teğmenimiz halatın üstünde kayarak indi bu mesafeyi. ”Benet genç, hareketli bir adam, İçi içine, düşünceler kafasının içine sığmıyor. Peki sen direk başına yollansaydın ne yapardın?” “Zavallı Willis gibi mi? Ölürdüm, herhalde. Smiles, ‘tam ölme zamanı’ diye bir laf etti.

Yavaş, yavaş, dikkatle bedenimi dikleştirdim, muharebe gabyasına bağlı halatlara iki elimle tutundum. Bu şekilde çok daha rahattım. “Böyle çok daha rahatmış, Charles.” “ Smiles’ın sözleri seni endişelendirdi mi?” “Pike’ın küçük kızlarım mı kastetti sence?” “Ama onlar iyileşmiş gibi şimdilik.” “O zavallı, bunak asteğmen Davies’i mi kastetti acaba? Yoksa Bayan East’i mi? O da daha iyi olmalı çünkü onu Bayan Pike ile gördüm. Yoksa Bayan Brocklebank’ten mi söz ediyor dersin?” “Bayan Brocklebank pek iyi değilmiş. Giderek kötüleşiyor anlayacağın.” Aklımdan geçen bir düşünce beni güldürdü. “Acaba siyaset bilim kuramcımız Bay Prettiman’den mi söz ediyordu? Bayan Granham nişanlısının durumunun ciddi olduğunu söylemişti bana.” “O adamı komik mi buluyorsun?” “Yani. Tümden küçümsenecek sefil bir yaratık olduğunu düşünmüyorum, öyle olsaydı Bayan Granham gibi saygıdeğer bir hanım onunla evlenmeye asla razı olmazdı. Ama komik bir adam! Acayip hatta! Kendi ülkesinin hükümetine. Kraliyet tacına, yönetim biçimine, kısacası İngiltere’yi dünyanın önde gelen ülkelerinden biri yapan her şeye kökten karşı.” “Her neyse, durumu pek iyi sayılmaz.” “Aramızdan ayrılırsa çok büyük bir kayıp olmayacak.

Yalnızca Bayan Granham için üzülürüm, gerçi birkaç kere canımı sıkmışlığı vardır ama yine söylüyorum, saygıdeğer bir hanım o ve adama içten bir bağlılık duyuyor. Kadınlar gerçekten de çok garip.” Donanıma biri daha tırmanıyordu. Daha güvenli ve kolay olan yolu izlemek, yani ortadaki delikten geçmek yerine muharebe gabyasının kenarına tutunup sallanan, maymununkine benzer bir çeviklikle donanım üzerinde hareket eden gemici Bay Tommy Taylor”dı. “Bay Benet selamlarını gönderdi, efendim. Bay Willis’in keyfi yerindeymiş. Uyuyor, hatta horluyormuş.” “Çok iyi. Bay Taylor. Nöbette misiniz?” “Evet, efendim. Bay Smiles, efendim. Köpeği, efendim. “Kıçüstü güvertesine dönebilirsin.” “Afedersiniz, efendim. Vardiya değişiyor, efendim.

” Gerçekten de geminin kampanası çalmaya başlamıştı. “Peki, o zaman. Nöbetin bitmiştir. Şimdi, gel de öğretmenlik yap biraz. Bay Talbot gemicilikle ilgili her şeyi öğrenmek istiyor da.” “Yo, yo, Charles! Bi dakka.” “Örneğin, Bay Taylor, Bay Talbot üzerinde bulunduğumuz direğin nasıl bir direk olduğunu merak ediyor. “Bu bir ana direk, efendim.” “Espri mi yapmaya çalışıyorsunuz Bay Taylor? Nelerden oluşuyor bu direk?” “Parçalı bir direk bu efendim. Farklı farklı parçalardan oluşuyor. Paraçollardan değil, tabii. Parçalardan.” Bay Taylor o kadar yüksek sesle bir kahkaha attı ki espri yapmaya çalıştığını ancak o zaman anladım. Aslında bu çocuk her zaman böyle neşeliydi. Eminim, kırık dökük ve batma olasılığı yüksek olan bu gemiye çaresizce hapsolmamızın bile keyifli bir deneyim olduğunu düşünüyordu.

“O parçaların adını söyleyin. Bay Taylor.” “Efendim, şu iki yandaki yuvarlak parçalar direk yastıkları. Bizi yukarıda tutanlarsa maunalar. Onların hemen altında, maunanın direkten kaymasını engelleyen mauna destekleri var. Marangoz Bay Gibbs dedi ki… Çocuk marangozun dediklerini hatırlayınca kahkahalara boğuldu. “Dedi ki, ‘Her parçalı direğin iki yumuşacık yastığı var, genç adam, tıpkı seninkiler gibi yani… “Bu harika espriden sonra çekilebilirsin Taylor. Kafan pis şeylere çalışıyor.” “Peki, efendim. Sağ olun, efendim.” Çocuk, yaşına ve cinsiyetine uygun bir çeviklikle az önce Bay Benet’nin üzerinde kaydığı halata tutunarak kendini aşağı bıraktı. O inerken benim başım döndü. İleri baktım; kendimi güvende hissetmek için gözlerimi pruva direğine diktim. “Charles, bu hareket ediyor. İşte, bak! Yo, yine durdu.

Direğin tepesi yani. Hah, yine başladı. Küçük bir daire çiziyor sanki, düzgün olmayan bir daire.” “Bilmiyor muydun? Biz sadece yerinden çıktı sanmıştık. Yani küçük bir çatlak var sandık ama direğin alt yakası pabucu kırmış meğer. Bir takım önlemler aldık tabucu kırmış meğer. Bir takım önlemler aldık tabii ama… Hadi, Edmund! Yapılacak bir şey yok.” “Ama bu direk böyle hareket etmemeli! “Tabii etmemeli. Zaten bu yüzden pruva direğinin de mizana direğinin de yelkeni yok. Çünkü birbirlerini dengelemeleri gerekiyor. Pruva direğinden güverteye uzanan destekleri görüyor musun? Hayır, buradan göremiyorsun. Ama emin ol, direği elimizden geldiğince güvenli ve hareketsiz kılmaya çalıştık.” “Midem bulandı!” “O zaman bakma. Direğin sallandığı buradan bakılınca çok belli oluyor tabii. Bunu seni buraya çıkarmadan önce hatırlamalıydım.

Aman Allahım! Bak! Direğe değil, direğin arkasındaki ufka bak. Rüzgâr, güney rüzgârı, gelmesinden korktuğumuz rüzgâr!” ”Ne olacak şimdi?” ”Soğuk hava geliyor. Doğuya vira edeceğiz, aslında gitmemiz gereken yön zaten doğu ama aynı zamanda güneye de kaymak istiyoruz çünkü o yönde kuvvetli rüzgârlar düzenli olarak esiyor. Hemen aşağı inmeliyiz. Hadi! Ben önden ineyim.” Güverteye ayak bastık; ben sancak tarafındaki ana istralyaların rüzgaraltı tarafında durup yaşlı gemimizin güney rüzgârıyla birlikte sancak tarafına doğru yön değiştirmesini izledim. “Normal” iklimlerde “güney” sözcüğü “sıcak, yumuşak” gibi anlamlar çağrıştırır. Fakat bu rüzgârın yumuşaklıkla falan ilgisi yoktu. Charles, Bay Cumbershum ile Albay Anderson geminin rotasını değiştirene kadar güvertede kalıp onları izledi. Sonra oradan ayrılmak üzereydi ki yine bana yakalandı. “Bana birkaç dakika daha ayırabilir misin? Ne kadar meşgul olduğunu biliyorum ve zaten çok az olan vaktini çalmak istemiyorum ama… “Bir üsteğmenin yolculuğun başında değil, sonunda değil, tam ortasında zamanı olur en çok. Ama güvertede yürüyüp etrafı kolaçan etmem, büyük suçlar mı işleniyor, örneğin, güvertede boş bir hamak asılı mı duruyor, halatlar toplanmamış mı falan diye bakmam gerek. Gel, her zamanki gibi çukur güvertede yürüyelim.” “Memnuniyetle!” Çukur güvertede bir aşağı bir yukarı yürümeye başladık. Yerdeki halatların üzerinden atladık; halatlardan, takozlardan, makaralardan ve bitalardan oluşan karmaşık yapıyı, yani ana direği geçerek havada belli belirsiz daireler çizen pruva direğinin bulunduğu ön kasaraya doğru ilerledik.

Pruva direğinin orada durup yukarı baktım. Bu direk de en az ana direk kadar karmaşıktı. Pruva direğinin çapı en az bir buçuk metreydi ve güverteye inen takozlarla desteklenmişti. Dikkatle bakınca bunların da hafifçe hareket ettiğini gördüm. Direğin orada bir gemici elindeki kocaman tokmağa yaslanmış duruyordu. Üsteğmenin kendisini izlediğini görünce tokmağı omzuna aldı, birkaç saniye bekledikten sonra tokmağını ötekilerden biraz daha dik başlı görünen takozun tepesine indiriverdi. Charles başım salladı. Kolumdan tutup beni bir kenara çekti. “Beceriyor mu bari?” “Sanmam. Ama beceriyormuş gibi görünmek de bir şeydir. Hiç değilse onu gören yolcuların içi rahatlayacak. “Demek öyle. Yatakhanenizdeki odalardan birini, kamaralardan birini demek istedim, kullanmama izin vererek gösterdiğiniz büyük inceliğin beni çok duygulandırdığım söylemek isterim. Ama bütün iyi şeylerin bir sonu var; yani benim de artık yolcu güvertesindeki kamarama dönmem gerekiyor herhalde.” “Bilmiyor musun? Bayan Brocklebank taşındı oraya.

Ben de sesimi çıkarmadım çünkü kadıncağız çok hasta. Eminim senin de gönlün elvermeyecektir zavallı hasta bir kadını yerinden etmeye.” “işgaliye hakkı benim. Eski kamaramın işgaliye hakkı yani.” “Colley’in ölüm orucuna yattığı, Wheeler” ın intihar ettiği kamaranın mı? Bence orada uyumamalısın. Oda arkadaşının varlığı -yani benim varlığım rahatsızlık vermeye mi başladı sana?” “Rahatsız falan olmadığımı biliyorsun.” “Eee, o zaman dostum? Benim gibi yontulmamış bir kalas o kamarada yatabilir. Ama sen yatamazsın. O kamara kirlendi bir kere.” “Doğru, orada kalma fikri bana da pek iç açıcı gelmiyor.” Neden oraya dönmek istiyorsun o zaman?” “Bu durumu senin düşündüğünden daha etraflıca düşündüm -zaten senin etraflıca düşünmene pek gerek de yoktu çünkü sonuçta bu benim sorunum.” “Efendim?” “Yo, öyle demek istemedim. Yani, bu benim sorumluluğum. Aslında içimden geçenleri sana anlatmaktan hiç çekinmiyorum. Gerçek şu ki, koloninin kurucularından biri olacağım.

Düşünsene, lanetli olduğundan çekindiğim için bir kamarada kalmadığım duyulursa neler söylenir arkamdan? Sen nasıl Krala bağlıysan ben de görevime bağlıyım. ”Doğru olan da bu.” “Evet, ben de öyle düşünmüştüm.” Charles güldü. “Her neyse bence bir kaç gün daha oraya dönmemelisin. Kamaranın içini temizletip boyatıyorum, falan filan.” “Falan filan mı?” “Aman Edmund! Adam beynini öyle daracık bir yerde dağıtınca ortalık biraz… “Hatırlatma lütfen!” “Bir daha düşün sen bu işi; birkaç günün var. Neyse. Kemeredeki rüzgâr geminin daha rahat seyrettiğini gösteriyor, farkında mısın? Ayrıca bu, eski püskü gemimizin daha az su aldığı anlamına geliyor ki bu da daha az pompalama demek.” “Anlamadığım bir şey var. Biz neden bu rüzgârı arkamıza alıp doğru Afrika’nın kuzeyine, Ümit Bumu’na yönelmiyoruz? Yiyecek içecek stokumuzu yapar, öteki gerekli malzemeleri alır, ne bileyim, pruva yelkenimizi tamir ettirir, hastalarımızı indiririz. Her şeyden önemlisi ayaklarımızı o canım karaya basmış oluruz. Tanrım, ne kadar özledim!” “Bu rüzgâr böyle esip durmayacak. Zaten çok hafif ve mevsimsiz bir rüzgâr. Onu arkamıza almak hayli riskli.

Bu rüzgârı arkasına alan geminin bir ileri bir geri gidip kendi çevresinde şöyle bir döndükten sonra çıktığı noktaya geri dönmesi işten bile değil. Uçan Hollandalı gibi yani. Biz hedefimize doğru ağırdan ama emin adımlarla ilerliyoruz. Hiç yoktan iyidir, değil mi? Neyin var?” “Kusura bakma. Şu lanet kaşıntı. Doğruyu söylemek gerekirse bacaklarımın arası isilik oldu.” “isilik mi? Ha, o hepimizde var, tuz yüzünden.” “Artık giysilerim giyilmez hale geldi. Phillips gömleğimi alıp yıkamaya götürdü, ona kızıp köpürdüm ama gömleği nemli nemli giydim sonunda.” “Evet, yağmur suyunu kullanıyorlar yıkarken. “Ben yağmur suyunun tuzsuz olduğunu sanıyordum. “Size okullarda ne öğretiyorlar Allah aşkına? Tabii ki tuzsuz değil. Yani, senin geldiğin yerde, deniz kıyısından uzakta tabii tuzsuz olur yağmur suyu. Denizin ortasında ise zehir gibidir. Sen de bizim gibi yağmur suyuyla yıkanmadın mı? “Yıkandım tabii, ama lanet sabun köpürmüyor ki, köpükler sönüp gidiyor.

“Sen ne sabunu kullanıyorsun? “Kendi sabunumu tabii ki.” “Webber sana gemide kullandıklarımızdan vermedi mi? Aman, sen ona sabun mu diyorsun? Tuğla gibi bir şey. Süngertaşına da benziyor. Eski çağlardaki gibi süngertaşıyla tıraş mı olacağız? “Eski çağlarda süngertaşıyla tıraş olunduğunu da ilk kez senden duyuyorum. Bizim kullandığımız sabundur beyefendi. Hem de tuzlu suda köpüren türden. “Sabun kokusu almadım ben.” Üsteğmen öyle bir güldü ki kahkahalarıyla Bay Taylor’ı aratmadı. “Her halde sen sabunun doğal bir kokusu olduğunu sanıyorsun “Yok mu yani?” Charles’ın ilgisi birden başka yöne kaydı. Başını yana çevirdi. Başparmağını tükürükleyip havaya kaldırdı. “Ne dedim sana? Daha öksüz vardiya bitmeden kesildi. Yine başlıyoruz!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir