Kimsenin doğum günümü kutlamak için bana hediye vermeye niyetli olmadığmı sezdiğimden, kendi hediyemi kendim aldım! Gemide parayla alınabilecek her şeyi satan tek kişiden, veznedar Bay Jones’dan aldım elbette ki. Geminin karnındaki tiksindirici kokudan kurtulmanın sevinciyle güverteye çıktığımda, dostum ve geminin birinci subayı Charles Summers’a rastladım. Elimdeki defteri görünce gülmekten kendini alamadı. “Ah, Edmund, gemideki herkes farkındaydı artık bitirdiğinin… Anlamazdan gelme canım, hani şu sana soylu vaftiz babanın armağan ettiği defteri diyorum.” “Ama… ama nasıl olur?” “Hay Allah, ne kadar da şaşırdın öyle! Bir gemide hiçbir şeyin gizli saklı kalamayacağını daha öğrenemedin mi? Peki bu seferki ne için, ona uçuracak başka haberlerin mi var yoksa?” “Hayır, bu öbürünün devamı değil, yeni bir sayfa açıyorum diyebiliriz. Yolculukta geçenlerle içini doldurduktan sonra sadece ama sadece kendime saklayacağım.” “Şu sıralar yazacak bir şey kalmadı gerçi…” “Bana hiç de öyle gelmiyor, beyim!” “Kendini hoş tutmak için yeni mazeretler, ha?” “Bu da ne demek oluyor şimdi?” “Vay vay vay, her zamanki gibi çalımlısın bakıyorum. Sevgili Edmund, bir bilseydin bize ne kadar baş döndürücü bir yükseklikten baktığını, üstüne üstlük bir de yazar oldun şimdi başımıza!” Bay Summers’ın konuşmasındaki candanlıkla karışık iğneleyiciliği pek umursadığımı söyleyemem. Yolculuğun ilk zamanlarında belki biraz dikkatsizce ortaya serdiğim kendi kadrini bilir tavırlarımdan, burnu büyük havalarımdan kurtulduğuma yürekten inanıyordum çünkü. Gel gelelim gemicilerin bana “Lort Talbot” adını takmalarına engel olamamıştı geçirdiğim değişim. Ne tuhaf, üstelik unvanımın yalnızca “mister” ya da “esquire” düzeyinde olmasına karşın takmışlardı bana bu adı. “Amaan, oyalanıyorum işte. Zaman geçmek bilmiyor bu gemide. Dünyanın tepesinden kalkıp uçsuz bucaksız denizin üstünde ta dibine kadar yolculuk etmekte olan aciz bir kara adamı başka neyle meşgul olabilir ki?” “Bakıyorum da en büyük boylarından almışsın. Kimbilir ne çok serüven gerek bunu doldurmak için. Peki ya şu birinci defter, vaftiz baban için olan…” “Colley, Wheeler, Kaptan Anderson…” “Ve diğerleri. Sana samimi bir itirafta bulunayım; tek dileğim ikinci defteri doldurmakta zorlanmandır!” “Dileğin kabul edilmiştir, ne de olsa kafamın içinde tek bir fikir yok ne yazacağıma dair. Ha, unutmadan… bugün benim doğum günüm!” Yaa, dercesine başını salladıysa da tek bir söz etmeden baş tarafa doğru yoluna devam etti. Ben de bir of çekip yoluma gittim. Ömrümde ilk defa doğum günümü benden başka hiç kimsenin önemsemediğini fark ediyordum. Aile ocağında işler başka türlüydü tabii… hediyeler, kutlamalar. Ama yalpa vura vura ilerleyen bu gemi bozuntusunda mütevazı eğlenceler, şirin alışkanlıklar çoktan akıp gitmişti güverteden. Avustralya’ya varıncaya dek yalnız kalıp kafamı dinleyebileceğim, geceleri uyuyabileceğim tek yer olan kümesime, yani kamarama girdim. Yelken bezinden sandalyemi çekip biricik masamın, namı diğer yazı-kapağımın başına oturup defteri önüme açtım. Alabildiğine geniş bir alan. Bu bomboş yüzeye iyice burnumu yaklaştırıp -kamara kapısındaki gözetleme deliğinden içeri sızan ışık o kadar azdı ki, başka şansım yoktu- baktığımda onun her yöne doğru yayıldığı, tüm dünyamı kaplayıncaya kadar genişlediği izlenimine kapıldım. Bir umutla gözlerimi boş sayfaya diktim ve bir başlangıca yaraşır sözcüklerin aklıma gelmesini beklemeye başladım… ama nafile! Uzadıkça uzayan bir bekleyişin ardından, o an oynadığım oyunun, geçici olduğunu umduğum bir yetersizliği kağıda dökmekten öte bir sonuç vermediğinin ayırdına vardım. Hatırlayabildiğim kadarıyla Vaiz Colley, o mutsuz insan minyatürü, kız kardeşine yazdığı mektupta bilinçsizce de olsa İngiliz dilini büyük bir ustalıkla kullanmıştı oysa, gemimizi ve -ben de dahil olmak üzere- içindeki canlıları öyle güzel betimlemişti ki! Hani denebilir ki, güneşin alnında mayışmış yatan geminin şahane bir resmini yapmıştı. Ah, tabii ya, sıcak. Hava durumunu ne çabuk unuttun seni sersem! Neden bununla yapmıyorsun girişini? En sonunda durgun kuşağı ardımızda bırakmayı başardık. Tanrının her kulunu bıktıracak kadar uzun kalmıştık orada. Şimdi ekvator bölgesinin ılık havasından kurtulduk, ferah ferah güneye doğru ilerliyoruz, rüzgarı pruva iskelesinden aldığımız için gemi yine yalpaya düştü, ama artık buna o kadar alıştım ki benliğim ve uzuvlarım gündelik hayatın bir parçası gibi algılıyor baş kıç vurmaları ve yalpalamaları. Havanın berraklığı sayesinde lacivert ufku açık ve net olarak görebiliyoruz, Lort Byron’un meşhur buyruğuna boyun eğerek ilelebet yuvarlanıp gidiyor gibi… İşte dizelerin gücü diye buna derler! Bir ara vakit ayırıp ben de denemeliyim. Elverişli bir esinti, hatta belki elverişlinin biraz ötesine geçtiği söylenebilecek bir rüzgar sayesinde (aklımda kaldığı kadarıyla Lort cenaplarının buyrukları arasında bu yoktu) gemi hızlanıyor, daha doğrusu hızlanması gerekirdi, ama göründüğü kadarıyla rüzgarın bizi önüne katıp götürmesini engelleyen, bizi yavaşlatan esrarengiz bir engel var. Ama bu kadar hava durumu yeter. Colley olsa herhalde hava durumunu yazdıklarının içine bir güzel yedirir, hoş bir bağlantıyla anlatmaya devam ederdi. Ama görebildiğim kadarıyla rüzgarın havayı birazcık serinletmekten ve hokkadaki mürekkebin bir o yana bir bu yana gidip gelmesine neden olmaktan başka bir etkisi yok. Edmund, sana emrediyorum! Bir yazar ol! İyi ama nasıl? Sık sık hoş görüsüne sığındığım, ama gerçekte hiç de hoş görülü olmayan vaftiz babamın okuması için yazdığım birinci günlükle bu yeni defter arasında kaçınılmaz bir fark var, çünkü bunu… bunu kimin için yazdığımı bilmiyorum. Önceki defteri doldurmak için konu aramam gerekmemişti. Talihin birtakım oyunları sonucunda Colley kendini öldürmüştü ve uşağım Wheeler denize düşüp boğulmuştu, böylece daha ben ne olup bittiğini anlamadan defterimi doldurmuştum. Şimdi bir şeyler bulmak için açıp ona bakmam da mümkün değil, kağıtlara sarılmış, yelken bezinden kılıfı dikilip kapatılmış, mühürlenmiş olarak alt çekmecede duruyor. Gerçi hâlâ hatırlıyorum en sonlara geldiğimde bunun bir deniz hikayesine dönüştüğüne dair bir şeyler yazdığımı. Tamamen kaza eseri hikayeye dönüşmüş bir günlüktü o. Oysa şimdi anlatacak bir hikaye yok. Dün bir balina gördük. Daha doğrusu hayvan nefes almaya çıktığında fışkırttığı suyu görebildik, ama ne kadar dikkatli baktıysam da bir türlü gövdesinin su yüzeyinin dışına çıktığı anı yakalayamadım. Doğruyu söylemek gerekirse bir an önce ilişkilerimi kesmek istediğim dostum Bay Deverel, fışkıran suyun ateşlenen bir topun görüntüsüne çok benzediğini söyleme gafletinde bulundu. Bunun üzerine Zenobia Brocklebank bir çığlık attı ve ondan böyle tüyler ürpertici şeyler anlatmamasını istedi. Kusursuz bir zamanlamayla -görünüşte bile olsa- açığa vurulmuş bu kadınca zaaf Deverel’ın ona yaklaşmasına, hiçbir direnç göstermeyen ellerini avuçları arasına alarak teselli edici sözler söylemesine yetti ki bu sözlerin altında yatan şehveti sezmek için ayrıca bir çaba harcamaya hiç gerek yoktu. Eski mürebbiyemiz Bayan Granham, gözlerinde şimşekler çakarak değilse bile kıvılcımlar çakarak onları süzdükten sonra, nişanlısı Bay Prettiman’ın deniz ressamımıza, yani miskin Bay Broclebank’e devrimin toplumsal faydaları üzerine söylev çekmekte olduğu yere yöneldi. Bunların hepsi pupada, vardiya subayı Bay Cumbershum ve asteğmen Bay Taylor’ın bakışları altında gerçekleşti!.. Başka ne oldu? Pöh, bunlar pek heyecan verici sayılmaz. Dün çukur güverteye bir halat uzatıldı, sonra parçalara ayrılıp gizemli bir denizcilik işlemi için kullanıldı. Hiç değişmeyen kahrolası manzara dışında yazmaya değer başka bir şey olmadı. Lanet olsun! ikinci defter boyunca olayların merkezine koyacağım bir kahramana ihtiyacım var. Hüzünlü kaptanımız Anderson olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Üstündeki şatafatlı üniformaya rağmen kahramanlıktan akıl almaz derecede uzak olduğu duygusundan kurtulamıyorum. Dostum ve geminin birinci subayı Charles Summers olabilir mi? Gerçi kendisi önceki hikayemizin iyi adamı ve bu saygınlığından bir şeyler kaybetmesi son derece trajik olacaktır. Ya diğerleri, somurtkan navigasyoncu Bay Smiles, topçu Bay Askew, marangoz Bay Gibbs? Peki veznedar Bay Jones, yani gemimizin güzide tüccarından kahraman yaratmak mümkün olur mu? Şu bizim kara subayı da olabilir, yeşiller içindeki askerlerin komutam, Oldmeadow. Beynimin en el değmemiş köşelerini keşfe çıktım, Smollett ve Fielding’i sahneye davet edip tavsiyelerini istedim, fakat onlardan da bir şey çıkmadı. Belki de sandığından çok daha akıllı ve duygulu olan genç bir beyefendinin hikayesini anlatabilirim; bu beyefendi Avustralya’ya giden bir gemidedir mesela, var olduğundan şüphe edilemeyecek yeteneklerini kullanarak orada yeni koloninin valisinin yanında bir mevki edinecektir. O öyle bir adamdır ki… Eee, başka? Baş kasarada göçmenler arasında bir kadın var. Belki onu kahraman seçeriz kendimize, kimliğini gizleyen bir prenses olmasın sakın? Ya da kahramanımız onu kurtarabilir… Ama ne tür bir sorundan ya da kimden kurtaracak? Demek ki geriye bir tek Bayan Broclebank kalıyor, ama onun üzerine yazmak gelmiyor içimden, onun (üvey) annesi Bayan Broclebank’le henüz tanıştırılmadık ve zaten o şiş göbeklinin karısı olamayacak kadar genç ve sevimli kadıncağız. Aranıyor! Yeni günlüğüme bir kahraman aranıyor, bir de kadın kahraman, bir kötü adam ve içimdeki sıkıntıyı alıp götürebilecek komik olaylar… Eninde sonunda Charles Summers’a razı olacağım galiba. Düzenli olarak konuştuğum ve birlikte oturduğum tek kişi o. Birinci subay olarak geminin bütününden sorumlu olduğundan vardiya nöbeti tutmuyor. Yirmi dört saatin on sekiz saati geminin içinde dolaşıp duruyor ve yalnızca gemicileri değil, tüm göçmenleri ve yolcuları isim isim biliyor. Hiç kuşkum yok ki geminin yapısını da santimi santimine ezberlemiştir. Anladığım kadarıyla sadece öğleye doğru bir saat mola veriyor, yanılmıyorsam on birden on ikiye kadar, o zaman da güvertede gezintiye çıkan yolcular gibi volta atıyor. O saatte güverteye çıkan başka yolcular da var, ama gururla söyleyebilirim ki Charles arkadaş olarak genellikle beni seçiyor. Bu günlük yürüyüşler için kendimize bir rota belirledik. Çukur güvertenin iskele tarafında aşağı yukarı yürüyoruz. Bay Prettiman ile nişanlısı Bayan Granham ise aynı şeyi güvertenin sancak tarafında yapıyorlar. Alışkanlık edindiğimiz üzere üçer dörder kişi birlikte değil ikişer kişilik gruplar halinde volta atıyoruz. Bu sayede, onlar tam baş kasaranın oradan dönerken biz de kıç kasarasının oradan dönüyoruz. Ortaya doğru ilerlediğimiz sırada grandi direğinin geniş gövdesi iki çifti göz göze gelmekten kurtardığı için her seferinde şapkalarımızı kaldırmamıza ya da başımızı hafifçe eğerek tebessüm etmemize gerek kalmıyor. Ne kadar da saçma değil mi? Bizi kara insanlarının alışkanlıklarını tekrarlamaktan kurtaran tek şey, kaim bir ağaç kütüğünün aramıza girmesi. Geçen günkü gezintimizde bunu Charles’a söylediğimde gülmekten kendini alamadı. “Daha önce hiç bu konu üzerine düşünmemiştim, ama sanıyorum haklısın, hakikaten ilginç bir bulgu.” “İnsanın kültürel yapısı ve alışkanlıklarıyla ilgili, düzenli çalışmalarım sayesinde başardım, politikaya atılmak isteyen her kişi için zorunludur bu.” “Gelecekteki kariyerin şimdiden belli mi?” “Her adımı. Hem de benim yaşımdaki pek çok kimseden daha açık bir biçimde.” “Meraklanmaya başladım şimdi.” “Şöyle diyelim: Koloni yönetiminde sadece birkaç yıl kalacağım, hatta belki daha da az.” “Ben de orada olup görmeliyim bunu!” “İnanın bana Bay Summers, bu yüzyıl boyunca uygar milletlerin dünyanın gizli saklı köşelerine ulaşıp hepsinin yönetimini alacağından kuşkum yok.” “Sonra ne olacak?” “Parlamento elbette. Hani şu “kokmuş şehir” dedikleri yerler var ya, onlardan biri vaftiz babamın avucunun içinde. Bu kentten meclise tamı tamına iki üye gönderiliyor olmasına rağmen seçmenler sadece sarhoş bir çobandan ve her seçimden sonra haftalar boyu zamparalık yapma alışkanlığında olan bir arabacıdan ibaret.” “Böyle bir aşırılıktan senin kazancın olacak mı?” “Şey, bazı zorluklar var tabii. Kahrolası topraklarımız ipotek altında ve mecliste bir koltuk kapmak yalnızca geliri olan kişilere mahsus olduğundan oraya geçmeden önce ben de bir iki erik toplamak durumundayım.” Charles kahkahayı bastı, ama sonra hemen toparlandı. “Aslında bunu komik bulmamam gerekiyor, ama yine de gülmekten kendimi alamadım. Bir iki erik ha? Peki ya sonra?” “Elbette hükümet! Parlamento!” “Ne hırs!” “Karakterimin bu yanım sevmiyor musun?” Önce ne diyeceğini bilemedi, ama sonra sözcükler ağır ağır döküldü ağzından. “Buna hakkım yok. Ben de senden pek farklı sayılmam.” “Sen mi? Nereden çıkardın canım!” “Gerçi ben her koşulda senin zararına bir şey olsun istemem. Seni hoşnut kılacak bir kariyer edinmeni ve dostlarının da bundan faydalanmasını yürekten diliyorum. Ama insanlar bu Kokmuş Şehirlerin varlığına daha ne kadar göz yumacaklar? Ne de olsa İngiliz halkının çok küçük bir kesiminin tüm ülkeyi yönetecek insanları seçmesi hem akla hem de eşitliğe aykırı bir durum.” “Sana sonuna kadar hak veriyorum Charles. Seni bu konuda biraz aydınlatmalıyım. Bu görünürdeki kusur aslında sistemimizin en dahiyane yönüdür…” “İmkanı yok! Böyle bir şey olamaz!” “Ama sevgili dostum, Demokrasi asla herkesin katılımıyla sağlanamadı ve sağlanamayacak. Yoksa çocuklara ve mülksüzlere oy hakkı vermemizi mi öneriyorsun? Delilere de mi? Hapishanelerde sürünen suçlulara da mı? Kadınlara da mı?” “Senin yerinde olsam Bayan Granham’ın beni duyacağından korkar, sesimi biraz alçaltırdım.” “Doğru ya, o saygıdeğer hanımefendiyi hor görmek hayatta aklıma en son gelecek şeydir. Bazı istisnalar olabileceğini kabul edebilirim. Öylelerini hakir görmek ha? Aman Allah saklasın, hayatta cüret edemem!” “Al benden de o kadar!” Buna ikimiz de güldük. Sonra açıklamama devam ettim. “Antik Yunan’ın altın çağında oy verme nüfusun belli bir kesiminin hakkıydı. Barbarlar şeflerini naralar atarak ya da kılıçlarım kalkanlarına vurup gürültü çıkararak seçerler. Ama bir toplum ne kadar uygarlaşırsa toplumsal ilişkilerin karmaşıklığım anlayabilecek insanların sayısı o kadar azalır. Uygar bir topluluk muhakkak ki seçmenlerini sağlıklı bir biçimde asillere, iyi eğitim görmüşlere indirger. Elbette onların seçecekleri de toplumun en seçkin tabakasından gelen ve geçmişte yönetmiş, şimdi yöneten, gelecekte de yönetecekler olacaktır!” Ama Charles iki eliyle birden, yavaş konuş, gibilerinden bir işaret yapıp duruyordu. Galiba gerçekten de sesimi yükseltmiştim. En sonunda dayanamayıp sözümü kesti. “Edmund! Alçak sesle konuş biraz! Ben Parlamento değilim! Nutuk atmaya başladın. Bay Prettiman grandi direğinin orada en son gözden kaybolduğu sırada yüzü kızarmaya başlamıştı!” Sesimi alçalttım. “Sesimi alçaltacağım, ama sözcüklerim keskinliğini koruyacak. O bir kuramcı… yani en iyi ihtimalle. Kuramcıların en başta gelen hatası kafalarında mükemmel bir hükümet taslağı oluşturup bunun fakirler ve güçsüzler için uygun olduğunu sanmaktır! Oysa durum tam tersi, Bay Summers. Kimi durumlarda yalnızca bizimki gibi çelişkilerle dolu ve hantal bir sistemin kusurları cevap verebilir ihtiyaca. Kokmuş Şehir’ler asla tükenmez!.. Doğru kişiler tarafından kullanıldığı sürece tabii.” “Parlamentoda yapılması planlanan bir konuşmanın bazı unsurlarını mı duydu kulaklarım?” Aniden yanaklarımın yanmaya başladığım hissettim. “Nereden bildin?” Charles bir an başını çevirip gemicilerden birini azarladı. Adam elinde bir parça sicim, biraz yağ ve bir kavelayla oyalanıp duruyordu. Sonra bana döndü… “Peki ya özel hayatın, Edmund… doğrudan doğruya ülkenin hizmetine sunmadığın kısım?” “Herhalde ben de diğerleri nasıl yaşıyorsa öyle yaşayacağım. Belki bir gün -ama ne kadar geç olursa o kadar iyi- topraklarımın sorumluluğunu üstüme alırım, yani küçük kardeşlerimden biri bu işe gönüllü olmadığı takdirde. Aslını istersen kimi zaman geleceğe dair hayaller kurduğumda,” -bunu söylerken kendi kendime güldüm- “minnettar bir ülkenin verdiği bir hediye sayesinde topraklarımı ipotekten kurtarırken görüyorum kendimi! Gerçi şimdi benim bir hayalperest olduğumu düşüneceksin.” Charles da gülmeye başladı. “Bunlar geçmişe dair değil de gelece dair hayaller olduğu sürece hayalperestliğin bence bir zararı yok!” “Ama pratikte önüme koyduğum şey bir hayal değil. Kariyerimin uygun bir mertebesinde herkes gibi ben de evleneceğim…” “Hah işte! Ben de onu merak ediyordum. Genç bayatım şimdiden belirlenmiş olup olmadığım sorabilir miyim?” “İyi de nasıl olacak bu? Başkasının Juliet’ine Romeo’luk yapacağımı düşünmüyorsun herhalde? Bana on yıl ver, sonra benden on ya da on iki yıl daha genç, namuslu bir aileden gelen, zengin güzel…” “Ve muhtemelen şu anda bez bebeğiyle oyalanmakta olan…” “Aynen öyle.” “Sana mutluluklar dilerim.” Güldüm. “Düğünümde dans edeceksin!” Bir sessizlik oldu. Charles artık gülümsemiyordu. “Ben dans etmem.” Başını hafifçe öne eğip veda ederek baş kasaraya girdi. Arkamı dönüp Bay Prettiman ile nişanlısına selam verecek oldum, ama onlar da kıç kasarasının kapısından girip gözden kayboldular. Ben de kümesime geri dönüp yazıkapağımın başına oturdum, yaptığımız konuşmanın defterime yazmaya uygun olduğu kanaatindeydim. Bu arada Charles Summers’ın ne kadar hoş ve candan bir arkadaş olduğunu da düşünüyordum tabii. Tüm bunlar dündü. Peki ya bu sabah? Hiçbir şey olmadı. Sıkıcı bir yemek yedim, son zamanlarda çok içtiğimi düşünerek ağzıma içki sürmedim, askerlerine yapacak bir iş bulamadığından yakman Oldmeadow’la sohbet ettim, daha doğrusu o konuştu ben dinledim, artık sıradan gemicilerle flört etmeye başlamış olan Zenobia Broclebank’i kaşlarımı çatıp biraz izledim… Ve en nihayetinde kendimi bu geniş beyaz alanın başında bomboş bir kafayla buldum. Biraz düşününce aklıma geldi, buraya yazabileceğim bezdirici bir haberim var. Bugün yine Charles Summers’la birlikte güvertede volta attık. Rüzgarın biraz daha şiddetlendiğini söylediğinde ben de hızımızın arttığını hiç fark etmediğim cevabını verdim. Bana hak verir gibi başını salladı. “Bunun sebebini biliyorum” dedi sıkıntıyla. “Daha hızlı gitmemiz gerekirdi, ama karinaya tutunan yosunun artması bunu engelliyor. Durgun kuşakta gerçekten çok fazla vakit kaybettik.” Kenara doğru ilerleyip küpeşteden aşağı baktım. Yeşil bir saç gibi iki yanda salman yosunları görmek mümkündü. Geminin burnu biraz kalktığı esnada daha aşağılarda başka bir karaltı belirdi, bu da yosunu andırıyordu, fakat daha değişik bir renkteydi. Geminin burnu indiğinde yeşil yosunlar yeniden yüzeye çıktı ve hareketimizle hafifçe geriye doğru meylederek iki yana yayıldı. “Bu süprüntülerden kurtulmanın bir yolu yok mu?” “Demirlemiş olsaydık çekme halatını kullanabilirdik. Ya da bir dere ağzına girip orada gemiyi karina etseydik işimiz çok kolay olurdu.” “Bu sularda yolculuk yapan tüm gemiler bu kadar yosun tutar mı?” “Yeni gemiler tutmaz, son model on dokuzuncu yüzyıl gemilerinin böyle sorunları yoktur. Onların karinası bakır kaplı olduğundan deniz bitkileri daha zor tutunur.” “Gerçekten sıkıntı verici bir durum bu.” “Avustralya’ya ulaşmak için sabırsızlanıyor gibisin.” “Zaman çok yavaş geçiyor.” Yüzünde bir tebessümle uzaklaştı. Yeni meşgalem aklıma gelince ben de kamarama döndüm. Benden başka hiç kimsenin okumayacağı bir günlük için “meşgale” dışında hangi tanım kullanılabilir ki? Her şey benim keyfime kalmış artık! Canım istemezse yüzüne bile bakmam defterin. Vaftiz babamı eğlendirme gayesiyle zekice gözlemler yapmak için çabalamak ya da düğün portresi çizilirken öylece oturan bir gelin gibi kendimi iyi göstermeye çalışmak yok artık. Kim bilir, belki de vaftiz babama yazdığım günlükte dürüstlüğü biraz fazla kaçırdım, belki de ne kadar soylu bir adam olduğuma inanması için yazdıklarımı sözcüklerin birinci anlamıyla alacak ve onun himayesine layık olmadığıma kanaat getirecektir. İşin kötüsü bunu önlemek için yapılacak hiçbir şey yok, çünkü vaftiz babamın verdiği o lüzumsuz parlak ciltlere zarar vermeden yazdıklarımı yok edemem. Ne kadar aptalca davrandım. Hayır, aptallık değil bu, sadece bir hesap hatası. Cumbershum ile Deverel, rotayı Plate nehrine çevirerek gemiyi karina edip yosunlardan kurtulmak için Kaptan Anderson’ı ikna etsin diye Summers’ı sıkıştırıyorlar. Benim muhbirliğimi genç Taylor yapıyor, zaman zaman yanıma yaklaşan şu aşırı coşkulu küçük asteğmen. Ama Summers’ın böyle bir şey yapmaya hiç niyeti yok. Anderson’ın tek bir limana uğramadan yolculuğu tamamlamak istediğini biliyor. Her ne kadar iyi bir insan ve tecrübeli bir denizci olsa da, Summers’ın zevklerinin kaptanınkilerden pek farklı olmadığım kabul etmek zorundayım. Bay Taylor’ın dediğine göre bu sabah meydana gelen şeyi mazeret göstererek isteklerini reddetmiş: Rüzgar epeyce hızlandı ve hızımız da buna bağlı olarak biraz arttı. Rüzgar hâlâ sancaktan esiyor, artık ufuk çizgisi netliğini biraz kaybetti ve zaman zaman gemiye serpinti yağıyor. Gemiciler ve yolcular bundan hayli memnun. Hanımların da sağlıkları yerinde görünüyor ve
William Golding – Yan Yana
PDF Kitap İndir |