Işık parıltısı ve ısı, farklılaşmamış, henüz kendi tecrübesiyle sınırlı. Oldu işte bu kadar! Oldu bitti! Bundan iyisini yapacak halim yok. Anı. Hafızadan da önce gelen anı olur mu? Ama zamanı yok ki, iması bile yok. Öyleyse nasıl olur öncesi ya da sonrası? Başka hiçbir şeye benzemediğini anladıktan sonra, ayrı olduğunu, farklı ve hatta bir kerelik bir şey olduğunu anladıktan sonra mümkün müdür öncesinden ya da sonrasından bahsetmek? Söz yok, tarih yok, bir ben bile yok, ego yok; öyle ya, ne demiştik, ışık parıltısı ve ısı, kendi tecrübesiyle sınırlıydı, bilmem anlatabiliyor muyum? Anlarsınız anlarsınız! Zamanı ve (ışığın parıltısına rağmen) görünüşü olmayan bir tür çıplak varlık özelliği taşıyordu o ve hiçbir şey ondan önce değildi, ondan sonrası da yoktu. Silsileden ayrıydı. Bunun anlamıysa, benim yaşadığım zamanın herhangi bir anında –ya da benim zamanımın dışında– gerçekleşmiş olabileceği! İyi ya nerede? Altıma kaçırdığımı hatırlıyorum. Dadım ve annem –kim bilir nasıl körpeydi o zamanlar!– kahkahayı basıyordu bir yandan beni azarlarken. Konuşmayı öğrenmeden önce laftan anlıyor muydum? Nasıl oldu da “azar” diye bir lafın varlığını bilebildim? Diyeceğim o ki, doğrudan beraberimizde getirdiğimiz bir yığın bilgi var; öfkenin ne olduğunun bilgisi, acının, hazzın, sevginin ne olduğunun bilgisi. Altıma kaçırmamdan ya önce ya da kısa süre sonra, sıcak güneşin alnında bacaklarımın ve karnımın görüntüsü var aklımda. Bacaklarımın arasındaki ufak yarığı inceliyorum. Deneysel bir çaba benimkisi, yarığın nereye açıldığını bilmeden bakıyorum; ne işe yaradığını, hayatımın geri kalanında beni tanımlayacağını bilmeden. Başka bir yerde değil de, burada olmamın sebeplerinden biri odur. Ama Aitolia, Akhaia ve diğerlerinden habersizdim. Biraz daha gülüşme duyuyorum, belki biraz kaçamak bu kez, sonra azar. Kucaklanıyorum ve kıçıma cılız bir şaplak iniyor, acı yok, sadece yanlış bir şey yapmış olmanın bilgisi var. Kendim hakkında söyleyeceğim pek fazla bir şeyim olmadığı, henüz kendimi doğru dürüst ifade edemediğim zamanlar kadar uzak bir an. Leptides, komşumuzun oğlu, evimizin yüksek duvarının dibinde diz çökmüş, oyun oynuyordu. Bir elinde için için yanan bir saz, diğer elinde de kof kamış vardı. Kamışın bir ucundan üfleyerek sazın ucunu tutuşturdu, bir alev parladı. Evimizin, yaşça ondan büyük olan, bakırla ve kalayla, ya da gümüşle ve hatta, pek sık olmasa da zaman zaman altınla çalışan kölelerine benziyordu bu haliyle. Benim için kalaydan bir süs eşyası yapıyordur belki diye düşündüm; genel olarak aklım ermeye başlayana kadar hayata umut dolu bir çocuk olarak başladığımı bana hatırlatan bir eşya. Eğilip yakından baktım. Müthiş bir özenle karıncaları yakıyordu. Her karıncaya, bir avcı gibi nişan alıp vuruyordu. Karıncalar tutuşmadan, aniden kavrulup kül oluyordu. Yanına gidip onunla oynamak isterdim ama bir elde saz bir elde kamış, o işi beceremezmişim gibime geldi. Dahası bana ateşle oynamamam söylenmişti! Şimdi asıl ilgimi çeken şeyse, karıncaları canlı birer varlık olarak düşünmemiş olmam. Zihnim balıklara kadar gidiyordu, doğru, ama ondan ötesini kavrayamıyordum. Tam da bu yüzden balıklara geçmeli. Kocaman bir balık tankımız vardı, o kadar büyüktü ki, balıkları görebilmek için üç yetişkin basamağı tırmanmak gerekiyordu. Bir yaz günü var herhalde aklımda, çünkü adamlar kıyıdan fıçılarla deniz suyu getiriyordu ama yine de tankta su seviyesi alçaktı; aklımda kalan bir türlü tankı dolduramadıkları, yağmur doldurana kadar su seviyesinin alçak kaldığı. En çok hoşuma giden, adamların, teknelerimizden fıçılarla balık getirmesi ve sonra da o balıkları tanka boca etmesiydi. Balıklar nasıl da oynak oluyordu o zaman! Sanırım korkuyorlardı, ama neşeli ve heyecanlı görünüyorlardı benim gözüme. Kısa süre sonra sakinleşirler, hallerinden memnun görünürlerdi; hemen çıkarılmazlarsa tankın içinde, sanki uysallaşır, evcilleşirlerdi. İdaresi kolaydı balığın, ev kölesi gibi. Düşünüyorum da, yoksa o an ilk kez mi karşılaştırıyordum bir şeyi diğer bir şeyle? Zoileus’un, balıkları almaya geldiği o andan söz ediyorum. Tabiatıyla, o da evimizin kölelerinden biriydi. Konuyu dağıtıyorum bak şimdi. Onlar evimizde köle olarak doğmuştu, bir savaşta ya da seferde yakalanmış ya da işlediği bir suç –örneğin fazlasıyla fakir olmaları– yüzünden cezaya çarptırılan kimseler değillerdi. Anlayın işte canım gerisini. Bir karşılaştırma daha yapıp bunun bir kız, bir kadın olarak doğmak gibi bir şey olduğunu söyleyebilirdim, ama bu doğru değil. Çocukken kızların kız olduklarını bilmemekten gelen mutluluklarını henüz bilemedikleri bir dönem vardır, bilmem anlatabildim mi. Sonradan kız olduklarının farkına varınca, işte o zaman çoğu yahut en azından kimisi, tavaya düşen balık gibi telaşa kapılır. En azından şansı yaver giden telaşa kapılır. Her neyse, Zoileus, balıkları tavaya, yanan yağın içine attı. Balıklardan biri başını tavanın kenarından uzattı, ağzını açtı ve bana öylece bakakaldı. Çığlığı bastım. Çığlıklarımın ardı arkası kesilmedi, çünkü canım yanmış, incinmiştim. Herhalde bir şey de istedim, durduk yere feryat figan değildim, çünkü bundan sonra hatırladığım ilk şey Zoileus’un bağırışı. “Peki! Peki! Onları çıkaracağım…” Sonra sustu, çünkü bizim kâhya kadın telaş içinde, beline astığı anahtarları şıngırdata şıngırdata mutfağa koşmuştu. “Ne oluyor orada?” Ama Zoileus kayıplara karışmıştı balıkla. Dadım olayı özetledi. Balıktan korktuğumu söyledi, kısmetim kapanmasın diye bir şey kesmek icap eder dedi, en azından sarmısak kökü diye konuşuldu. Kâhyamız benimle konuşurken çok nazikti. Balıklar yenmek için yaratılmıştı, biz özgür insanlar gibi hissetmezlerdi hiçbir şeyi. Zoileus’a, tavayla balığı geri getirmesini buyurdu. Zoileus, balığın tanka geri döndüğünü söyledi. “Tanka geri döndü ne demek, Zoileus?” “Tavadan tanka atladılar, hanımım, diğerlerinin arasında kaybolup gittiler.” Olayın aslını hiç bilemedim. Şurası kesin, balık dediğin öyle kızgın yağdan suya atlayıp da yüzemez. Ama Zoileus riyakâr bir adam değildi. Belki bir kereliğine öyle bir şey ağzından çıkıverdi, kim bilir. Herhalde balıkları attı ya da bir köşeye sakladı. Neden acaba? Her neyse, balıklar gerçekten yüzerek uzaklaştıysa bile, bizim kalkıp da olayın benimle alakası olduğu sonucuna varmamızı gerektiren bir şey yok ortada. Ama insanlar bu işin içinde bir iş var diye düşündü. Bizimkiler yine iyiydi ama, ev köleleri hemen her şeye kanar, hele kanılmayacak şeye dünden kanar. Hep birlikte bir merasim havasıyla tankın başına gittik, ama bir balığı diğerinden ayırt etmek mümkün değildi; saz damın gölgesinde, tankın içinde boca edilmiş yığınla balık vardı. Bunun üzerine kâhya kadın annemi çağırdı, annem de babamı; anlattıkları doğru muydu değil miydi bilinmez, ama sonuçta Zoileus söylediğinin arkasında durmak zorunda kaldı. Düşünüyorum da galiba sonunda kendisi bile inandı anlattığı hikâyeye. Kızgın yağda kavrulan balığın durup dururken, gizli bir kuvvet sayesinde şifa bulup yüzdüğünü söylüyordu. Dadım zaten bu kuvvetin ilahi bir kuvvet olduğuna kesin karar vermişti. Ben de, huşuyla olmasa da, ciddiyet ve ilgiyle dinledim bunları. Her ne kadar böyle şifa vakalarından sonra âdet Aesculapius ya da Hermes’e adak kesmekse de, sonunda deniz tanrısına bir adak sunuldu. Eğer o zamanlar biraz daha büyük olsaydım, cinsiyetimi hesaba katar, neden bir tanrıçaya değil de, tanrıya yanaşıldığını sorar ve kuşkusuz bunu tuhaf karşılardım. Ama hangi tanrıçaya adak sunacaklardı ki? Ne Artemis’in ne Demeter’in ne de Aphrodite’nin bir faydası dokunabilirdi bana. Herhalde bizim hakkımızda da bir iki laf etmem lazım şu noktada. Körfezin kuzey kıyısında oturmamızdan ötürü, tabiatıyla, Aitolia’lıyız. Phokis’li bir aileydik. Babam, zengin bir adam (daha doğrusu zengin bir adamdı) ve en büyük ağabeyim onun mirasına kondu. Toprağımız denizle birleştiği yerde bir milden uzun bir sahil şeridi oluşturur. Binlerce keçimiz ve koyunumuz, uşaklarla, kölelerle ve insanlarla dolu kocaman, eski bir evimiz var. Toprağımızın bir ucundan Korinthos’a düzenlenen seferlerin gelirine ortağız aynı zamanda. Bir zamanlar, karşı kıyıdan gelen insanlar, evimizin vadinin biraz yukarısındaki köy olduğunu sanıp, yatak, at ve hatta araba bulma umuduyla karaya ayak basar basmaz bizim evin yolunu tutarmış. Ama muhterem babam ben doğmadan birkaç ay önce geminin yolcuları indirdiği yere durumu açıklayan bir işaret koydurtmuş. Topraklarımızın ötesindeki vadiyi işaret eden tahta bir el ve elin altında, üzerine bazı harflerin oyulduğu bir levha vardı orada, şöyle yazıyordu: DELPHİ’YE GİDER İşte bu yüzden şimdi yolcular, gemiden iner inmez, bizi rahatsız etmeden, vadideki köye doğru yola koyuluyor. O köyü geçtikten sonra, biraz daha ilerledikleri takdirde, Parnassos yakasında bilicinin ikamet ettiği tapınağı, mabedi ve rahipler korporatifini görebilirler. Bilici, Tanrı tarafından esinlenen ve gelecekte neler olacağını ya da buna benzer şeyleri söyleyen kadındır. Kim olursanız olun, nerede yaşarsanız yaşayın tüm bunları öğreneceksiniz, tüm dünya biliyor! Gücü kuvveti yerinde bir adam, gemiden Delphi’ye kadar yarım günde gidebilir. Ben, biliciyi küçüklüğümden beri bilirim çünkü biz Phokis’liler onu korumakla yükümlüydük. Büyükbabam Anticrates oğlu Anticrates devir merasiminde hazır bulunuyordu. Muhterem babam da (onun da adı Anticrates’ti) bunun mutlak ehemmiyet arz ettiğini söylerdi. Babası, o daha küçük bir oğlanken, biliciyi himayemiz altına almanın mutlak ehemmiyet arz ettiğini anlatmış ona. Delphi akla hayale sığamayacak kadar zengin bir şehirdi; şundan hiç kuşku yok ki o zamanlar bazı şehirler (şimdi bile isim vermek istemiyorum) Delphi’nin servetine göz koymuşlardı ve onu saygısızca harcamak niyetindeydiler. Ama babamın da söylediği gibi, şehri korumak emniyet arz ediyordu, çünkü bizim davamız adalet içindi ve tanrı altınlara bu gaye için ihtiyaç duyduğumuz konusunda bizimle hemfikirdi. Bu kadar yakınında yaşadığımız için, böyle bir konumda olduğumuz için ve her şeye karıştığımız için, ailemizin o dönemlerle ilgili birçok hikâyesi var. Bildiklerimizin bir kısmını kendimize saklardık, ama öyle çok şey gelip geçti ki başımızdan! Artık bir önemi kalmadı, şimdi ihtiyar bir kadın olarak ben, size birkaç hikâye anlatabilirim. Delphi’lilerle, özellikle de rahipler korporatifiyle himaye meselesi hakkında bir anlaşmaya vardıktan sonra, Pythia’dan – bilici yani; eminim bu kadarını hatırlarsınız– bize tanrının onayını bildirmesini rica ettik. Ama tüm yaptığı “Yangın, yangın, yangın!” diye haykırmak oldu. Basamakları tırmanıp mabetler mabedinden kemeraltına çıktığında, hâlâ “Yangın, yangın, yangın!” diye bağırıyordu. Deli gibi sağa sola koşturmaya başladı ve hiç kimse onun için bir şey yapamıyordu; tanrı onu avucunun içine almıştı, birkaç başıbozuk askerin arasına girene kadar, hiç kimse dokunamadı zavallıya. Askerler Phokis’li değildi, paralı askerlerdi, alıverdiler canını! O günden sonra, derdi babam, bilici asla eskisi gibi olamadı. Delphi’de paralı askerlerin yangınlar çıkardığını, kadının hezeyanını anlaşılır kılabilecek böyle şeyler yaşandığını da söylerdi. Ama bilicinin işine akıl ermez. Eski zamanlardan nam salmış hikâyeler var. Bir gün adamın birine, yıkılan bir evin hayatının sonu olacağını söylemiş. Bu yüzden adam bir kartal kel kafasına bir kaplumbağa atana kadar dışarılarda gezinmiş. Tanrı, Delphi’de öldürdüğü koca bir yılandan miras kalan bir çatal dille konuşur. Aslına bakılırsa –bugüne kadar bundan hiç kimselere söz etmedim ama– ben kendim, Pythia deli gibi “Yangın, yangın, yangın!” diye haykırırken çatal dilin diğer ucunun ne dediğini anlamıştım: Çünkü bizim Delphi’yi aldığımız o yıl, aynı zamanda Büyük İlah İskender’in doğduğu yıldı. Görüyorsunuz, ayan beyan ortada, bilicinin işine akıl ermez. Ama bizim orayı yağmaladığımızı söylemek, işte bu kuyruklu yalan. Savaş çok pahalıya mal oluyordu ve doğrusu çok uzun sürmüştü; sonuçta, tanrı tam anlamıyla arkamızda değildiyse, böyle bir imtiyaza sahip olduğunu söylemek için bir din âlimine ihtiyacı da yoktu, değil mi ya. Yine de, benim bilge bir kadın olduğumu düşünüp, her bir şeye aklımın erdiği düşüncesine kapılmayın. Ben kafası karışık bir insanım. Bizim konumumuzdaki oğlanlara, düşünmek öğretildi ya da en azından, düşünmeyi öğrendiklerini düşünmek öğretildi; her ne kadar genel anlamda bu, hatanızı yakalayıp, “Budala, Budala” diye bağırmayı bilmek gibi bir şeye denk düşse de. Ama benim kafam gerçekten karışık ve hiçbir şey anlayamıyorum. Sanırım kafamın karışık olmasının sebeplerinden biri, kadın olmam; nasıl düşüneceğim bana asla öğretilmediği için, belki biraz da kendim olduğum için, kafam karışık. Amanın! Yazdığım bu tabletler sözcüklerle dolu ve daha size ismimi bile bildirmiş değilim! İsmim Arieka ve anlamının “küçük barbar” olduğu söylenir. Gençken şöyle daha oturaklı bir isimle anılmayı tercih ediyordum. Mesela, Demetria, ya da Kassandra ya da Euphrosyne. Ama Arieka ismi yapıştı kaldı işte böyle bana. Belki doğduğumda bir küçük barbara benziyordum. Bebekler ne kadar çirkin hakikaten. Balık anısından sonra her şey kafamda düzenli bir şekilde seyrediyor, yani kafamın karışık olması için bir bahanem yok. Ama balıklardan sonra olaylar biraz değişti. Annem (dadım değil) beni bir kenara çekti; gözler üzerinde dedi. O zaman sanki altıma kaçırdığım zamanki hislerim nüksetti. “Gözler üzerinde” aynı zamanda azar niteliğindeydi. Kız olmanın ne olduğuna ilişkin kavrayışım bir adım daha ilerlemiş oldu. Her şey bir yana, bir de sevgili ağabeyim Demetrios vardı – tanrı ondan lütfunu esirgemesin ve her neredeyse şansı bol olsun! O benim en kıymetli varlığımdı. Bana okuma yazma öğreten odur. Benden birkaç yaş büyüktü ve bıyıkları yeni terliyordu. Neden böyle bir işe kalkıştığını hâlâ bir türlü anlayamıyorum, düşünebildiğim tek açıklama var ve onu da açıkçası kabullenemiyorum; herhalde canı sıkıldığından, bir gün toprağa şekiller çizip (daha çok güneş hayal edin!) her şeklin bir şey dediğini anlamamı sağladı. Sonra bana göstermek için çizdiği şekillerden ikisini birleştirdi ve ikisinin beraber hangi sözü söylediğini sordu ve işte o an yerimden fırladım. Geriye dönüp baktığımda, bazı çocukların çok zor bulduğu o ilk sözden sonra birden önüm açıldı diyebilirim sanki, bir anda ilerlemişim, o andan itibaren gayet akıcı bir biçimde okumaya başlamışım gibi. Bu tabii ki imkânsız. İki ciddi engel vardı bunun için. Bir kere ağabeyim bu ilk seferde bana bir iki harften daha fazla bir şey öğretmiş değildi. “Oyunu tekrar oynamak” için yalvarmak zorunda kalmıştım! İkincisi, akıcı bir biçimde okuyabilmem için hiçbir imkân tanınmamıştı. Ben çocukken çok az kitap vardı. Pek tabii ki şimdilerde kitap sayısı arttı, ne de olsa insanlar –en iyileri değil ama– artık onun da ticaretini yapıyor. Ben çocukken, bir parça kâğıt versin diye yalvaracağınız bir şair ya da yazar dostunuz olmadığı sürece, insanların ocak başında anlattığı hikâyelerle, söyledikleri şarkılarla ya da yaşınız müsaitse, “Homeros’un gezgin oğullarından biri” tarafından aile toplantılarında nakledilen masallarla avunmak zorunda kalırdınız. Dünyanın merkezi bizim evin ötesindeki yokuşun tepesindeydi, yine de evde kitabı olan tek kişi ağabeyimdi. O kitap da onun ders kitabıydı ve birkaç sütunda Odysseus’un hikâyesini anlatıyordu. Ağabeyimin öğretmeni aynı zamanda komşumuzun oğlunun da öğretmeniydi, ama on altı yaşına bastığında –ağabeyimi kastediyorum– gemiyle hububat nakliyesi ve benzer ticari işlerle uğraşmak için Sicilya’ya gitti. Güle oynaya evden ayrılırken, kitabı bana fırlattı ve dedi ki, “Geri döndüğümde bunu bana okursun!” Çocukken insan ayrılık acısı gibi şeyleri çabuk unutuyor, uzunca bir süre kitabı inceleme zahmetine girmedim. Ama sonunda aldım elime zar zor okumaya başladım, herhalde acım aslında sandığım kadar sığ değilmiş ki, Demetrios altı ay sonra geri döndüğünde, ona kitabı okuyabilecek durumdaydım. Ama Demetrios tam bir erkek olmuştu, az kalsın onu tanıyamayacaktım; bana emanet ettiği kitap şöyle dursun, beni bile hatırlamıyordu. Sonra, on gün geçti geçmedi, ağabeyim Sicilya’ya geri döndü. Ben hâlâ kitabı okuyordum; tüm kitabı ezbere biliyordum. Bunun bir sonucu olarak, “Homeros’un oğullarından biri” evin kadınlara mahsus kısmına, Odysseia’dan bir bölüm nakletmeye davet edildiği zaman –hatırladığım kadarıyla Phaeacia’da geçen ünlü parçayı söyledi– adam (annemin önünde eğilerek) Odysseus’un sessizliğini ancak bizim evimizi gördükten sonra anladığını, Odysseus’un büyük ihtimalle Alkinoos’un sarayının harikaları karşısında huşu içinde kaldığını söyledi. Adam sözünü bitirdikten sonra ben tabii kendimi tutamayıp haykırdım; devam etmesini, Odysseus’un sahilde Athena’yla nasıl buluştuğunu anlatmasını istedim. Bu çıkışım da çok dikkat çektiğim uyarısıyla sonuçlandı. Adamın lirini taşıyan çocuğu ne kadar çok kıskandığımı hatırlıyorum şimdi, neredeyse bütün dünyayı gezmiş olmalıydı. Oğlan kılığına girip adamın peşinden gitmeyi hayal ettiğimi hatırlıyorum, gerçi o oğlanı ne yapacağımı, ondan nasıl kurtulacağımı düşünememiştim; hep hayalin diğer ucunda, oracıkta dikiliyor, ayaklarımın yere basmasını sağlıyor, beni kendime getiriyordu. Ağabeyim Demetrios evi ikinci kez terk ettiğinde sevginin ve kederin ne olduğunu öğrendim. Ağabeyim evden ayrılmadan önce küçük, sıska bir kız mıydım bilmiyorum, ama o ayrıldıktan sonra hakikaten pek zayıfladım. Suratımda bir dengesizlik vardır benim, yüzümün bir yarısı ile diğer yarısı arasında ciddi bir oransızlık vardır. Benim gibi kızların bir çift güzel gözle ya da işte biraz canlılıkla durumu kurtaracağı söylenir, ama bende bunlar da yok. Bizimkinden küçük olsa da ihtişamlı, bize komşu malikânenin oğlu ve vârisi, Leptides diye bir oğlan vardı, benim kadar sıskaydı. Ama oğlan olduğu için, sıskalığının pek bir önemi yoktu. Saman sarısı saçları ve pembe yüzünün her yanında açık kahve çilleri vardı. Kendini savaş hikâyesindeki “sarışın Akhaia’lı”ya benzetirdi. Onunla ve iki kız kardeşiyle oynamama izin vardı ama ne yazık ki bu da uzun sürmedi. Leptides kız kardeşlerinin ve benim onun ordusu, bazen de karıları ya da köleleri olduğumuz oyunlar keşfederdi. Ordusu İskender’in ordusuydu tabiatıyla, ama benim duyup bildiğim Makedonyalılardan farklı, çok daha sıkı terbiye edilen bir orduydu bu. Dadımın biz bu oyunları oynarken başımızda durması lazımdı, ama o göbeğini büyütüp salaklaşmakla meşguldü; koca bir hayatı uykuyla ziyan etti. Doğal köleydi, görünüşe bakılırsa cezadan başka bir şeyi hak etmiyordu. Kölesi olduğum günlerden birinde Leptides bana, artık özgür bir kadın olmadığımdan, çıplak kıçıma şaplak indirmesi gerektiğini söyledi. Tabii ki gerçek hayatta, özellikle de bizimki gibi büyük evlerde, ev kölesi asla dayak yemez. Köle ailenin ferdi gibidir; en azından kızların kaderi bu. Yaptığı beni düşündüğünüz kadar çok etkilememiş olsa bile canımı yaktı. Şimdi dönüp arkama baktığımda, Leptides’in ailemizi ve malikânemizi kıskandığını düşünmeden edemiyorum. Doğruluk payı var bunun kuşkusuz, ama böyle şeyleri anlayabilmek için insanın sahip olması gereken akıl ancak insan yaşlandıktan sonra ortaya çıkıyor. Belki de gençken de gerçekleri biliyor ama bildiğimizi bilmiyoruzdur – bak görüyor musun, Areika, yine işler karışıyor! Gel gelelim, dadıma bir ev kölesinin çıplak kıçına şaplak yemesinin şart olup olmadığını, mesela fistanıyla kıçını örtmesine müsaade etmenin daha mı doğru olacağını sormakla, görüyorsunuz işte, ne kadar cahil ve masum bir çocuk olduğumu gözler önüne serdim. Ne bunu izleyecek sorulara ne de vereceğim cevapların yaratacağı kargaşaya hazırlıklıydım. Dadım kıpkırmızı kesildi, çarpıntısı nüksetti ve sanırım nefes darlığı çekmeye başladı. Nasıl oldu da anneme neler olup bittiğini anlatacak cesareti buldu kendinde, anlayamıyorum. Hem Leptides’le oynamam yasaklandı, hem de meseleyi iyice idrak edeyim diye bir süre daha kuru ekmek ve suya talim etmeye ve nakış işlemeye mecbur kaldım. Bir sonraki dışarı çıkışımda, muhterem babamın karşısında, ellerim önümde birbirine kenetli, gözlerim yerde, babamla benim aramda bir yere bakıyordum. Annem konuşmaya başladı ama babam bir hareketle onu susturdu: “Bu tür durumlarda Demetria, kabahat çoğu zaman kızdadır.” Sonra uzun mu uzun bir sessizlik oldu. Sessizliği delense yine babamın sesiydi. “Herhalde farkındasınız küçük hanım, Leptides’in başını belaya soktunuz. Farkındasınız, değil mi? Üç ay askerlik eğitimi almak için uzaklara gönderildi. Bundan sonra sizi görmek istemiyorum. Şimdi gidin.”
William Golding – Catal Dil
PDF Kitap İndir |