Y. Hakan Erdem – Kitab-i Duvduvani

Tasviri Kubad Duvduvani Efendi’nin ancak zayıf bir rivayet halinde birkaç kitap düşkünü ve sahaf tarafından varlığı bilinen ama eseri hiç görmemiş binlerce insan tarafından bir amentü gibi inanılan ve asla şüphe edilmeyen kitabım ele geçirmek, hem de olmadık bir şekilde ele geçirmek, “müdekkikan ve müteverrihan-ı zaman”dan Ferid Bey’in kendisini de olmadık heyecanlara boğmuştu. Talimhane’nin arka sokaklarından Elmadağ’a doğru koşar adım ve bilinçsizce yürürken, akşamın oluşuna ve karanlığın haϐiften bastırmasına şükrediyor, çiseleyen soğuk yağmurun rüzgârla beraber yüzünü kamçılamasına ise özellikle memnun oluyordu. Seyyar eskicinin arabasından kitabı kaldırdığı zaman göğsünden boğazına doğru yükselen sıcaklık, şimdi tamamen yanaklarından dışarı fışkırıyor, yüzünde nefret ettiği o lüzumsuz pembelikleri oluşturuyordu. Tanıdık birine ϐilan rastlamasına gerek yoktu utanması için. Böyle zamanlarda kendini, kilisede porno seyrederken cemaatin en şişman, en kara, en mutaassıp duluna yakalanmış bir papaz, herhalde Katolik bu papaz gibi hissediyor, önüne gelene, bakkala çakkala, taksiciye açıklamalar yapmak, abuk subuk konuşmak zorunda görüyordu. Gideceği yönün tam aksine birkaç yüz metre yürüdükten sonra karşıya geçti, bir araba durdurdu, şişman vücudunu arka koltuğa inşaat kumu boşaltır gibi bırakırken verdiği nefeste “Ulus” sözü de olmalıydı ki bir süre sonra şoförün, “Ulus’un neresi?” dediğini duydu. Buna da ayrıca sevindi. Bazen yılların verdiği alışkanlıkla “Fındıkzade” diyor, duruma ayılığı zaman ufak bir kriz yaşamadan toparlanamıyordu. “Işıklardan sağa lütfen” diyerek evini tarif etti. Asansör yukarılarda bir yerde takılmış kalmıştı. Küfretmeyi bile ihmal ederek beşinci kattaki dairesine tırmanmaya başladı. Kapısının önüne geldiği zaman yüzü papaz pembesi değil zebani kırmızısı olmuştu ama zerre kadar utanmayı aklına getirmeden anahtar destesini karıştırmaya başladı. Başladı ve zeminin ayakları altından göçtüğünü, yok olduğunu, yittiğini, tüm hücrelerinde, kılcallarında, “yetmiş iki bin tüyünün” dibinde hissetti. Çantası… çantasını takside bırakmıştı! Kendi katında duran asansörü görmeksizin, umutsuzca, umarsızca merdivenlerden yuvarlanarak inmeye başladı. Beyninde akkor halinde mücessem tek bir düşünce vardı.


Hali de pek perişandı doğrusu. Ona bakan ve ondan biraz daha yetenekli bir kalem sahibi, bir dönem Ulus evlerinin göz boyamaya yarayan ve olmazsa olmaz akşamından olan siyah mermer basamaklardan aşağılara doğru süzülen bu dağlar gibi insan gövdesini, sıvandığı kızgın teϐlon tencerenin kenarından dibine doğru, eriyerek hızla inen bir tereyağı kütlesine benzetebilirdi. Ferid Bey ağarmaya başlamış kısa kızıl sakalları ile hemrenk olmuş yüzü, uğradıkları ani tevahhuştan ötürü kendileri de dışarı uğrayan gözleri, burkulan sağayak bileği ve her türlütereyağı benzetmesi bir yana, yüz otuz beş bu kadar kilosuyla zemin kata inip dış kapıya vardığı zaman dünyanın en mutlu adamıydı: Taksici elinde çantası, kapıcının karısı ile boğuşuyor, verdiği son derece düzgün tariflere rağmen aldığı inatçı “yok”larla uğraşıyordu. – Yav nasıl yok… şimdi bıraktım diyorum sana… uzun… iri yarı… üzerinde kırmızı bir deri mont var… sen de şuncağızda oturuyordun… hah… abi… yav ne salak şey…” Taksiciyi cüzdanından çıkardığı bir 100 dolarla savdı. Yaşar Hanım ile başka zaman olsa uğraşırdı, hiç rağbet etmeden, bu sefer asansöre yöneldi. Soluk soluğa idi. Siyah gömleği terden sırılsıklam; saçları, yüzü gözü karışmış, gayr-i ihtiyarı̂bir mutluluk sigarası yaktı. Bir yandan da çantasını bacakları arasına kıstırmış, hâlâ elinde tuttuğu anahtar destesini karıştırıyor, asansörün kapısının hangi anahtarla açılacağını kestiremediği için, tek tek tüm anahtarların nereye ait olduklarını sayıyor, kapının anahtarını bir türlü bulamıyordu. Yaşar Hanım bilmiş bilmiş yardımına yetişti, en azından Ferid Bey’in bileği kadar kalın ve bir o kadar da beyaz bileğinin ucundaki gülünç denecek kadar ufak elini uzatarak asansörün kapısını çekiverdi. Başka zaman olsa kendini düşürdüğü bu salak durumdan dolayı Utku Suat Ferid Ceylani Bey hayıflanır, bozulurdu. Hiç üzerinde durmadı. “Aşkolsun Ferid Bey yine mi asansörde sigara içiyorsunuz?” Arkasından gelen yapmacık sitemli ve aksanlı sese, olduğu yerde, yaramaz bir öğrencinin tepesinden bükerek çevirdiği bir yerküre nasıl dönerse öyle dönerek tepki verdi. Şu anda koskoca bir Asya Kıtası yani naçizane Ferid, pek narin, çıtı pıtı bir Avrupa’ya dönmüştü. Bu ses… bu ses… Duvduvani Efendi’yi bile bir an için silen bu ses… Sigarasını yere atarak siyah mermerin üstünde ezdi. Yapmacıklı ses daha da kızgındı: “Ferid Bey… aşkolsun! Hani karar almıştık?” Zeytin rengi saçlar, beyaz Carrera mermerinden bir cilt ve masmavi gözler… Ferid Bey’in “müşahhas ve mücessem Avrupa’sı”.

Tamamen gotik. “Ha… haklısınız Anette Hanım… Odžzür dilerim… Duvduvani Efendi’yi önce kaybettim sonra buldum da… çok sevinçliyim…” Kızın soran bakışları ile kendine geldi. Ayaküstü, Tasviri Duvduvani Efendiyi Avrupa’ya nasıl anlatırsın? “Kedim… Duvduvani Efendi kedim oluyor…” “Yaa, çok severim ben… Ama onun için de kararımız var… apartmanımızda kedi-köpek beslemek yasak…” “Biliyorum… Zaten o yüzden çantanın içinde…” diye bir yandan kulağına fısıldayarak ve boştaki eliyle neredeyse iterek kızı asansöre soktu. O da beşinci katta yaşıyordu ve Ferid Bey’in beş küsur yıllık Ulus yaşamında tanıştığı tek kişiydi. Anette neredeyse şehvetli, kısık bir sesle, “Sevebilir miyim?” diye sordu. “Şey… çok korkmuş durumda” diyerek şişkin, kâğıt tomarları ve “gerçek” Duvduvani Efendi ile dolu çantasını gösterdi: “Yine fırlar mırlar…” Avrupa öyle kolay kolay kül yutan veya pes eden cinsten değildi: “Ziyanı yok. Ben bir ara uğrar evinizde severim.” Kata gelmişlerdi. Suat Ferid çelik grisi gözlerine hiç yakışmayan bir zavallılıkla yalvardı: “Bunu bir sır olarak tutarsınız değil mi?” “Tabii canım, aşkolsun.” Yeni öğrenmiş ϐilan olmalıydı, kızın iki lafından biriydi “aşkolsun.” Zengin tınılı, çm çın, rayihalı bir ses. “Olsun ulan… biz de olsun diye dört buçuk yıldır gözünün içine bakıyoruz zaten” dedi içinden. Gözleri kendisine göre iyice yumuşamış, Avrupa’ya göre ise tüm “dört ayaklı Duvduvaniler” ciğere nasıl bakarsa öyle bakıyordu: “Ne zaman arzu ederseniz, çok memnun olurum.” Kapıyı açtı. Anette’in hâlâ kapının önünde olduğunu biliyordu.

Çantasını yere attı, siyah mermer girişte “pof” gibi bir ses çıkmasını sağladı. Sonra neredeyse bağırarak “Ah yaramaz…” diye bir nida ve bu nidayı bölen muhteşem birkaç kedi miyavlaması yaptı. Anette Hanım bir an irkilerek, hiç inanmadığı bu kedi masalını bir daha düşündü. “Acaba?” dedi ve hemen o gece bir bahane ile Ferid Bey’e düşmeye karar verdi. Avrupa zokayı yutmuştu. Ferid normalde Duvduvani’nin içine düşüp, üzerine titremesi gereken bir zamanda bu masalı uydurduğu için kendine kızıyor olmalıydı. Ama tünelin ucunda Avrupa olunca bu fedakârlığa degerdi. Duvduvani dahil, çantasını masa üzerine boca etti. Dolaptan bir iki kalem pirzola kaptı, çantanın içine attı, gerisingeri döndü. Sokağa fırladı. Yaşar Hanım hâlâ alçak taburesinin üstüne yayılmış oturuyordu. İçinden bile değil açıktan söylenerek Ferid’e baktı: “Salak şeymiş… salak sen… kırmızı montmuş… sarı işte adamın ceketi neyi.” Ferid dört ayaklı bir Duvduvani’yi nerede bulacağını biliyordu. Doğruca kasaba gitti. Hâlâ açıktı.

O yüzden kendi pirzolasını çantasının içine saklayarak bir şeyler ısmarladı. Bir yandan da dışarıdaki Duvduvani adaylarına alıcı gözler ile bakıyordu. Birini, genç, simsiyah, temiz tüylüce birini gözüne kestirdi. Adam pirzolaları hazırlarken dışarı çıktı. Kocaman, körüklü deri çantasının kapağını açtı. Duvduvani’yi et ile aldatıp, çantanın içine kapamak diğer Duvduvani’yi edinmekten daha zor olmadı. Hayvan çılgına dönmüş, debeleniyordu ama Avrupa için memleket hayvanları dahil herkese biraz fedakârlık isabet ediyordu işte. Kader. Kasabın bu feryat ϐigana tamamen bigâne kalmasına ise “kim ne derse desin… bu milleti seviyorum abi…” diye ϐikren müteşekkir kalarak cevap verdi. Şimdi Frengistan’da olsa, gülerek iyi akşamlar dileyen kasap, kendisi daha dairesine varmadan polisi başına tebelleş etmişti. Yarısı canlı yarısı yamyassı birkaç kilo et ile evine döndü. Ne olur ne olmaz diye merdivenden, ama ağır ağır, eteklerinde bir yığın yaprak varmışçasına çıktı. Beş dakika sonra “Operasyon Duvduvani” her anlamıyla tamamdı. Yani, hemen hemen: Kedinin ne çakılı ne maması ne de yatacak yeri vardı. “Ulan bari sevsem şu namussuzları” diye kendi kendine güldü.

Çantanın kapağını açtı. Dışarı fırlayan hayvandan hatırı sayılır bir tırmık darbesi aldı. Kedi gidip koltuklardan birinin altına sindi. Her türlü korkusuna ve çantanın karanlığına rağmen iki kalem pirzolayı tamamen tüketmiş, kemiklerin ucunu bile kemirmişti. “Aç ağırlaması da pek goley oluyo caanım” diye Yaşar Hanım’ların böyle konuştuğunu tahayyül ederek kendi kendine konuştu. Zaten hep kendi kendine konuşur, kendi kendini çekip çevirirdi Ferid Bey. Periyodik müzmin bekârdı. Avrupa’ya abayı yakana kadar da bu işlere pek vakit ayırmamıştı. Ilǚ im bilim, yaz çiz, vakit alıyor efem… Ama Anette, bu “âteş-i devran, bu fettan- ı âlem, bu gümüş beden, bu simin ten…” Anette, Suat Ferid Bey’in zihnine ihtilal vermişti. Brükselliydi. Galiba on küsur yıldır Isǚ tanbul’da yaşıyordu. Birkaç okul değiştirmiş bir Fransızca öğretmeniydi. Hayli düzgün ve sevimli bir Türkçesi olmasına rağmen bazen Ferid Bey ile “frengi tekellüm” ettikleri de oluyordu. Ferid’in iϐlah olmayan bir haleti idi Osmanlıca… Osmanlıca kullanmak… secli konuşmak… keza Osmanlıca şiir döktürmek. “Anette sende hiç mi yok merhamet,” diye başlayan uzunca bir şiiri bile vardı.

Ferid bir yandan bunları düşünüyor, bir yandan da pirzolaları tavada çeviriyordu. Koku “Duvduvani Efendi”nin gayet cesur tavırlarla mutfağa damlamasına sebep olmuştu: Kendisine ayrılan lezzetli parçaları Ferid’in elinden kaparak yedikçe de sakinleşmiş, bayağı “hanımlaşmıştı.” Çünkü Ferid’in pek kısa bir sürede keşfettiği gibi “Duvduvani Efendi” altı yedi aylık mükemmel bir dişi kediydi. “Ne yapaydım lan… gecenin ziϐirinde kara kedinin cinsiyetini nasıl seçecektim…” diye kendini savundu Ferid. Bunu da çok güzel yapıyordu. Anette gelmeden yapılacak bir iki ufak iş daha vardı… Yuvarlak ekmek tahtasının üzerine birkaç çeşit peynir dizdi. Sanki saatlerdir dışarıdaymışlar da yumuşamışlar gibi olsun diye microwave’de defrost ayarında biraz ısıttı peynirleri. Sonra bir şişe kırmızı şarap açtı… Bir tek kadeh çıkarıp peynirlerin ortasına dikti… yarı dolu… Hani misaϐir beklemiyor, tüm bu seremoniyi kendi paşa keyϐi için yapıyor havasında… Eh nasıl diyoglag haϐif negligé, biraz nonchalant, öyle mi efem? Hepsini masif ahşap masanın üzerine koydu. Kütüphanesinden Vitale Cusinet ciltlerinden birini çıkardı. Mısırlı Arif Sait Paşa’nın kütüphanesinden çıkma muhteşem bir cilt, baştan aşağı altın ve Ferid Bey’in çantasından biraz daha koyuca renkli bir calf ile kaplı… Bunu dikkatli bir şekilde açtı… O sayfaya bir göz gezdirdi… Ve zil çaldı… Heyecanlar içinde fırladı. Yaşar Hanım’ın ablak yüzü ile karşılaşınca pek sevinemedi. Adeta ısırır gibi, “Ne var?” diye sordu. “Heç çöpün va mı?” “Yok… yok” diyerek kadını savdı. Diğer kardeşleri öldüğü için buna “Yaşar” demişler, bu da yaşamış. Kendisinden sonra yaşayan diğer on üç kardeşine de bakmış bir kadıncağızdı… Kendisini koltuğa aktardı, acıkıyordu, Avrupa ortalıkta yoktu… Bir kadeh şarap içti, bir daha içti… Diğer koltuğun altından kendisine muzip muzip bakan Duvduvani’ye, “Ulan kedi, bu gecenin kârlısı sensin, adını da Duv… Duvduvani Efendi!” diye gerçek bir çığlık kopardı.

Ganimet kitabı tamamen unutmuştu. Koşarak eline aldı; pis, parça parça ve üstelik sidik kokan bir cildi vardı… Tam o anda kapıda hafif bir tıklama duydu. Anette… Kitabı alelacele yok etti… Kapıyı açtı. Evet. “Şey dayanamadım… bu akşam geldim. Nerede sizin yaramaz effendi?” Kızı içeri aldı. Anette’in burnuna ilk çarpan hafif sidik-pirzola-peynir karışımı bir koku oldu. “Ah… kedi kokan bir Türk evi…” dedi. Ilǚ k kez geliyordu. Ferid sırıtırken “Evet işte Bagyan Avrupa… hakikaten de Avrupa’sın, hiçbir boktan haberin yok…” diye düşündü. Beraber arayarak kediyi buldular. Ama koltuğun altından çıkmadı bir türlü… Anette: “Ah kediler…” dedi. Gerçekten böyle midir kediler? Düşündü. Kedi davranışları üzerine bir şeyler okuması lazımdı. Anette, eğildiği parkeden doğruldu.

Yüzüne kan akmış, sedef cildi kırmızılaşmış, nerede ise Ferid’in hâlâ elinde tuttuğu kadehteki şarabın bir yansıması olmuştu… “Siz de içer miydiniz?” diye en doğal haliyle sordu. “Yemek yiyordum da…” diye açıklamaya devam etti. Tabii canım, hem yer hem de şarap alırmış… yalnız… “Yalnız ne? Erkek arkadaşı gelecek, telefon bekliyor, ne?” diye hızlıca düşündü. Kız devam ediyordu: “Yalnız evime gidip ocağı kapamam gerek. Yemek sicakiyordum da…” “Ohh…” Bunu içinden değil de aleni söylediğine pişman oldu, ama yapacak bir şey yoktu. Her zamanki sığınağına, gülümsemesine sığındı. Anette, acele acele sanki hikâyesine inanılmıyormuş gibi “Yaa… yemek sicak yapiyordum…” diye tekrarladı. Ferid iyice güldü, sonra özür dileyerek, “Isıtıyordum” diye düzeltti. Kızın ender dil hatalarından biri kendisinin “ohh”unu örtüyor diye ayrıca sevindi. Anette birkaç dakika sonra döndü. II. Ekmek, soğuk pirzola, şarap, bol miktarda yarı erimiş peynir yediler. Kız söylemesi gerekeni söyledi: “Nasıl oluyor da diğer Türklerden farklısınız?” Suat Ferid’in beklediği, cevabını en iyi bildiği soruydu. Bir yandan yapmacık bir alçakgönüllülükle, öte yandan da kızı “Avrupalısın, cahilsin, bizi iyi tanımıyorsun” frekansına sokarak kallavi bir cevap verdi. Şişenin dibi görünmüştü.

“…Canım, Türk olarak kimleri tanırsınız bilmem? Ama hepimiz aynı değiliz. Mesela büyük dedelerimden Felemenk Osman Ağa, Birinci Sultan Hüsrev devrinde Hollanda’ya peynir üretimi tahsili için gönderilmiş, orada yirmi üç yıl kalmış, Hollandalı bir gelin ve yüzlerce peynir tarifi ile dönmüş…” Kız hayretle kesti: “Ama yalnızca iki çeşit peyniriniz var?” Suat Ferid haϐif canı sıkılmış, hatta biraz alınmış gibi yaptı: “işte ben de onu anlatıyorum ya… Osman Ağa Hollanda’da Felemenk ateizmi ile tanıştığı için…” Kız yine kesti: “Felemenk ateizmi mi? Hiç duymadım. Hâlâ kiliseye giderler.” “Tabii yaa… Felemenk ateizmi Sütün kendi kendine peynir olduğunu gören insanlar Tanrı’ya niye inansın ki?” “Aaa, ben de Katolik’im, ama okulda tersini öğrendik. Nasıl ki süt kendi kendine peynir olmuyor, mayaya ve bir mayalayana gerek duyuyorsa evren de aynen öyle…” Suat Ferid iyice hayıflandı: “Işǚ te, bizdeki ulema da aynı mantıkla dedemin üzerine hücum etmiş, dedem sultanın önündeki bir tartışmada şeyhülislam dahil hepsini ‘ıskat’ etmiş yani susturmuş. Ama ‘Sen gâvur oldun. Gâvurun yaptığı peynir yenmez. Yapana da yiyene de tecdı̂d-i iman gerektir ve dahi tecdı̂d-i nikâh’ demişler. Ertesi gün büyük bir yeniçeri ayaklanması çıkmış. Ne kadar kaşkaval ve kaşar üreticisi Yahudi varsa hepsinin dükkânlarını yağmalamışlar.” “Beyazpeynir yapanlar?” “Onlara dokunmamışlar. Hatta cami avlularına ‘Ey Müslüman! Ya beyazpeynir yersin ya gider iman’ diye yaftalar yapıştırmışlar. Ailemizde mevcut bir rivayete göre, Edirne’deki Bulgar mandıracıların yaptığı beyazpeynirin şehirdeki peynir kapanında satışı yeniçeri kodamanlarından Ser-tumai Ağa’nın ve hempasının tekelinde imiş, o yüzden böyle etmişler. Doğru olsa gerektir. Neyse büyük dedemi anlatıyordum.

Tutuklanmış, Sultan Hüsrev mutaassıp baskılara daha fazla karşı koyamamış ama el altından haber göndermiş, ‘Kerem eylen ne teklif ederlerse kabul eylen, tacım-tahtım muhatarada’ demiş. Dedem ‘tecdı̂d-i iman’ etmiş. Yalnız, Galata Efendisi’ne demiş ki: ‘Ben bir mayalayan var desem de süt kendi kendine peynir oluyor.’ Düşünebiliyor musunuz?” Kız soruyu ciddiye alıp “yaa, tanıdık geliyor” demeye kalkıştı ise de beriki müsaade etmeden devam etti: “Büyük ninem de tecdı̂d-i nikâhta çok eğlenmiş. Hollanda’da yapmadığı nazı niyazı yapmış. Mihr-i muaccil olarak tüm Hollanda elçiliği çalışanlarına dağıtılmak üzere 100.000 Venedik altını istemiş. Dedemde o kadarı ne gezer, parayı Sultan Hüsrev vermiş. Bu sefer de tüm diğer elçilikler de benzer durumlarda, yani ne zaman vatandaştan bir kadın bir Osmanlı ile evlense aynı şeyleri istemeye başlamışlar. Kaba Oynarca anlaşmasından sonra da, ilk önce Ruslar bunu kapitülasyona bağlamış, sonra da diğerleri. Taa Susanne’a kadar böyle gitmiş. Ama dedem de sonuna kadar ateist kalmış. Arkadaşları ile toplanır, ‘ateist şarkılar’ söylerlermiş.” “Ateist şarkılar mı?” “Evet… ama bize kadar hiçbiri gelmemiş.” Anette, Türkçesini yarım yamalak anladığı bu hikâyenin niye anlatıldığını hiç kavramış değildi.

Taa XVIII. yüzyılda bir ateist büyük dedeye sahip olmasının niye bugün Suat Ferid’i diğer Türklerden farklı kıldığını bir türlü anlamıyordu. Suat Ferid de bunu bildiği için, son iki yüzyıl boyunca diğer ataları da, her biri kendi yolunca yordamınca, ne kadar farklı idi, bıkmadan anlattı durdu. Bu da ikinci şişenin dibinin görünmesine yol açtı. Anette’in aklında kalanlar şunlar oldu: Udžyeleri nüzul emini, darphane müdiri, baş mabeyinci, baş müneccim, serasker, imrahor gibi tuhaf unvanlar taşısalar da bu ailede ateizmin köklü bir inanç olarak muhafaza edildiği; sülalecek her zaman değişik peynirlere düşkün oldukları, karılarını mümkünse Avrupa’dan, mümkün değilse yerli gayr-i Müslimlerden aldıkları ve bunların da ötesinde, yorulmak bilmez bir enerji ile hemşerilerini medenileştirmek gibi bir misyon yüklendikleri… Hatta Ferid’in gerçek dedesi Udžçüncü Meşrutiyet’in ünlü edebiyatçılarından Fizan mebusu Faik Ladin Bey bu misyonu edebiyat ve tarih araştırmaları yoluyla yerine getirmeye çalışmıştı. Zaten, Ferid’in daha eskilere ait bilgisi de Faik Bey’den kaynaklanıyordu. Tam doksan üç roman yazmıştı Faik Bey. Yalnızca başlıkları bile bu asil insanın üstlendiği misyonun ağırlığını ve yüceliğini göstermeye kâϐiydi. Bir de araştırması vardı, dedesi Osman Ağa’nın bugün artık kaybolmuş olan Hollanda günlüğüne dayanarak yazmıştı: Garb Türklerinin Felemenk Peynir İstihsali Usullerine Katkısı: Felemenk Ellerinde Osman Ağa. Ferid’e göre, milliyetçiliğin yükselişte olduğu bir dönemde, Altıncı Balkan Savaşlarından sonra yazıldığı için, Faik Bey’in yaptığı bir miktar çarpıtmayı hoş görmek gerekti. Bu araştırmada ağırlıklı olarak işlenen tema, peynir yapımını Hollandalılara Türklerin öğrettiği; Osman Ağa’nın Van, Civil, Tulum, Ekşimik vs gibi “öz-Türk” peynirlerini nasıl Avrupa’ya taşıdığı ve o dönemde Avrupa’nın gerçek peynir yapımını bilmediği, sütü sirke ile kestirip torbalarda süzerek bir tür “bedevice” peynir ürettikleri idi. Romanlarının başlıkları ise daha vurucu idi. Laϔla Peynir Gemisi Yürümez, Peynirci Baba, Sinekli Peynirci, Zemberek Halim Peynir Yiyor, Derne Daire-i Peynircisi vs. Sonra Suat Ferid biraz utanırmış gibi yaparak bir aile sırrını da verdi. Faik Ladin Bey Fizan’da sürgünde iken Isǚ tanbul’daki ailesinin maişetini temin derdine düştüğü için bir iki tane de Osmanlı soft-pornosu yazmak zorunda kalmıştı.

Üf Teleme Peyniri ve Peynirci Perihan en çok akılda kalan ve 1930’larda sinemaya da aktarılan bu tür eserlerindendi. Gerçi, Faik Bey önlemini almış, “Esfelüddin” takma adını kullanmıştı ama matbuat âlemindeki rakipleri, yani can sıkıntısından hepsi onun gibi edebiyatçı kesilen Fizan’daki sürgündaşları yememişler içmemişler, bu bilgiyi Babıâli camiasına aktarmışlardı. Hele zavallı Faik Bey’in karısının adının da Ferihan olması işleri iyice karıştırmış, bu durum Faik Bey’in haϐiϐliğine verilmiş, düşmanları romanın adını bir çırpıda “Feynirci Ferihan”a çevirmişlerdi. Sürgünden dönüşünde Fizanlıları temsilen yeni küşad olunacak Meclis-i Mebusan’a girmek isteyen Faik Bey, bu yüzden lftirâk ve Tedenni kodamanlarının baskısı altında kalmış, sonunda bir gün Ahmed Hâlât Bey, “Bak Faik, biz seni severiz ama fırkamız şaibe altında kalamaz, tüm diğer sürgünler gibi sen de mebus olmak istiyorsan bu karıyı boşayacaksın, başka çare yok” diye olanca açıklığı ile meseleyi vaz etmişti. Isǚ tanbul’un Mutlakıyette olsun Meşrutiyette olsun, bir türlü susmayan, susturulamayan dedikodu çevrelerinde çok geçmeden bir bomba patlamış, lftirâk ve Tedennı̂’nin muhafazakâr kanadını temsil edenlerin başı durumundaki Hoca Esadullah Merkezi Efendi’nin Ferihan’ı kapatmak istediği, kadın direnince de onu nikâhına aldığı yolunda haberler birbirini kovalamaya başlamıştı. Kimi haşerata göre ise Efendi doğrudan Hâlât’a ricacı olarak boşanmayı bile kendisi sağlamıştı. Buna Faik Bey dahil kimse pek ihtimal vermiyor, bu söylentileri, rakip parti olan Serbesti ve Mukasemecilerin başının altından çıkmış biliyor ve özellikle bu partinin haşarı elemanı olup mesleği dolayısıyla konaklara rahatça girip çıkan Dr. Razi Tenviri Bey’i suçluyorlardı. Bir gün Meclis’te umumi içtimaların birinin inkıtaında Hoca Esadullah Efendi ile Faik Bey karşı karşıya gelmişler, Faik Bey, şişman Hoca dar sıraların arasından kolayca geçsin diye hürmetle yana çekilip yol verdiği sırada Hoca Efendi patlamış; “Bırak… Bırak ulan bu hürmet-ihtiram tavırlarını… Yaktın başımı yalancı pezevenk… Teleme peyniri imiş… Sen şuna düpedüz kara camuş desene…” diye bağırmış, Faik Bey de yerin dibine geçmişti. Bu kadarla kalsa belki yine sorun yoktu ama Hoca Efendi bunu uluorta, Tenviri’nin de olduğu bir bölük adamın arasında söylemiş, Çırağan Sarayının tavanlarının sarsılmasına yol açan bir kahkaha gulgulesinin kopmasına sebep olmuştu. Tuhafı, lftirâkçı-Mukasemeci herkes katılarak gülüyor, biraz önce birbirinin çanına ot tıkamaya çalışanlar, düşmemek için birbirlerinin omuzlarına yaslanarak ayakta zor duruyorlardı. Daha önce böylesi bir kucaklaşmayı bir de 24 Teşrin’de gören Yanya mebuslarından Türkçesi kıt Selim Bey Vlora’nın kalın sesi ve Arnavut şivesi ile, “Mori bir hürriyet daha mi? Lazım mi benim besa?” demesi işi iyice çığırından çıkarmış kocaman adamların ter ter tepinmelerine yol açmıştı. Bu hadiseden aylarca sonra, yine bilâtefrik-i fırka, it kopuk takımının, “Hoca Efendi gerçi zât-ı âliniz muhakkak haberdarsınızdır ama bir de ‘Duhter-i Ekmekçi’ diye bir risalecik çıkmış, acaba vakit bulup nazar rencide eylediyseniz bize de bir hülasa eder misiniz?” türünden hâlâ sululuklar yapmaları fırkanın duruma el koymasına yol açmış, reis Hilal Bey’in baskısıyla halef-selef, Ferihan Hanım’ın kocaları partiden istifa etmek durumunda kalmışlardı. Her ikisi de açıkta kalmaya razı olmadıklarından ayrı yollardan yürümüş ve sonunda yine aynı partide, Serbesti ve Mukaseme’de buluşmuşlardı. Yaaa… Gecenin iyice geç bir saatinde iyice sarhoş hır Anette, “Peki Ferihan’a ne olmuş?” diye sorunca Ferid boş bulunup, “Bilmem” demiş, sonra kızın anlamlı gülümsemesini bin türlü manaya yorarak, “Allah Allah, ailemin tüm kadınlarının hayatını çok iyi bilmeme rağmen Ferihan’ı pek bilemiyorum.

Belki boşandığı içindir, ama tuhaf bir tesadüf sayesinde Hoca Esadullah’ın aile evrakı da daha bugün elime geçti, muhakkak bir şeyler vardır” diyerek Osmanlıca bir tomar kâğıdı masanın üstüne getirmiş, kızın hayretten açılan ve gerçekten etkilenen bakışları altında birini alarak okuyacak gibi yapmıştı. Anette “ben aslında” diye biraz da yüksek ve kendine güvenli bir ses tonuyla söze başlayınca Ferid yine hep yaptığını yapmış, şimşek hızıyla düşünerek karşıdakinin sözünü içinden “…Şarkiyat mezunuyum. Bir de ben bakabilir miyim?” şeklinde tamamlamıştı. Allah’tan yine her zamanki gibi bu vesvesesi de tutmamış, kız yalnızca “Çok geç kaldım, yarın işe geç kalacağım” deyince enikonu sevinmişti. Bir yarım ağızla “aman canım gidersiniz” bile demeyi beceremediği için kız ayaklanmıştı. İyi geceler dilerken “Ateizm kısmını hiç anlamadım ama Türk erkeklerinden farklı bir yanınız var, öpmeye, elimi tutmaya falan kalkışmadınız” demiş, Ferid bunu büyük bir iltifat olarak almış, gülümseyerek kızı dairesine kadar geçirmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir