William L. Shirer – Nazi İmparatorluğu 1 – Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü

Nazilerin iktidarda bulundukları kısa sürenin ilk yarısında Almanya’daydım; orada çalışıyordum. Adolf Hitler’in, bu büyük ama aldatılmış ulusun diktatörü olarak iktidarını nasıl sağlamlaştırdığını, sonra bu ulusu nasıl savaşa ve istilâya sürüklediğini kendi gözlerimle gördüm. Buna rağmen yine de böyle bir kitabı yazmak istemezdim, eğer İkinci Dünya Savaşının sonunda tarihte o zamana kadar görülmemiş bir olay yer almasaydı. Olay şu; Alman hükümeti ile hükümete bağlı dairelerin en gizli arşivleri ele geçirilmişti. Belgeler arasında Dış işleri Bakanlığı, Ordu ve Donanma, Nasyonal Sosyalist Partisi ve Heinrich Himmler gizli polisinin evrakı vardı. Bence, şimdiye kadar hiç bir tarihçinin eline bu kadar zengin bir hazine geçmemişti. Eskiden büyük bir devlet savaşta yenilse ve, 1918’de Alman ve Rusya’da olduğu gibi, yeni bir hükümet ihtilâlle iş başına gelse bile eski evrak yine gizli tutulur, aneak yeni rejimin işine yarayacak olanlar sonradan açıklar nırdı. Naziler 1945 ilkbaharında birdenbire yıkılınca yalnız koskoca bir evrak hâzinesi değil, ondan da daha değerli bir sürü malzeme geçti ele: özel günceler, çok gizli söylevler, toplantı raporları ve yazışmalar, hattâ Hermann Goering’in Hava Bakanlığında kurduğu özel dairece kaydedilmiş Nazi liderlerinin telefon konuşmaları. General Franz Haider, Örneğin, büyük bir günce tutmuş. Bu günceye, yalnız gün gün değil, bir gün içinde bazen saat saat de, Gabelsberger stenosuyla kayıtlar düşmüş. 14 Ağustos 1939 ile 24 Eylül 1942 tarihleri arasındaki donemde Ordu Genel Kurmay Başkanı olduğu sırada geçen olaylar için bulunmaz bir kaynak bu günce. Bu dönemde Haider, Hitler ve öteki Nazi liderleriyle hergün temas halindeydi. Bu günce elbet-teki elde olanların en önemlisi; ama değerli olan başka günceler de var: Propaganda Bakam ve Hitler’in en yakın parti arkadaşı Dr. Joseph Goebbels ile Silâhlı Kuvvetler Yüksek Komutanlığı Harekât Dairesi (OKW) Başkanı General Alfred Jodl’un tuttukları günceler bunlar arasında. OKW’nin ve Donanma Yüksek Komutanlığının tuttuğu günceler ayrı.


Coburg yakınlarındaki Schloss Tambaeh’da ele geçirilen Alman Donanma arşivine ait altmış bin dosyada, Alman Donanmasının kurulduğu 1868 tarihinden, dosyaların ele geçirildiği 1945 Nisanına kadar hemen hemen bütün gemi sinyalleri, juraal-ları, günceleri, muhtıraları vb. var. Berlin’den gelecek emir üzerine yakılmak amacıyla çeşitli şatolarda ve Harz dağlarındaki madenlerde bekletilirken Amerikalılar tarafından ele geçirilen Alman Dış îşleri Bakanlığının 485 ton tutan evrakı, yalnız Nazi İmparatorluğunu değil, Weimar Cumhuriyetini ve Bismarck’m kılrduğu İkinci Alman İmparatorluğunu da kapsamaktadır. Nazi belgeleri Amerika’nın Virginia eyaletinin Alexandria şehrinde bulunan büyük bir askerî depoda savaştan sonra yıllarca, mühürlü olarak bekleri t ildi. Hükümetimiz bu belgeler arasında tarih bakımından önemli bir şeyler olup olmadığını araştırmak için sandıklan açmak zahmetine katlanmadı. Sonunda, 1951’de, yâni dosyaların ele geçirilişinden on yıl sonra, American Historical As-sociation’m (Amerika Tarih Kurumunun) teşebbüsü ve daha birkaç Özel kurumun yardımıyla A!exandria’daki evrak açıldı. Çok az sayıda bilgin yanlarına aldıkları birkaç kişi ve ufak tefek cihazlarla dosyaları taramaya ve evrakın fotoğraflarını çekmeye başladılar. Dosyaların içinde neler yoktu! Ama hükümet, dosyaları Almanya’ya bir an önce göndermek için acele ediyordu. Hele Hitler’in karargâhında günlük askerî durum üzerindeki görüşleri ve yapılan ilk savaş sırasında Nazi komutanlarının eski parti arkadaşlarıyla yaptıkları masabaşı sohbetlerinin tam- metinleri çok zengin belgelerdi. Bu belgelerden birincisi, Amerikan 101’inci Hava Tümeninden bir haberalma subayı tarafından Berchtesgaden’de Hitler’in yanmamış evrakı arasında, İkincisi de Martin Bormann’ın kâğıtları arasında bulunmuştu. Ele geçirilen yüzbinlerce Nazi belgesi, bellibaşh Nazi suçlularının mahkemelerinde tanıt olarak kullanılmak üzere Nu-remberg’te bir araya getirildi. Mahkemenin ilk kısmım izlediğim sırada, ifadelerin ve belgelerin suretlerini, sonradan yayımlanan kırk iki cildi, ve son olarak yayımlanan on beg’ ciltlik serideki belgelerin metinleri de, içinden evrak ve ifade çıkarılmış olmasına rağmen, çok değerlidir. Bu eşsiz belge hazînesinden ayrı olarak bir de Alman subaylarının, parti ve hükümet memurlarının uzun sorguları ve Çeşitli savaş – sonu mahkemelerinde yeminli olarak verdikleri ifadeler var. Bütün bunlar, sanırım, şimdiye kadar hiç bir savaş sonunda bu gibi kaynaklardan elde edilmiş bilgilerden değildir. Bu kadar çok belgeyi elbetteki okumadım.

Bir tek insanın başaracağı iş değil bu. Ama elimde herhangi bir endeks ol-madiği için yavaş yavaş, tıpkı zengin bir bağın içine dalan işçiler gibi, bu belgelerin büyük bir kısmım okudum. Naziler zamanında Almanya’da bulunmuş olan bizim gibi gazetecilerle diplomatların Nazi İmparatorluğunun perde gerisinde olup bitenlerden çok az haberi olması şaşılacak şey. Totaliter bir diktatörlük, niteliği gereği, büyük bir gizlilik içinde çalışır ve bu gizliliği dışardakilerin meraklı gözlerinden nasıl saklayacağım bilir. Nazi İmparatorluğunda geçen bir çok açık, heyecanlı ve çoklukla insanı kızdıran olaylan yazmak ve anlatmak kolaydı: örneğin Hİtler’in iktidara gelişi, Reichstag yangını, Roehm’e karşı girişilen kanlı temizleme hareketi, Avusturya ile yapılan Anschluss, Chamberlain’in Münih’te teslim olnjası, Çekoslovakya’nın işgali, Polonya, İskandinavya, Batı, Balkanlar ve Rusya saldırılan, Nazi işgalindeki ülkelerde terör, toplama kamplan ve Yahudilerin tasfiyesi… Ama gizlice verilen önemli kararları, entrikaları, ihanetleri, bunla-nn yarattıkları tepkileri ve sapmaları, sahne gerisindeki belli başlı aktörlerin oynadığı rolleri, bunların kullandıkları terör-ve bu terörü örgütleme tekniğini, bütün bunları ve daha da birçok şeyi Alman gizli evrakı karıştırılıncaya kadar öğrenemedik. Nazi İmparatorluğu konusunda bir tarih yazmanın çok erken olduğunu, bu görevi, bu dönemi daha uzaktan görebilecek ilerideki kuşak yazarlarına bırakmanın daha doğru olacağım düşünenler olabilir. Bu görüşün Özellikle Fransa’da tutulduğunu araştırma yapmak üzere Fransa’ya gittiğim zaman anladım. Tarihçilerce en yakın olarak ancak Napolyon çağının ele alınabileceğini bana söylediler. Görüş pek yanlış sayılmaz. Tarihçilerin çoğu bir ülkenin, bir imparatorluğun, bir çağın hikâyesini yazmaya başlamadan Önce elli yıl ya da yüz yıl ve belki de daha çok, beklemişlerdir. Ama bunun nedeni, en çok, ilgili belgelerin ortaya çıkması ve kendilerine güvenilir bir kaynak sağlaması değil midir? Tarihçiler böyle bir durumda bir görüş açısı elde ederler ama zamanın hayatını ve havasım bilmedikleri ve yazdıkları tarihse) kişileri tanımadıkları için acaba bir şeyler kaybetmiş olmazlar mı? j£ İlk olarak Naziler olayında, bütün belgesel malzeme İmparatorluğun yıkılması sırasında ele geçmiş ve o sırada hayatta kalan bütün askerî ve sivil liderlerin idamlarından önce verdikleri ifadeler bu malzemeyi zenginleştirmiştir. Bu kadar zengin kaynaklar ele geçince, Nazi Almanyasımn ve bu Almanya’yı yönetenlerin ve hepsinden önce Aldolf Hitler’in görünüş ve davranışları hâlâ kafamda taptaze yaşarken, ne olursa olsun diyerek, Üçüncü Alman İmparatorluğunun nasıl yükseldiğini ve nasıl yıkıldığını anlatan bir tarih kitabı yazmağa kalkıştım. Şimdiye kadar yazılan tarih kitaplarının en büyüklerinden birini yazmış olan Tucidides, Peîoponez Savaşları Tarihi’-nde şöyle der: «Bütün savaşı yaşadım; olayları anhyacak ve gerçeği bulmak için olaylara bütün vaktimi verecek yaştaydım.» Hitler Almanyası konusunda gerçeği öğrenmenin çök zor olduğunu ve her zaman da mümkün olmadığını gördüm. Bir sürü malzemenin ele geçmesinden sonra gerçeğe yaklaşmak yirmi yıl öncesinden daha kolaydı.

Ama malzemenin çokluğu da çoğu zaman işleri karıştırıyordu. Aynca insanların tuttuğu kayıtlarda ve verdikleri ifadelerde çok şaşırtıcı çelişmeler vardı. Kendi yaşantımın ve yetişmemin yarattığı saplantıların zaman zaman bu kitabm sayfalarına sızacağı şüphesizdir. Ben, prensip olarak, totaliter diktatörlükleri sevmem. Hele içinde yaşadıktan ve insan ruhu üzerindeki çirkin saldırısını gördükten sonra diktatörlükten büsbütün tiksindim. Böyle olmakla birlikte, bu kitapla iyice tarafsız kalmaya, yalmzca olayları konuşturmaya ve olayların kaynaklarını göstermeye çalıştım. Hiç bir olay, hiç bir alıntı uydurulmuş değildir. Hepsi de belgelere, görgü tanıklarının ifadelerine ya da kendi kişisel gözlemime dayanmaktadır. Elde belge bulunmadığı zaman biraz yoruma kaçmak zorunda kalınca, bunun böyle olduğunu açıkça belirttim. r Yorumlarım elbetteki birçok kimselerce tartışılacaktır. Bundan kaçınılmaz. Kişi kusursuz olmaz. Bu kitaba daha bir açıklık ve daha bir derinlik vermek için yaptığım bu yorumlar yalnızca belgelerin, edindiğim bilgilerin ve geçirdiğim yaşantının beni vardırdığı son sonuçlardır. Adolf Hitler, İskender, Sezar ve Napolyon tipindeki serüvenci – fatihlerin belki de sonuncusudur ve Nazi İmparatorluğu da eski Fransa’nın, Roma’nm ve Makedonya’nın yolundan gitmiş son imparatorluktur. Hidrojen bombasının, balistik füzelerin ve aya kadar gidecek roketlerin birdenbire işe karışması, tarihin hiç olmazsa bu aşamasını kapanuş bulunuyor; Çağımızda eski silâhların yerini daha öldürücü silâhlar aldı.

Eğer bir savaş çıkacak olursa, bu ilk saldırgan savaşı intihara kararlı deliler elektronik bir düğmeye basmakla başlatacaklar, Ama bu savaş uzun sürmeyecek, ve başka bir savaş da olmıyacak. Çünkü artık ne fatihler, ne de fetihler kalacak; yalnızca boş bir gezegen ve üzerinde yanmış insan kemikleri… hepsi o kadar. BİRİNCİ KİTAP ADOLF HİTLER’İN YÜKSELİŞİ söylentiler dolaşıyordu; çoğu da boş değildi bunların: Başkomutan General Kurt von Hammerstein ile çatışma halinde bulunan Schleicher’in, Potsdam garnizonunun yardımıyla, Cumhurbaşkanını tutuklamak ve askerî bir diktatorya kurmak üzere bir hükümet darbesi hazırladığı bildiriliyordu. Bir Nazi darbesinden de korkuluyordu. Polisteki Nazi taraftarlarından yardım gören Berlin hücum taburları, Cumhurbaşkanlığı Sarayının bulunduğu ve bakanlardan çoğunun oturduğu Wilhelmstrasse’yi ele geçireceklerdi. Genel bir grev söylentisi de vardı. 29 Ocak Pazar günü yüzbin kadar işçi Berlin’in merkezinde Lustgarten’de toplanmış ve Hitler’in Başbakan olmasına karşı gösteri yapmıştı. İşçi liderlerinden biri, Hitler yeni hükümetin başkanı olarak ilân edildiği takdirde, Ordu ile örgütlenmiş işçilerin ortak bir harekete geçmelerini teklif etmek üzere General von Hammerstein ile ilişki kurmaya çalışmıştı (1) (*). Nitekim önce de, 1920’de Kapp darbesi sırasında, hükümet başkentten kaçtıktan sonra, Cumhuriyeti genel bir grev kurtarmıştı. Hitler, Pazarı Pazartesiye bağlıyan gece, Başbakanlık binasının bulunduğu cadde üstündeki Reichskanzlerplatz’da, Kaiserhof otelindeki odasında, sabaha kadar dolaşıp durdu (2). Bütün sinirliliğine rağmen artık vaktinin geldiğine iyice inanıyordu. Çünkü, bir aydanberi Papen’le ve öteki tutucu sağ liderlerle gizli konuşmalar yapmıştı: Uzlaşacaktı, ister istemez. Nazilerden oluşan bir hükümet kuramıyacaktı. Ancak Nazi olmayan ama Weimar rejiminin ortadan kaldırılması konusunda kendisi ile anlaşmış bir koalisyon hükümetinin Başbakanı olabilecekti. Öteyandan, sert ve yaşlı Cumhurbaşkanı kendisini önliyecek gibi görünüyordu.

O önemli hafta tatilinden daha iki gün önce, aksaçlı ihtiyar Feld – Mareşal, “bu AvusturyalI çavuşu” Almanya’nın Başbakanı yapmak niyetinde olmadığım Savunma Bakam General von Hammerstein’e söylemişti. (3) (*) Parantez içindeki numaralı notlar için kitabın sonuna bakınız. Ama Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanlığı Devlet Sekreteri olan oğlu Binbaşı Oskar von Hindenburg ile Papen’in ve öteki saray erkânının etkisiyle yavaş yavaş yola geliyordu. Seksen altı yaşındaydı, hafızası da artık zayıflamıştı. 29 Ocak Pazar günii öğleden sonra Hitler, Goebbels ve öteki yardımcıları ile çay içerken, Reichtag Başkanı olan ve Nazi Partisinde Hitler’-den sonra gelen Hermann Goering içeri girdi ve ertesi günü Hitler in Başbakan ilân edileceğini kesin olarak bildirdi. (4) 30 Ocak 1933 Pazartesi günü öğleden az önce Hitler, otomobile binerek Hildenburg’la konuşmak üzere Başbakanlık binasına geldi. Bu konuşma hem kendisinin, hem Almanya’nın, hem de bütün dünyanın ahnyazısım tâyin edecekti;. Roehm, ve Goebbels ile öteki Nazi şefleri, Kaiserhof’un penceresinden Başbakanlığın kapısını gözlüyorlar, Hitler’in kapıdan nasıl çıkacağım merak ediyorlardı. Goebbels, «Başan kazanıp kazanmadığını yüzünden anlayabilecektik,» diye yazar. O sıralarda bile iktidara geçip geçmiyeceklerinden emin değillerdi. Goebbels güncesinde, «Yüreklerimiz kuşku, umut, neş’e ve cesaretsizlik duyguları arasında dolaşıp duruyordu,» der. «Bütün kalbimizle büyük mucizeye inancımızı yitirdiğimiz oluyordu.» (5) Birkaç dakika sonra mucize ile karşılaştılar. Gençliğinde Viyana’da serseri serseri dolaşmış olan, Birinci Dünya Savaşının bu bilinmeyen ve savaş – sonunun kötü günlerinde Münih’te işsiz dolaşan eri, Birahane Darbesinin bu biraz komikçe lideri, Alman bile olmayan bir AvusturyalI palavracı, daha kırk üç yaşındaki bu Şarlo bıyıklı adam, Almanya’nın Başbakanlığına atanmıştı. Otomobille hemen az ilerideki Kaiserhof’a geldi; iktidara giden zor yolda o güne kadar kendisine yardım etmiş olan eski kafadarları, Goebbels, Goering, Roehm ve öteki Nazilerle buluştu.

Goebbels güncesinde, «Hiç bir şey söylemiyordu, biz de susuyorduk,» diyor, «ama gözleri yaşlıydı.» (6) O akşam Nazi hücûm taburları zaferi kutlamak üzere gece yarışma kadar büyük fener alayları düzenlediler. Çılgınca ba-girip çağırdılar. Onbinlercesi disiplinli yürüyüş kollan halinde Tiergarten’den çıktılar, Brandenburg kapısının büyük zafer tâki altından geçtiler, Wilhelmstrasse’ye indiler. Bandolar güm güm eski savaş havaları çalıyor, yeni Horst Wessel türküsünü ve Almanya kadar eski türküleri söylüyorlar, uygun adımla ayaklarını asfalta vura vura yürüyorlardı. Ellerinde tuttukları meşaleler gecenin içinde parlak bir şerit gibi uzayıp gidiyor, kaldırımlarda biriken halkı çoşturıiyordu. Hildenburg, sarayının penceresinden yürüyüş halindeki kalabalığı seyrediyor, bastonu ile askerî marşların temposunu tutuyor, sonunda Alman geleneğine uygun bir şekilde halkı ayaklandıran bir Başbakan bulduğundan ötürü herhalde seviniyordu. Bu ihtiyar adamın, bu bunak yaşta, yaptıklarının farkında olup olmadığı şüpheli. Ancak az sonra Berlin’de, daha çok uydurulmuşa benzeyen şöyle bir hikâye anlatılmaya başlandı: geçit resminin ortasında Hıldenburg eski bir Generale dönmüş ve şöyle demiş: «Bu kadar çok Rus esiri aldığımızı bilmiyordum.» Wilhelmstrasse’nin az aşağısında Adolf Hitler Başbakanlığın açık penceresinde duruyor, heyecan ve sevinç içinde, yukarı aşağı dans eder gibi gidip geliyor, durmadan kolunu kaldırıp Nazi selâmı veriyor, gözleri yeniden yaş doluncaya kadar gülümsüyor, gülüyordu. Bir yabancı gözlemci de o akşamki olayları başka bir açıdan görüyordu. Fransız Elçisi André François – Poncet şunları’ yazıyor: «Ateş seli Fransız Elçiliğinin önünden geçiyor; bu ışıklı uyanışı, kalbim bir ön sezi ile dolu, sıkıntılı sıkıntılı seyrediyorum.» (7) . Goebbels geceleyin saat 3’de evine yorgun argın ama mutlu dönüyor. Yatmadan önce güncesine şunları yazıyor: «Sanki bir düş, bir peri masalı… Yeni Alman İmparatorluğu doğdu.

On dört yıllık çalışma zaferle taçlandı. Alman ihtilâli başladı!» (8) Hitler 30 Ocak 1933’de, yeni doğan Alman İmparatorluğunun bin yıl süreceğini soyliyerek övünüyordu (9). Nazi sözcüleri de İmparatorluğa sık sık “Bin – yıllık İmparatorluk“ adını veriyorlardı. İmparatorluk ancak on iki yıl, dört ay sürdü, ama tarihin bu küçücük süresi içinde bütün dünyada o zamana kadar görülmemiş sarsıntılar yarattı. Alman halkını bin yıldanberi görmediği bir güce eriştirdi. Bir ara Almanları Atlantikten Volga’ya, Kuzey Kop’tan Akdenize kadar uzayan bir İmparatorluğun efendileri yaptı ve sonra bir dünya savaşının sonunda onları felâketin ve yıkıntının derinliklerine kadar indirdi. Alman halkı bu savaşı soğukkanlılıkla kışkırtmıştı ve savaş sırasında istilâ edilen ülkelerde bir terör yönetimi kurmuştu. Yeni İmparatorluk, insanları ve insan ruhlarını sistemli bir şekilde imha etmekte geçmiş çağların barbarlığını gölgede bırakmıştı. Üçüncü Alman İmparatorluğunu kuran, bu İmparatorluğu merhametsizce ve, çoğu zaman da, kurnazlıkla yöneten, onu o başdöndürücü yüksekliklere eriştiren ve sonra o acı sona götüren adam elbetteki, kötü de olsa, bir dâhi idi. Gizli bir Tanrının ve yüzyıllar boyunca Alman halkının geçirdiği tecrübelerin bu halka verdiği kalıpta, Hitler’in kendi amaçlarım gerçekleştirecek bir ortam bulduğu doğrudur. Ama, şeytanca kişiliği, taş gibi iradesi, korkunç içgüdüleri, soğuk merhametsizliği, görülmemiş zekâsı, yükseklerde gezen hayal gücü ve — sonuna doğru, iktidar ve başarı sonucunda kendini kaybedinceye kadar — halkı ve durumu kavrama ye-teğine sahip bir Hitler olmasaydı, Üçüncü Alman imparatorluğunun hiç bir zaman doğmamış olacağı çok kesindir. Ünlü Alman tarihçisi Friedrich Meinecke, «Hitler, tarihte kişinin sahip olduğu tek ve sonsuz gücün en büyük örneklerinden biridir,» demiştir. (10) Anlattığımız olay, o sırada birçok Almana ve elbetteki birçok yabancıya da Berlin’de bir şarlatanın iktidara geçişi gibi göründü. Ama Alman halkının çoğu için, Hitler gerçekten Tanrının gönderdiği bir liderdi, ya da yakında öyle sayılacaktı. Ona boyun eğecek, bir peygamber gibi onu on iki yıl körü körüne izleyeceklerdi.

HİTLER’İN DOĞUŞU Bismarck’ın, Hohenzollem imparatorlarının ve Cumhurbaşkanı Hindenburg’un oturduğu koltuğa, Bavyera sınırı boyundaki Braunau am Inn kasabasının Gasthof zum Pommer köyünde basit bir evde, 20 Nisan 1889 akşamı, saat altı buçukta doğan bir AvusturyalI köylünün oturacağı kimsenin aklına gelemezdi. Doğduğu yerin Avusturya – Almanya sınırında olması Hitler’i etkilemiştir. Hitler, daha çocuk sayılacak bir yaştayken, Almanca konuşan iki ulus arasında sınır bulunmaması ve her ikisinin de aynı Alman İmparatorluğuna bağlı olması düşüncesine saplanmıştır. Bu fikir onda o kadar kuvvetli ve devamlı olmuştur ki, otuz beş yaşında, bir Alman hapishanesinde, ileride Nazi imparatorluğunun kılavuzu olacak kitabı dikte ederken, doğduğu yerin sembolik Önemini belirtmek gereğini duymuştur. Kavgam şöyle başlar: «Kaderin doğum yerim olarak Braunau am Inn’i seçmiş olması bana Tanrının bir buyruğu gibi görünüyor. Çünkü, bu küçük kasaba iki Alman devletinin sınırı üzerinde bulunuyordu; biz, genç kuşak, elimizdeki bütün vasıtalarla, bu iki devleti yeniden birleştirmeyi hiç olmazsa hayatımız boyuiıca izleyeceğimiz bir amaç haline getirmiştik… Sınır boyundaki bu şehir bana Tanrısal bir niyetin sembolü gibi görünmüştür.» (11) Adolf Hitler küçük bir Avusturya gümrük memurunun üçüncü evlenmesinden doğan üçüncü çocuğudur. Bu AvusturyalI memur, gayrimeşru bir çocuk olarak doğmuş ve otuz beş yıl annesinin soyadı olan Schicklgruber adım taşımıştı. Hitler adı galiba hem anadan hem de babadan gelmektedir. Hitler’in anne tarafından büyükannesi ile anne tarafından büyükbabasının adları Hitler’di ya da buna benzer, bir addı. Çünkü soyadları Hiedler, Huetler, Hitler gibi yazılıyordu. Adolf’un annesi, babasının ikinci kuziniydi ve evlenmeleri için kiliseden müsaade alınmıştı. Geleceğin Alman Führer’inin ailesi, Tuna ile Bohemya ve Moravya sınırları arasında, aşağı Avusturya’nın Waldviertel adı verilen bölgesinde kuşaklardanberi yaşamışlardı. Viyana’-da bulunduğum sıralarda Prag’a ya da Almanya’ya giderken buradan geçtim. Buraları, köyler ve çiftliklerle dolu, dağlık, ormanlık bir bölgedir.

Viyana’dan yalnızca elli mil uzakta olduğu halde tenha ve yoksul bir havası vardır. Avusturya hayatının ana akımları sanki buraya hiç uğrmadan geçip gitmiş gibidir. Buralarda oturanlar, kuzeydeki Çek komşuları gibi, haşin yaradılışlı insanlardır. Aile içinde evlenmeler ve gayrı meşru çocuk doğumları Hitler’in ana – babasında olduğu gibi çoktur. Hitler’in ana tarafında belirli bir süreklilik vardır. Klara Poelzl’in ailesi Spital köyünün 37 numaralı evinde dört kuşak tanberi oturmaktadır (12), Hitler’in baba tarafından gelen hikâyesi ise bambaşkadır. Ailenin hem soyadı yazılışı —yukarıda gördüğümüz gibi— hem de oturduğu yer durmadan değişmektedir. Hitler ailesi içinde, bir huzursuzluk, bir köy değiştirme, işten işe atlama, kuvvetli insan bağlarından kaçınma ve kadın ilişkilerinde bir çeşit bohem hayatı sürme eğilimi vardı. Hitler’in büyükbabası, Johann Georg Hiedler, gezici bir değirmenciydi. Aşağı Avusturya’da köy köy gezerdi. 1824’de ilk evlenmesinden beş ay sonra bir oğlu oldu. Ama ne çocuk ne anası yaşadı. On sekiz yıl sonra Duerrenthal’da çalışırken, Strones köyünden kırk yedi yaşında bir köylü kadın olan Ma-ria Anna Schieklgruber ile evlendi. Bu evlenmeden beş yıl önce, 7 haziran, 1837 de, Maria’nın gayrı meşru bir çocuğu olmuş adını Alois koymuştu. Bu çocuk sonradan Adolf Hitler’in babası oldu.

Alois’nyı babasının, her ne kadar kesin tanıtlar yoksa da Johann Hiedler olması intimali çoktur. Ne olursa olsun, Johann kadınla evlenmiş, ama bu gibi olaylara uygulanan geleneğe aykırı olarak, çocuğu meşrulaştırmak zahmetine katlanmamıştı. Çocuk, AIois Schicklgruber olarak büyüdü. A ona. 1847’de öldü Johann Hiedler bu ölümden sonra otuz yıl ortadan yok oldu. Seksen dört yaşında Waldviertel’de We-itra kasabasında yeniden ortaya çıktı. Bu sefer adını Hitler diye yazıyordu. Bir noterde üç şahit huzurunda kendisini Alo-is Schıcklgruber’in babası olarak kaydettirdi, ihtiyar adamın bu hareketi yapmak için neden bu kadar yıl beklediği ya da sonunda neden bunu yaptığı eldeki kayıtlardan anlaşılmamaktadır. Heiden’e göre, AIois bunun nedenini bir arkadaşına anlatmış; kaydın, genci evinde yetiştiren bir amcasının mirasından yararlanılmak için yapıldığını söylemiş (13). Neden olursa olsun, bu tanınma 6 Haziran 1876 tarihinde yapılmış, ve Doellerscheim’daki kilise papazı da, noter kâğıdım aldıktan sonra, 23 Kasım tarihinde, AIois Schicklgruber’in kilisenin vaftiz defterindeki adım AIois Hitler’e çevirmiş. Bundan sonra Adolf’un babası resmen AIois Hitler olarak tanındı ve bu ad oğluna da geçti: Hitler’in aslına ait olan bu gerçekleri, ancak 1930’larda, kilise kayıtlarını inceleyen meraklı Viyanalı gazeteciler buldular ve ihtiyar Johann Georg Hiedler’in bu hareketi piç bir çocuğa hak tanımak için yaptığını düşünmeyerek, Nazi liderine Adolf Schicklgruber adını takmaya çalıştılar. Adolf Hitler’in garip hayatında kaderin bir çok cilveleri vardır. Ama hiç birisi, doğumundan on üç yıl önce geçen bu olay kadar ilginç değildir. Seksen dört yaşındaki gezgin değirmenci otuz dokuz yaşındaki oğlunun babalığını annesinin ölümünden hemen hemen otuz yıl sonra tanımamış olsaydı Adolf Hitler Adolf Schicklgruber olarak doğacaktı. Bir ad önemli olur ya da olmayabilir; ama Hitler’in adı Schicklgruber olsaydı Almanya’nın başına geçer miydi, geçmezmiydi ko-mısunu tartışan bir çok Almanlar bilirim.

Güney Alman şivesini konuşmak Almanlara bir az komik geliyor. Coşmuş bir Alman halkının «Heil!» diye bağırırken arkasından Schickl-gruber adını söyliyecekleri düşünülebilir miydi? «Heil Scihckl-gruberî» diye bağırabilirler miydi? «Heil Hitler!» yalnızca büyük mistik Nazi âyinlerinin Wagner’ci havası içinde, puta tapanların bir şarkısı gibi kullanılmakla kalmadı, aynı zamanda Üçüncü Alman imparatorluğunun zorlu bir silâhı da oldu. Telefonda bile «alo» nun yerini aldı. «Heil Sehicklgruber» denilebilir miydi? Zor. { 1 ) Alois’in annesiyle babasının, evlendikten sonra bile birlikte yaşamamış oldukları anlaşıldığına göre, Adolf Hitler’in ilerideki babasının da amcasıyla birlikte büyümüş olması gerekir. Kardeşi Johann Georg soyadını Hiedler olarak yazdığı halde, amca Johann von Nepomuk, soyadını Huetler diye yazardı. Hitler’in gençliğindenberi Çeklere karşı beslediği kini düşünerek amcasının asıl adına da bu arada değinmek gerekiyor. Johann von Nepomuk Çek halkının millî azizidir. Bazı tarihçiler Hitler ailesinde bir insana bu adın verilmiş olmasını bu ailede Çek kanı bulunmasına yoruyorlar. Alois Sehicklgruber önceleri Spıtal köyünde kunduracılık Öğrendi. Ama o da babası gibi huzursuz olduğundan Viyana’-ya para kazanmaya gitti. On sekiz yaşında Salzburg yakınlarında Avusturya gümrük polisi oldu. Gümrük idaresinde ilerlemesi üzerine, dokuz yıl sonra, Anna Glasl – Hoerer ile evlendi. Anna bir gümrük memurunun büyütmesiydi. Bu evlilik ona yoksa da Johann Hiedler olması Lıtimali çoktur.

Ne olursa olsun, Johann kadınla evlenmiş, ama bu gibi olaylara uygulanan geleneğe aykırı olarak, çocuğu meşrulaştırmak zahmetine katlanmamıştı. Çocuk, Alois Schicklgruber olarak büyüdü. Arnıa 1847’de öldü Johann Hiedler bu Ölümden sonra otuz yıl ortadan yok oldu. Seksen dört yaşında Waldviertel’de We-itra kasabasında yeniden ortaya çıktı. Bu sefer adını Hitler diye yazıyordu. Bir noterde üç şahit huzurunda kendisini Alois Sehicklgruber’in babası olarak kaydettirdi, ihtiyar adamın bu hareketi yapmak için neden bu kadar yıl beklediği ya da sonunda neden bunu yaptığı eldeki kayıtlardan anlaşılmamaktadır. Heiden’e göre, Alois bunun nedenini bir arkadaşına anlatmış; kaydın, genci evinde yetiştiren bir amcasının mirasından yararlanılmak için yapıldığını söylemiş (13). Neden olursa olsun, bu tanınma 6 Haziran 1876 tarihinde yapılmış, ve Doellerscheim’daki kilise papazı da, noter kâğıdını aldıktan sonra, 23 Kasım tarihinde, Alois Sehicklgruber’in kilisenin vaftiz defterindeki adını Alois Hitler’e çevirmiş. Bundan sonra Adolf’un babası resmen Alois Hitler olarak tanındı ve bu ad oğluna da geçti: Hitler’in aslına ait olan bu gerçekleri, ancak 1930’larda, kilise kayıtlarını inceleyen meraklı Viyanalı gazeteciler buldular ve ihtiyar Johann Georg Hiedler’in bu hareketi piç bir çocuğa hak tanımak için yaptığını düşünmeyerek, Nazi liderine Adolf Schicklgruber adım takmaya çalıştılar. Adolf Hitler’in garip hayatında kaderin bir çok cilveleri vardır. Ama hiç birisi, doğumundan on üç yıl önce geçen bu olay kadar ilginç değildir. Seksen dört yaşındaki gezgin değirmenci otuz dokuz yaşındaki oğlunun babalığını annesinin ölümünden hemen hemen otuz yıl sonra tanımamış olsaydı Adolf Hitler Adolf Schicklgruber olarak doğacaktı. Bir ad önemli olur ya da olmayabilir; ama Hitler’in adı Schicklgruber olsaydı Almanya’nın başına geçer miydi, geçmezmiydi ko-mısumı tartışan bir çok Almanlar bilirim. Güney Alman şivesini konuşmak Almanlara bir az komik geliyor. Coşmuş bir Alman halkının «Heilî» diye bağırırken arkasından Schickl-gruber adını söyliyecekleri düşünülebilir miydi? «Heil Scihckl-gruber!» diye bağırabilirler miydi? «Heil Hitler!» yalnızca büyük mistik Nazi âyinlerinin Wagner’ci havası içinde, puta tapanların bir şarkısı gibi kullanılmakla kalmadı, aynı zamanda Üçüncü Alman İmparatorluğunun zorlu bir silâhı da oldu.

Telefonda bile «alo» nun yerini aldı. «Heil Schicklgruber» denilebilir miydi? Zor. ( 2> Alois’in annesiyle babasının, evlendikten sonra bile birlikte yaşamamış olduklan anlaşıldığına göre, Adolf Hitler’İn ilerideki babasının da amcasıyla birlikte büyümüş olması gerekir, Kardeşi Johann Georg soyadını Hiedler olarak yazdığı halde, amca Johann von Nepomuk, soyadını Huetler diye yazardı. Hîtler’in gençliğindenberi Çeklere karşı beslediği kini düşünerek amcasının asıl adına da bu arada değinmek gerekiyor. Johann von Nepomuk Çek halkının millî azizidir. Bazı tarihçiler Hitler ailesinde bir insana bu adın verilmiş olmasını bu ailede Çek kanı bulunmasına yoruyorlar. Aloîs Schicklgruber önceleri Spital köyünde kunduracılık öğrendi. Ama o da babası gibi huzursuz olduğundan Viyana’-ya para kazanmaya gitti. On sekiz yaşında Salzburg yakınlarında Avusturya gümrük polisi oldu. Gümrük idaresinde ilerlemesi üzerine, dokuz yıl sonra, Anna Glasl – Hoerer ile evlendi. Anna bir gümrük memurunun büyütmesiydi. Bu evlilik ona küçük bir çeyiz ve terfi sağladı. Avusturya – Macaristan küçük bürokrasisinde bu gibi şeyler olağandı. Ama evlilik iyi sonuç vermedi. Kadın kocasından on dört yaş büyüktü.

Hastalıklıydı, çocuk doğurmadı. On altı yıl sonra ayrıldılar ve kadın üç yıl sonra 1883’de öldü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir