William Golding – Serbest Dusus

Pazar meydanında, sayfalarının köşeleri katlanmış ve rengi soluk mora dönmüş kitapların şükranlarını sunarcasına dolup taştığı tezgâhlar boyunca yürüdüm. Bir elinde gücü, diğerinde ihtişamı temsil eden kırbaç ve asa tutan, çifte taçla taçlandırılmış insanlar gördüm. Bir yara izinin nasıl olup da ışıldayan bir yıldıza dönüşebildiğini anladım; uçuşan kor taneciklerinin mucizevi ve ulvi bir devinimle düşüşünü hissettim. Dünlerim benimle birlikte yürüyor. Onlar adımlarını bana uyduran ve omzumun üzerinden beni izleyen gri yüzler. Ben Paradise Hill’de yaşıyorum. İstasyona on dakika, mağazalara ve birahaneye otuz saniye mesafede. Yine de ben, mantıksız ve tutarsız duygular içinde, büyük bir hırsla arayışını sürdüren, kendi mahkûmiyetine kendi karar vermiş ateşli bir amatörüm. Özgürlüğümü ne zaman kaybettim? Bir zamanlar özgürdüm. Seçme gücüne sahiptim. Her ne kadar sebep ve sonuç mekanikleri istatistiksel olasılık olsa da, doğal olarak eşik altı ya da eşik üstü iş gördüğümüz zamanlar da vardır. Özgür irade, müzakere yoluyla öğrenilmez. Sadece tecrübeyle edinilir. Tıpkı bir rengi tanımak ya da patatesin lezzetini bilmek gibi. Mesela ben böyle bir deneyim yaşadığımı hatırlıyorum.


Çok küçük bir çocuktum ve parktaki fıskiyeli havuzu çevreleyen taşın üzerinde oturuyordum. Güneş pırıl pırıl parlıyordu, yeşil çimenlerin üzerinde kırmızı ve mavi çiçek kümeleri vardı. İçimde zerre kadar suçluluk duygusu yoktu. Tek duyduğum şey, havuzun ortasındaki fıskiyeden fışkıran suyun çıkardığı seslerdi. Yıkanmıştım, suyumu içmiştim ve şimdi de sıcacık taşın üzerinde oturmuş, sakin sakin bundan sonra ne yapacağımı düşünüyordum. Tam o esnada, durduğum noktadan başlayıp ayrı yönlere uzanan çakıl taşlı patikalar olduğunu gördüm ve yepyeni bir farkındalığın beni ele geçirdiğini hissettim. Bu patikalardan istediğim herhangi birini seçebilirdim. Hiçbirini diğerine tercih etmem için bir neden yoktu. Yerimden kalktım ve bir patikadan aşağı doğru, yediğim patatesin tadını çıkararak, seke seke yürüdüm. Özgürdüm. Seçimimi yapmıştım. Özgürlüğümü nasıl kaybettim? Bunu yanıtlamak için önce geriye dönüp hikâyeyi tekrar anlatmam gerek. Bu hikâyeyi ilginç kılan, gelişen sıradan olaylardan ziyade, kendisini bana, yani tek anlatıcıya sunuş biçimidir. Zira zaman, sonsuza dek uzanan bir dizi tuğla gibi döşenemez. İlk ağlayışla son nefes arasında uzanan o düz çizgi, cansız bir şeydir.

Oysa zamanın iki farklı biçimi vardır. Bunlardan birincisi su ile balık arasındaki bağlantı kadar bize özgü olup, zahmetsizce yaratılmış bir algıdır. İkincisi ise, bir anı, sınırları belirsiz ayrışık anların iç içe geçip birbirine nüfuz ettiği hissidir; bir günün diğerine nazaran daha önemli olmasından dolayı daha yakın geçmişte duran anısı, bunu yansıtan olayın anısı ya da bu üçünün birbirinden bağımsız anısıdır ki tümü olağandışıdır ve doğru çizginin dışına çıkarlar. Hikâyemin en başına parkta geçirdiğim o günü koydum; ama bunu o zamanlar bir çocuk, hatta bir bebek sayılacak kadar küçük olduğum için değil, keyifle patates yediğim zamanlar giderek seyrekleştikçe, özgürlük bana daha da kıymetli göründüğü için yaptım. Bütün sistemleri bir dizi kullanışsız şapka gibi duvara astım. Hiçbiri de bana uymuyor. Bunlar dışarıdan çıkıp gelen ve önerilen, bazısını aptalca, bazısını ise çok güzel bulduğum çeşitli modeller. Oysa artık bildiğim her şeyin üzerine uyacak bir model arayışına girebilecek kadar uzun yaşadım. Peki, bu modeli nerede bulacağım? Dahası, bunu neden yazıya döküyorum? Aradığım şey belli bir tarz mı? Mesela tam ortada asılı duran o Marksist şapka… Acaba ben tüm hayatım boyunca onunla yetineceğimi mi sandım? Peki, şu neredeyse hiç kullanmadığım papaz şapkasının nesi kötü? Nick’in çelik zırh gibi sağlam ama bir o kadar gösterişsiz ve saygın görünen rasyonalist şapkası beni o zamanlar yağmurdan korumuştu. Şimdi ise gözüme biraz küçük, oldukça aptal, diğer melon şapkalardan farksız, fazla resmi, fazla eksiksiz ve son derece cahil görünüyor. Tabii bir de okul kasketim var. Onu oraya, daha sonra yanına asmam gerekecek olan diğer şapkalardan habersiz asmıştım. İşte sanırım tam da o anda olan oldu ve ben, özgürlüğüme mal olan kararı özgürce vermiş oldum. Bana ne ki şapkalardan? Ben ressamım. Hangi şapkayı istersem takarım.

Ben Samuel Mountjoy, tanırsınız. Hani şu yapıtları Tate’de asılı duran. Ben ne şapka takarsam takayım mazur göreceksiniz zaten. Bir yamyam dahi olabilirim. Ama ben artık mahrem hayatımda bir şapka takmak istiyorum. Anlamak istiyorum. Omzumun üzerinden beni izleyen gri yüzleri. Onları silip atmak ya da defetmek hiçbir şekilde mümkün olmuyor. Sanatım bana yetmiyor. Sanatımın canı cehenneme. Ama galeyan, aynı seks dürtüsü gibi beni düştüğüm derin kuyudan çekip çıkartıyor ve diğer insanlar bu sayede resimlerimi benden daha çok beğeniyor ve önemsiyorlar. Aslına bakarsanız içimde renksiz ve sıkıcı bir insan yatıyor. Akıllı olmaktan ziyade, iyi olmaya yatkınım ben. O zaman neden bütün bunları yazıya döküyorum? Neden çayırdaki çimenlerin üzerinde daireler çizerek dolaşırken anılarımı bir anlam ifade edene dek derleyip zamanın esnek akışını aydınlığa kavuşturmuyorum? Pekâlâ oradan buradan seçtiğim olayları birleştirebilir veya aralarda atlamalar yapabilirim. Bir gün dolaşırken bir sistem, bir başka gün dolaşırken başka bir sistem bulabilirim.

Ama artık çayırda dolaşa dolaşa düşünmek yetersiz kalıyor. Her şeyden önce burası, ne kadar ustaca boyarsanız boyayın sınırlı kalmaya mahkûm olan tuvalin dikdörtgenine benziyor. Zihin de belli bir yoğunluktan fazlasını kaldırmıyor; oysa anlamak, sadece hatırlanan zamanın tümünü bir defada taramayı gerektirir ve bunu yaptıktan sonra durup bir nefes alabilirsiniz. Belki hikâyemi bana göründüğü şekilde yazarsam, eskiye dönüp geçmiş olaylar arasından seçim yapabilirim. Yaşamak hiçbir şeye benzemez, çünkü her şeyi içine alır. Destek almadan üretilen düşünceler için fazla incelikli ve fazla anlamlıdır. Resim ise tek bir düşünce biçimi gibi, seçilmiş bir şeydir. Başka bir neden daha var. Kör ve dilsiz olmamıza rağmen görmemiz ve konuşmamız gerekir. Söz konusu olan Sammy Mountjoy’un kirli sakallı suratı değil, sigarasını eliyle tutup çıkartabilmesi için açık duran dolgun dudakları; yuvarlak dişlerinin düzgün ve ıslak kas dokusu değil; gırtlağı, ciğeri, ya da yüreği de değil – tüm bunlar bir bıçak yardımıyla kolayca görüp dokunabileceğiniz şeyler. Söz konusu olan, bedenin tam ortasına oturmuş, daima uyanık duran, her zaman bildiğinize inandığınızdan farklı, asla anlayamayacağınız duygu ve düşünceleri barındıran, adlandırılamayan, ölçülemeyen ve gözle görülmeyen, fakat hep umutsuzca anlamayı ve anlaşılmayı bekleyen o karanlık. Bizim yalnızlığımız hücrede ya da sürgünde yaşanan yalnızlığa benzemiyor. Bizim yalnızlığımız, gördüğü şeyi bir atom fırında oluşan yansımalar gibi algılayan, uzaktan kumandayla hisseden, sözcükleri yabancı bir lisan dinler gibi sadece fonetik olarak duyan o karanlık şeyin yalnızlığı. İletişim kurmak artık bizim için hem bir tutku hem de çaresizlik. Ama kiminle olacak bu? Sizinle mi? Benim karanlığım bir daktiloya uzanıp kıskaçlarını tuşların üzerinde beceriksizce gezdiriyor.

Sizin karanlığınız da bir kitaba uzanıp onu kendi kıskaçlarıyla yakalıyor: İkimizin arasında belki yirmi farklı değişim, filtre ve çeviri üslubu var. Bu durumda, paragrafta betimlenen kadının yarı şeffaf yanağının tatlı görüntüsünü, kaşıyla saçı arasında duran alın kemiğinin o yaşayan kıvrımını tamı tamına aynı biçimde algılasaydık, kim bilir ne büyük bir tesadüf olurdu. Siz benim karartılmış hücremde duyduğum dehşetin niteliğini, onu ben bile sadece hatırlamakla kalıp kendi içimde yeniden yaratamazken, nasıl paylaşabilirsiniz ki? Hayır. Hayır, sizinle olmaz. Ya da belki sadece sizinle olur; kısmen. Çünkü siz orada değildiniz. Hem kimsiniz ki siz? Gizli bilgileri mi haizsiniz, bir deneme baskınız mı var? Ben sizin için yapılacak bir iş miyim? Tutarsızlığı tutarsızlığa çevirerek öfkelendiriyor muyum sizi? Belki de bu kitabı bundan elli sene sonra bir tezgâhın üzerinde bulacaksınız ve o zaman da bir başka şimdiki zaman olacak. Yıldızın ışığı bize yıldız kaybolduktan milyonlarca yıl sonra ulaşır ya da öyle denir, doğrudur belki de. Bu nasıl bir evren ki böyle, bedenimizin ortasındaki karanlık dengede kalabiliyor? Yine de bir ümit var. Kısmen iletişim kurabilirim. Ve bu da tamamen kör ya da dilsiz olmaktan muhakkak daha iyidir. Ve belki kendime ait bir şapka gibi bir şey bulabilirim. Eksiksiz bir uyum istediğimden değil. Bizim hatamız, kendi sınırlarımızı olasılık sınırlarıyla karıştırmak ve evreni rasyonalist ya da diğer başka bir şapkanın içine hapsetmek oluyor. Yine de ben, beni de içine alacak bir modelin belirtilerini arayıp bulabilirim, her ne kadar dış kenarları cehaletin içinde yavaş yavaş kaybolacak olsa da.

İletişime gelince, tüm söylenenleri anlıyor olmak hepsini bağışlamak demektir. Oysa bir yarayı yaralanandan başka kim bağışlayabilir ki? Ve bu özel alışveriş esnasında hatlar kesilirse ne olur? Bazı resimlere ilişkin hiçbir sorumluluk almıyorum. Çocukluğumdaki halimi hatırlayabiliyorum. Ama o zamanlar bir cinayet işlemiş dahi olsam, bugün artık bunun sorumluluğunu hissetmem gerekmiyor. Orada bir eşik var ve bu eşiğin ötesinde yaptıklarımız başka birisi tarafından yapılmış oluyor. Yine de ben o zaman oradaydım. Belki bunu anlamak için o eski günlerin resimlerini de işe katmam lazım. Belki hikâyemi baştan sona tekrar okuduğum zaman, pınarın suyu kadar berrak olan o küçük çocukla durgun bir havuzu andıran yetişkin adam arasındaki bağlantıyı göreceğim. Biri, her nasılsa diğerine dönüştü. Ben babamı hiç tanımadım. Sanırım annem de hiç tanımadı. Tabii ki emin olamam, ama annemin de onu hiç tanımamış olduğundan – en azından, kelimenin tüm işe yarar anlamlarını kısıtlamazsak, “sosyal” olarak tanımamış olduğundan şüpheleniyorum. Birinci dereceden akrabalarımın yarısı o derece anlaşılmaz insanlar ki onları nadiren dert etmeye değer bulurum. Ama ben varım ve yaşıyorum. Daktilonun başında hazır bekleyen, tütünden sararmış bu parmaklar, iskemledeki bu ağırlık, iki kişinin bir zamanlar karşılaşmış olduğuna dair birer kanıt benim için.

Ve bu iki kişiden biri benim annem. Kim bilir diğer kişi beni tanısaydı ne düşünürdü? Hangi kutlamanın anısıyım ben? 1917 yılında zaferler, bozgunlar ve bir de ihtilal gerçekleşti. Bunca olayın yanında küçük bir piçin varlığı aşağı yukarı ne ifade eder? Babam asker miydi? Daha sonra parçalanıp öldü mü? Yoksa hayatta kaldı, yürüdü, gelişti ve unuttu mu olanları? Şimdi beni tamsa ve giderek artan şöhretimi bilseydi, benimle gurur duyabilirdi pekâlâ. Onunla bir yerde karşılaşmış ve esrarengiz yüzüne bakmış dahi olabilirim. Fakat birbirimizi tanımamız mümkün değildi. Rüzgâr bahçe duvarının üzerindeki kitabın sayfalarını çevirmekten ne anlıyorsa, ben de onu ancak o kadar anlayabilirdim; o cahil rüzgâr da siyah perçin dizilerini ancak biz yabancıların birbirimizin yüzündeki ifadeyi çözebildiğimiz derecede deşifre edebilir. Oysa ben bir saat gibi kuruluyum. Tik tak çalışıyorum. Varım. Okuduğunuz siyah perçinlerin kırk beş santim üstünde asılı duruyorum, sizin yerinizdeyim, fildişi bir kutu içine hapsolmuşum ve beyaz kâğıdın üzerine sabitlenmeye çalışıyorum. Perçinler bizi birleştiriyor fakat biz tutku adına bölünme hissimizden başka bir şey paylaşmıyoruz. O zaman neden babamı düşünüyorum ki? Ne ifade ediyor bana? Ama annem farklıydı. Onun belki de sadece ineklerle ya da halının üzerindeki kediyle paylaştığı, onu kendisini anlamak fiilinden bağımsız kılar nitelikte bir sırrı vardı. Sadece dokunmakla yetinirdi. Bu onun yaşam biçimiydi.

Benim başarılarımdan etkilenmezdi. Onlara kayıtsız kalırdı. Fotoğraf albümümdeki resimlerinde, bir bütün olarak ve cümleyi bitiren nokta misali nihai haliyle duruyor. Bazen boş vakitlerde aklıma geldikçe anneme babamı sorardım ama merakımın hiçbir aciliyeti yoktu. Eğer ısrar etmiş olsaydım belki düzgün bir cevap verecekti, ama ne gerek vardı? Annemin önlüğünün etrafındaki yaşam alanı bana yetiyordu. Çocukların bazıları babalarını tanırlar, aynı bazı çocukların alışkanlık icabı bot giymeleri gibi. Parlak oyuncaklar, otomobiller, insanların zarafet içinde yemek yedikleri yerler; ama duvarımda asılı duran tüm bu resimler, bu dışarıda-bir-yerdeliklerin hepsi bana Mars gezegenine ait gibi görünüyordu. Bir de tüm bunların üzerine gerçek bir babanın varlığı, düşünülmesi imkânsız bir ekleme olurdu. Suallerimi akşam “Sun” açılmadan önce ya da çok daha ileriki saatlerde kapandıktan sonra, annem çakırkeyif olduğunda sorardım. Herhangi bir masal anlatmasını da aynı kayıtsızlıkla isteyebilir, aynı şekilde inanmadan dinleyebilirdim. “Benim babam neydi, anne?” Basit fiziki gerçeğe karşı ortak kayıtsızlığımızdan çıkan, annemin gündüz daldığı hayallerin şekli değiştikçe onlarla birlikte değişen yanıtlar alıyordum. Bunlar “Sun”dan ve Regal sinemasının titrek görüntülü hikâyelerinden etkilenerek aktarılıyordu. Annemin söylediklerinin hayal ürünü olduğunu biliyordum ama öylece kabul ediyordum, çünkü ben de gündüz vakti hayal kurardım. Bunları ancak hakikate en soğuk yaklaşım, yalan olarak nitelendirebilirdi; gerçi annemin temel ahlak duygusuyla bir iki kez kendi söylediklerini hemen yalanladığı olmuştur. Sonuç olarak babam bazen asker, hayran olunası bir adam, bir subaydı; ama bence annem bana hamile kaldığında subaylık ya da beyefendilik aşamasını geride bırakmıştı.

Bir akşam annem Regal’den, Amerika açıklarındaki savaş gemilerinin bombalandığı bir filmden çıkıp geldiğinde, babam Kraliyet Hava Kuvvetleri’ndeydi. Ortak yaşamımızın daha sonraki bir aşamasında – sahi o zaman neyi kutluyorduk acaba? Şaha kalkan atlar, tüy sorguçlu miğferler ve kükreyen kalabalıklar neyin nesiydi? Zaten daha sonra da babam Galler Prensi oldu. Bu benim için muazzam bir haberdi, ama inanmadım elbette, ızgaranın demirlerinin arkasındaki kızıl kor ateşi retinamda bir ardıl görüntü gibi asılı kaldı. Aslında ikimiz de inanmamıştık, fakat yaratıcılık konusunda kendi aciz gayretlerimin çok ötesinde olduğu için minnetle kabul ettiğim bu şaşaalı mit, orada, kirli yer döşemesinin ortasında duruyordu. Yine de annem onu oraya atmadan hemen önce kapıp geri almaya hazırdı. Hikâye çok müthişti ya da belki bu sefer kurduğu hayal, paylaşılamayacak kadar mahremdi. Alevin kızılında gözlerinin kıpırdadığını, aydınlanan yüzünün solgun parşömen renginin devinip değiştiğini görüyordum. Önce burnunu çekti, sonra burnunu kaşıdı, içkinin de etkisiyle bir iki damla gözyaşı döktü ve o an daha çok ateş çıkarması gereken ızgaraya doğru konuştu. “Benim lanet olası bir yalancı olduğumu biliyorsun değil mi canım?” Evet. Biliyordum, ama onu suçlamıyordum. Yine de bunu duymak bende düş kırıklığı yaratmıştı. O an Noel’in artık yok olduğunu, parlak simlerin kaybolduğunu hissettim. Ve annemin hayal kurma düzenine geri dönmemiz gerektiğini anladım. Galler Prensi, asker, havacı – ama hayat kadınları hep bir papazın kızı olduklarını iddia ederler. Ve flört dünyasının bütün gösterişine rağmen, kazanan kilise oldu.

“Benim babam neydi, anne?” “Hep söylüyorum, baban rahipti.” Aslında bu benim için sabit bir şey haline gelmişti. Bizim aramızda, ayrışmamız dışında hiçbir ortak noktamız olamazdı, ancak en azından bu gerçeği kabul etmeliydik. Ve benim diğer yüzün ardındaki sürüklenmeyi, şeytanı, umutsuzluğu, Çinlilerin ayakları gibi çarpılana dek sürekli bir amentüye bağlı kalan buruk ve çaresiz algıları tanımam gerekiyordu. Dolayısıyla hüzünlü anlarımda yararlı işlerle bağlantılı olduğumu düşünmüşümdür. O zaman babamın bir mazeret ileri sürmesi gereken ya da ahlaki duyarsızlığından kaynaklanan bir şey yapmadığını düşünmek hoşuma gider. Özsaygım onun annemle çılgınca sevişmiş olmasını tercih ediyordu. Askerlerin kadınları sevdikleri ve sonra da terk ettikleri herkesçe bilinir; ama ruhban sınıfı -rahipler, vaizler ve keşişler- ister tensel zevklerden uzak dursunlar ister bakir olsunlar, bir zamanlar bağışlandığı düşünülen, şimdi ise iffetsizlik olarak görülen eski bir manevi ıstırap olmalıydım ben. Bir papaz evinde ya da benzeri bir mekânda patlamış, ihmal edilmiş bir çıban gibi büyümüş olmalıyım. Aslında onlar da benim gibi günahla tanışmış adamlar. Bu da bana biraz anlam yüklemeli. Ben hangi mezheptenim acaba? Birkaç gün önce, bir ara sokak boyunca yürüyüp birkaç şapelle, küçük tapınağın önünden geçtim ve eski kiliseyle bölge papazının muazzam evinin bulunduğu köşeyi döndüm. Şu hayali müdavimliğimin hangi mezhebe ait olduğunu ilan etmeliyim acaba? İngiltere Kilisesi’ne mi, yoksa bir papazın idaresindeki bölge kilisesine mi? Babam da bir zamanlar, önce bir beyefendi, sonra da rahip, benim gibi bir amatör olmamış mıdır? Keşişler bile, biçimli cüppelerinin altından görünen pantolonlarıyla dolaşıyorlar etrafta. Brown Willie’de ya da başka bir yerde, arabalarının içinde törenle ilerleyen Druidleri hatırlatıyorlar bana. Baba olarak bir Katoliği mi seçsem acaba? Ayrıca, nefret ediyor olsanız bile bir de profesyonel kilise var.

Bir piç bunlardan birisinin kolundan çekiştirip sevgisini kazanabilir mi? Böyle acınası bir uyum gösteren uyumsuzluk saflarına -acemilere, parçalanmış siyasi partilere, bir masa etrafında toplanan gruplara, sinagoglara ve tapınaklara- gelince, ben de annem gibiyim; hiçbirini umursamıyorum. Hatta babam bir Odd Fellow veya bir Elk dahi olabilir. “Benim babam neydi, anne?” Yalan söylüyorum. Hem kendimi hem de sizi kandırıyorum. Günah ve kefaret, kanıtlar ve hüküm, çamurda aşk – bunların dünyası bana ait. Siz benim kanımda sürekli mevcutsunuz. Ben sizden biriyim. Hortlakların yakasını bırakmadığı biri – ama hangi hortlaklar? Ve işte bu da benim çığlığım: Sizin aranızda düşünce özgürlüğü içinde yürüdüm, ama beni ayartarak ondan caydırmaya çalışmadınız, çünkü siz de yüz yıl boyunca ona itilmiştiniz; ayrıca dürüst olmaya, haddini bilmeye inanıyorsunuz ve nihayetinde bir aziz olmadığınızı biliyorsunuz. Özgürlüğü, onu kullanamayanlara teslim ettiniz; pırlantayı çamura buladınız. Sizin gizli dilinizi diğer insanlar anlamıyor, ama ben konuşabiliyorum. Ben her iki anlamda da sizin kardeşinizim ve özgürlük benim lanetim olduğundan çamuru size atıyorum, zira patlamayacak ve öldürmeyecek bir yaraya tesadüf ettirebilirim. “Benim babam neydi, anne?” Bırak hiç bilmesin. O sıcak kalp atışlarını tanıyorum ve babanın fiziksel varlığına, ondan daha sonra gelen yavaş büyümeye kıyasla çok az kafa yoruyorum. Çocukların sahipleri biz değiliz. Babam da bir insan değildi.

Çıplak gözle görülmeyen, kurbağa yavrusu biçiminde bir zerrecikti. Kafası yoktu, yüreği yoktu. Ve bir güdümlü mermi kadar uzman ve ruhsuzdu. Annem hiçbir zaman benden daha profesyonel olmadı. Ana oğul benzerliği işte. Biz özümüzde birer amatörüz. Annem ticaretten anlamazdı; kariyer yapma ya da başarılı olma gibi bir isteği de yoktu. Töre tanımaz biri de değildi, çünkü bu da bir gün altında ezilebileceği bir standardı ifade ediyordu. Annem ahlak kurallarının üstünde miydi, altında mıydı, yoksa tamamen dışında mı kalıyordu? Ama bugün olsa, normalin altında kabul edilir, istemediği biçimde koruma altına alınırdı. O günlerde eğer böyle bir vurdumduymazlık giysisine bürünmeseydi, yalnızca basit olarak nitelendirilecekti. “Sun”da atlara küçük ama hayati bahisler oynardı, içki içer, sinemaya giderdi. İş olarak da ne olursa yapardı. Evlere gündelikçi olarak temizliğe giderdi, şerbetçiotu toplardı(k), bizim sokakta yakın mesafedeki kamu binalarının içini temizler, süpürür, yarım yamalak da olsa yerleri cilalardı. Cinsel ilişkisi olmazdı; çünkü bu sadece steril bir birleşme, aşksız, neşesiz ve döllenme ihtimalinin banyodaki lastik bardak tarafından engellendiği bir keyif çıkarma biçimini ifade ediyordu. Sevişmezdi, çünkü sanırım bunun iki kişi arasındaki duvarın yıkıldığını teyit etmek amacıyla gerçekleştirilen ihtiraslı bir girişim olduğunu düşünürdü.

Annem bunların hiçbirini yapmazdı. Eğer yapmış olsaydı, ağzında geveleyerek, konudan konuya atlayarak, uzun aralar vererek ve buradaki varlığımızın kaçınılmaz gerçekliğine boyun eğen saçma sapan monologlarının arasında, bunu bana söylerdi. Eminim yapmadı. O bir kuklaydı. Bir sütannenin gülerek ve iç çekerek emdirdiği meme ucu gibi etrafa keyif dağıtırdı. Annem için sıradan cinsel ilişkiler, gerçek bir ressam için kendi resimleri ne ifade ediyorsa onu ifade ederdi herhalde – neyseler oydular ve başka bir şey değildiler. Hiçbir gizli anlam içermezlerdi. Arka sokaklarda ya da tarlalarda, kutuların ya da kapı sövelerinin ve payandaların üzerinde yapılan görüşmelerden ibarettiler. Tarihte insanlar arasındaki seksin büyük bölümü gibi, psikolojiden, romantizmden ya da dinden hiç istifade etmeyen doğal bir şeydiler. Annem devasa bir kadındı. Önceleri balıketi bir kızdı belki ama sonradan açılan iştahı ve üstüne bir de bebek onu şişirip fil gibi bir kadın haline getirmişti. Onun bir zamanlar alımlı olduğunu düşünüyorum; çünkü gözleri, her ne kadar kahverengi bir çöreğe benzeyen şiş suratına gömülü gibi dursa da hâlâ büyüktü ve yumuşacık bakardı. Üzerlerinde bir parıltı vardı ve tahminimce aynı parıltı o gençken her yerini kaplıyordu. Bazı kadınlar hayır demesini beceremez; ama benim annem o basit yaratıklardan farklıdır. Yoksa tünelin arkasını nasıl öyle doldurmuş olabilir ki? Şu son birkaç aydır iki avuç kilde onu yakalamaya çalışıyorum – hayır, görüntüsünü değil; daha kesin söylemek gerekirse, onun kocamanlığını ve gerçekliğini, manzaranın önünü kesen soğukkanlı halini yakalamak istiyorum.

Annemin ötesinde hiçbir şey ama hiçbir şey yok. Benimle soğuk ışık arasındaki sıcak karanlık o. O, tünelin ucu. Ve şimdi de kafamda bir şey beliriyor. O görüntü kaybolmadan resmi yakalamam lazım. Annem, onu hatırladığım haliyle yayılıp odanın dışına, hatta evin dışına taşıyor; koca göbeği genişliyor ve tüm katiyetinin ve kayıtsızlığının içine yerleşmiş, bir tahtta oturmaktan daha sağlam bir biçimde oturuyor. Annem, sorgulanamayandır; iyi, kötü, kibar, gücenik olmayandır. Zamanla kurduğum dehlizin ilerisinde heyula gibi görünür. Dehşete düşürür ama korkutmaz. İhmal eder ama doğru yoldan saptırmaz ya da istismar etmez. Serttir ama içinde kötülük ya da zalimlik yoktur. Yetişkindir ama himaye etmez ya da üstünlük taslamaz. Sıcaktır ama sahiplenmez. Ama her şeyden önce, oradadır. Dolayısıyla, tabii ki onu sadece kilde, çamurda, toprakta hatırlayabiliyorum; o yüzden onu tasvir ederken tuvalin üzerine ticari amaçlı güzel renkler yerleştiremiyorum ya da onun karanlığından ve sıcaklığından on bin yıl daha genç kelimeler kullanamıyorum.

Bir çağ, bir dünya, bir boyut nasıl tarif edilebilir ki? İletişimle ilgili olarak ise sadece onun çevresinde olup parçalar halinde birleştirilmesi gerekenler ve annemin ortasında sessizce oturduğu boşlukla sergilenenler var. Çok az sarı katılmış gri renkte bir kumaş parçası hatırlıyorum. Bir köşesi tarazlanmış -hatta belki çürümüş demek daha doğru olur- ve saçaklanmış nemli bir kumaş. Geri kalanı annemin üzerinde bir yerlere bağlı duruyor ve ben parmaklarım kumaşa kenetlenmiş bir şekilde sallanıyorum; bazen sendeliyorum, bazen de yukarıdan üzerime düşen koskocaman bir elle pek nazik olmayan bir biçimde, tek söz edilmeden uzaklaştırılıyorum. Annemin önlüğünün o köşesini aradığımı ve yeniden bulduğumda duyduğum sevinci hatırlar gibiyim. O zamanlar Rotten Row’da oturuyorduk herhalde, çünkü hatırladığım kadarıyla bazı istikametler bir pusulanın kolları gibi sabitti. Eskimiş bir tuğla duvarla küçük bir derenin ardındaki evimize tahta bir kapıdan girilir ve girince karşınıza uzun tahta bir oturma yeri çıkardı. Odamızın üstünde bir “yukarıdaki” vardı ama kesinlikle kiracı filan değildi. Belki o zamanlar biraz daha zengindik veya belki cin de sigara gibi biraz daha ucuzdu. Şifoniyer olarak çekmeceli bir dolabımız, ocağın içinde ise küçük demir dolaplar, kapaklar ve dışarıya uğramış eşyalar vardı. Annem sadece ortadaki küçük ateşi ve üstünü kapatan sıcak metal diski kullanır, geri kalan hiçbir şeyi kullanmazdı. Bir halımız da vardı, ayrıca bir iskemlemiz, küçük bir masamız ve bir yatağımız. Ben yatağın kapıya yakın olan tarafında yatardım; annem öteki taraftan yatağa girdiği zaman ben aşağı kayardım. Bizim evin sırasındaki evlerden bir tanesi hariç hepsi birbirinin aynıydı. Evlerin önünden, ortasında boylu boyunca bir su oluğu bulunan tuğla döşeli bir yol geçerdi.

O dünyada her boyda çocuk bulunurdu, üstüme basan ya da bana şeker veren çocuklar, emekleyerek fazla uzaklaştığımda beni kaldırıp geri götüren kızlar. Galiba hepimiz de aşırı derecede kirliydik. Benim iyi ve eğitilmiş bir renk anlayışım vardır; o insan suratlarından hatırımda kalanlar; pembe ve beyazdan ziyade gri ve kahverengi tonlarında. Annemin yüzü, boynu, kolları – görünen her tarafı kahverengi ve griydi. Çok net hatırladığım o önlüğün de aşırı kirli olduğunu görür gibiyim. Ama kendimi göremiyorum. Çünkü etrafta hiç ayna yoktu. Eğer annemin bir zamanlar bir aynası var idiyse de, ben kendimi bildim bileli kayıptı. Zaten annemin aynada görebileceği ne vardı ki aynayla vakit harcasın? Tellere asılı çamaşırlar ve sabun köpükleri hatırlıyorum; duvarda muhtemelen kirden oluşmuş garip şekiller hatırlıyorum; fakat ben de annem gibi sadece tarafsız bir gözlem noktası, ortada duran bir boşluğum. Ben Rotten Row’un dar ve bir sabun köpüğü kadar boş olan dünyasının içinde emekledim, yuvarlandım ama yine de her zaman etrafımı saran renkli ve heyecanlı bir gökkuşağı vardı. Biz çocuklar yetersiz besleniyorduk ve yarı giyinik durumdaydık. Okula ilk başladığımda çıplak ayakla gittim. Gürültü yapardık, bağırırdık, ağlardık, hayvan gibiydik. Yine de o zamanların ışıklı ve pırıltılı bir Noel partisi sıcaklığında geçtiğini hatırlıyorum. Tozdan, topraktan hiç nefret etmedim.

Benim için tüm o porselen ve krom malzemeler, losyonlar, deodorantlar, bütün o temizlik malzemeleri, yani bütün sabun türü ve hijyenik malzemeler insan doğasına aykırı, anlaşılmaz şeylerdir. İnsanoğlu evren gibi bedava verilmiş bir armağan karşısında sabit kalır. Biz de küçük gecekondu mahallemizden çıkartılıp yıkandığımız zaman, yaşamın getirdiği mutluluk ve güven hissi de bir anlamda yıkanıp giderdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir