Y. Hakan Erdem – Unomastica Alla Turca

Kalaylı dış yüzeyine On iki Imǚ am’ın isimleri fırdolayı özensizce kazınmış, aşırı kullanımdan ötürü içinin kızılı çıkmış Dağıstan malı küçük bakır sürahinin içindeki tuhaf lacivert cisim dikkatini çekti. Türk girişimciliğinin öncüuçbeylerinden, Uno-mastik Itǚ halat–Ihǚ racat’ın sahibi ve genel müdürü Argun Afaki, güneşten korunmaktan çok, olur olmaz yerde tanınmak kaygısıyla taktığı kara gözlüklerini alnına doğru iteleyerek lacivert cismi eline aldı. Sırf lacivert değildi; lacivertin içinde altın rengi küçük benekleri de olan, mekik biçiminde, münasebetsiz, ortası delik bir taştı bu. “Lapis lazuli olsa gerek” diye düşündü. Kabaca yontulmuş iri parke taşlarından yansıyan güneş ışınlarının beyaz ve cehennemi bir sıcağa boğduğu Beyazıt Meydanının ortasında, başındaki dehşetli iri karakul kalpağı ve uzun kara çapanından dolayı pek aykırı duran satıcıya ilk kez baktı. Sovyet dünyası, sanki sakar birileri ateşte kızdırılmış bir taşa Rus hamamında yanlışlıkla soğuk su dükmüşçesine parçalanmış, uzaya saçılan bu parçaların işte bir bölüğü de güzel şehrimize düşmüştü. Yahut Isǚ kender’in ünlü şeddi, arkasındakileri binlerce yıllık baskısına dayanamamış, sonunda darmadağın olmuş, her tarafı alışveriş Mecücleri ile ticaret Yecücleri basmıştı. Veya o ünlü Demir Perde, sabah serinliğinde işe başlayan bir dükkânın kepenklerinin gurultular eşliğinde aceleyle yukarı kalkması gibi kalkmıştı. Henüz kahvaltı yapmadığı ve midesinden de benzer sesler geldiği için Argun bu son imgelemi daha çok beğendi. Bunların hiçbirinden haberi olmayan yaşlı satıcı ise kısık gözleriyle Argun’un yüzüne bakıyordu. Argun kırık dökük Türkmencesini şöyle bir parlatmak niyetiyle sordu: “Neme (ne) bu? Zıbık mıbık bolmasın sakın?” Adam, Argun’u şaşırtarak, aksanlı fakat anlaşılır bir Isǚ tanbul Türkçesiyle ve umursamaz bir edayla: “Zıbık dediğin nedir bilmem ama buna Hayal Taşı derler,” dedi. Argun Afaki, Hayal Taşı diye bir şeyi hiç duymamıştı. Elindeki taşı oldukça estetik bulmasına rağmen, hiç bilmediği bir şeyi satın almak, dahası Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan coğrafyada ağabeyliğimizin kanatları altına almak üzere bulunduğumuz dünyanın bir insanına “ne işe yarar bu” diye sormak istemedi. Taşı usulca geri, sürahinin içine bıraktı. Satıcı aynı umursamaz edayla fakat kısık gözlerini biraz açarak: “İstersen Yada Taşı da var” dedi.


Cevap beklemeden, çapanının içinden bir yerlerden yuvarlak, küremsi, yeşil renkli iri bir taş çıkarttı. Bak, Yada Taşı’nı biliyordu işte. Hani efsanesi okulda okutulan, okutulmak ne kelime kafalarına kazınan, bir kez de üniversite sınavında soru olarak çıkan o ünlütaş ha? Yaşlı adam gözlerini açabildiği kadar açmış, heyecanlanmış, araya kendi dilinden kelimeler de karıştırarak, o bilinen efsaneyi anlatıyordu. “Hava… hava (evet… evet…) o taş.” Bu taş elinde olunca istersen çölde yağmur yağdırırsın, istersen yaz ortasında dolu… Hilekâr Çinlilere kaptırıldığı zaman Türk elleri, taşın gidişinden sonra kelleşen, çoraklaşan ülkelerini nasıl bırakmış, nasıl göç etmiş… Işǚ te bu iki taş tam yetmiş sene boyunca Kızılkum çölündeki bir kör su kuyusunda nasıl ihtimamla korunmuş, Sovyetler’in Tabiatüstü işleri Araştırma ve Geliştirme Bakanlığı’nın burnu iyi koku alan müfettişlerinden nasıl saklanmış; bu uğurda şehit düşen Türkmenlerin sayısı Göktepe’de ölenlerin tam üç katıymış… Argun bunları gülümseyerek dinliyordu. Yirmi adım ötede başka bir satıcıda, kırk adım solda yine başka birinde, sırasıyla bir Kırgız ve galiba bir Stavropol Türkmen’inde de bu yeşilimsi taşları görmüş, kâğıt ağırlığı olarak kullanıldığını öğrenmişti. Hayal Taşı’nı ise ilk kez görüyordu. Sırtını dönüp gitmeden önce, biraz da adamla son bir yarenlik olsun gibilerinden, “Ersarı” olup olmadığını sordu. Bunu yaparken tam bir Orta Asya Türkmen’i gibi a’yı uzattı, birkaç adet yaptı: “Ersaaarı.” Yok, adam Yomutmuş. Peki canım. Yomutlar da has kardaşımız sayılır. Allaha ısmarladık Yomut kardaş. Haa, adın da Allahberdi mi? Allahberdi Canberdguliev! Güzel, pek güzel, hadi hakikaten Allah versin, hayırlı işler. Isǚ tanbul’a hoş gelmişsin.

Tam ayrılıyordu ki, Şeytan dürttü. Taşların kaç para olduklarını sormamıştı. “Kaç para bunlar?” “Hayal Taşı 8000, Yada Taşı 5000 dolar.” Dudaklarından gayri ihtiyari, eğer duyulursa oralardaki ağabeylik davamızı epeyce zedeleyecek bir çığlık çıktı:“O…ha!” Allahtan, Allahberdi durumu açıkladı da aynı Yada Taşı’nın niye yan tarafta 6 dolar iken, burada 5000 dolar olduğunu öğreniverdi. Buradakiler gerçekti. Yaa… Kekeleyerek niye Hayal Taşı’nın daha pahalı olduğunu sordu. Yomut’un ona da bir cevabı vardı. Hayal Taşı elinde olunca, o kadar bilginin içinde yağışı kontrol etme bilgisine de zaten sahip oluyordun. Argun Afaki Bey canevinden vurulmuştu. Nasıldır bilinmez, Yomut’un, Afaki’nin en hassas noktasını bulup attığı ok tam yerine saplanmıştı. Argun, oldum olası, yanına salavatsız varılmaz tekinsiz güzelliklere, erişilmez nesnelere, ulaşılmaz şeylere zaaf derecesinde düşkündü. Otuz küsur yıl önce, daha lise üçte iken Hollywood’un en güzel, en yetenekli, en zengin yıldızına vurulmuş, yemeden içmeden kesilmişti. Udžniversitede felsefe okurken de tutturmuş, memleketin en güçlü holdingini –o şebeke diyordu– kendine rakip ilan etmişti. Gerçi arkadaşlarını gülmekten işeten bu yüksek çıtaların hiç faydası olmamış da değildi kendisine. Hollywood’un değil, ama sınıfın en güzel kızı Perran ile önce çıkmış, sonra evlenmiş, felsefeyi unutarak iş yaşamına dalmış, işte bu Uno-mastik Itǚ halat-Ihǚ racat’ı yoktan var etmişti.

Yine de 8000 dolar, hayatının “artık maalesef tombul yıldızı,” mutlu yuvasının tartışmasız tek hâkimi Perran ile takışmayı gerektirmeyecek kadar küçük bir rakam olmadığı için arzularını içine gömdü, yutkundu ve Yomut’la vedalaşarak meydanın başka taraϐlarına yöneldi. 1992 yılının bu feci sıcak ve yapışkan 12 Temmuz günü, güneş tam tepeye dikilmek üzereydi. Oyuncağı veya evcil hayvanı elinden alınmış bir çocuğun kırgın haliyle, canı her sıkkın olduğunda yaptığı gibi, sol ayağını sürüye sürüye meydanda irili ufaklı halkalar oluşturmuş insan kümelerine doğru dümen kırdı. En yakınındaki kümeye ulaştı. Ortada, ayakta duran bir kadının etrafında, durmaksızın dönen hareketli bir kümeydi bu. Meraklandı. Hareketsiz duran kadının önünde kapı paspası büyüklüğünde, üst üste yığılmış bir halı demeti vardı. Necip halkımızdan biri bazen duraklayarak bir işaret yapıyor, halı parçasını ona uzatan kadının eline birkaç dolar toka ettikten sonra uzaklaşıyor, duraklayan tavaf hadisesi de kaldığı yerden devam ediyordu. “Dönen kuyruk” fena icat değildi aslında. Satılan eşyayı yeterince görüp inceleyemediğini düşünen bir kez daha, isterse bir kez daha dönüp bakıyordu. Gülümsedi. Aklından basit bir hesap yaptı. Şu kadıncağızın ta Orta Asya’dan bir seferinde taşıyacağı halı kaç tane olabilirdi ki? Getireceği otuz paspasın her birini on dolara satsa, eline geçen para buralara gelmesine değer miydi? Bavul ticaretinin inceliklerine vâkıf olmayan, Orta Asya’dan Isǚ tanbul’a Aeroϐlot ile gidiş dönüşün ancak bir paspas parası tuttuğunu, Isǚ tanbul’a böyle iki üç seyahatle Aşkabat’ta ev alınabildiğini bilmeyen yerli bir tacirin şaşkın ifadesini lakındı. Yüzünüburuşturarak başka bir kümeye gitti. Evet, orada da beyaz bir örtünün üstüne dizilmiş otuz kırk kadar Yada Taşı ve siyah zemin üzerine altın sarısıyla nakışlanmış birkaç tahta kepçe vardı.

Ayağını iyice sürüyerek bir çeyrek saat daha dolandı. Uno-mastik’in yorucu temposundan biraz olsun kurtulmak amacıyla yaptığı Beyazıt gezisi bu kez işe yaramamıştı. “Bari Lütfullah Kapısı tarafına gideyim, belki oralarda bir şey bulurum” diyerek Devlet Kütüphanesinin Mercan’a, Bakırcılar Çarşısına doğru geçit verdiği eyvanımsı yere yöneldi. Biliyordu ki, biraz sidik koksa da o korunaklı, gölgeli geçit kırgın gönlüne hoş gelecek bir serinlikte olacak, sırtını duvara dayayarak dilenen yaşlı kadına biraz para vermek, ruhuna biraz huzur verecek; hah kadın da göründü, her zamanki yerinde. Ama bu kez tam önünde yürüyen iki sarışın, ϐidan boylu kız ondan önce davrandı. Gülerek kadına para verdiler. Ayaklarında arkası açık, yüksek sivri topuklu kırmızı parlak ayakkabıları, beyaz bellerini açıkta bırakan siyah bluzları ve tuhaf bir pembelikteki dar flanel pantolonları ile ikisi bir örnek giyinmiş kızlar… Karşıdan gelen esmer, saçları jöleli, biri limon sarısı bir ceket, diğeri beyaz, dar, kolsuz bir tişört giymiş olan iki adet, ter kokulu yurdum delikanlısının “Nataşa… yat aşaa” diyerek laf attığı kızlar… Nedense “yat aşaa” sözü onda “Yada Taşı” çağrışımı yaptı. Bu yetmiyormuş gibi Şeytan, bu kez bayağıca güçlü, onu dürttü. Başını olabildiğince geri çevirdi ve pek uzaklarda olmayan Yomut’un yanında, onunla kıran kırana pazarlık yapan birini gördü Argun Afaki Bey. Yok, bu kadarı gerçekten fazlaydı. Ulaşılmazı erişilmezi, ulaşılmaz erişilmez olarak zihnine nakşetmek başka, yabanın kurduna kuşuna yem etmek başka! Hızlı adımlarla Yomut’un sergisine ulaştı. Ulaştı ve kalakaldı. Uno-mastik’in iki numarası, kendi yetiştirmesi, dahası, büyük halasının lorunu ve akrabası Tankut’la burun buruna geldi. Ramazan topu gibi patlayarak sordu: “Tankut?” Abisi ve patronu olan adamın bu patlamalarına şirketten alışkın delikanlı sakince cevap verdi: “Vay Argun Abi selamlar… Şu İran işi bakır sürahiyi beğendim ama çok istiyor.” Eh, kim bilir bu sürahi de bilmem kaç bin dolar ederdi.

O da adamakıllı “gerçek” duruyordu çünkü. Kızdığı için kendi diline dönen Allahberdi’nin, “Köpse köp! Yirmi dolardan bir kuruş aşağı olmaz” sözü bu düşüncelerini böldü. Hiç düşünmeksizin elini cebine attı, adama istediği parayı verdi. Sürahiyi aldı. Boştu. Hayal Taşı içinde yoktu. Delikanlının eline tutuşturdu: “Hadi al git.” Komutunu alan delikanlı, işine karışıldığı için biraz buruk, sürahiyi edindiği için haϐif sevinçli, halıcı kadının kümesine doğru topukladı gitti. Sabırsızlığı, tez canlılığı ve fevriliği ile meşhur Argun Afaki Bey, oğlan daha tam uzaklaşmadan hızla fısıldadı: “Satmadın değil mi? Alıyorum!” Yalnız üzerinde o kadar para yoktu. Yomut Bey şu 1000 doları kabul buyursa, geri kalanı da yarın mesai başlar başlamaz şu kartın üzerindeki adrese gelse alsa, acaba olur muydu? Adresi görebilmek için dikkatle karta bakan Allahberdi gözlerini iyice yumup ince bir çizgi yaptı. Galiba “olur” demekti bu. İnsan ta Yomutistanlardan gelir de Bahariye’ye dek gidemez mi? Yarım saat sonra, bir önceki vapuru yakalamak için koşan ve kıl payı kaçıran, burnundan hâlâ terler damlayan bir Argun, cebinde ne işe yaradığını bile bilmediği, mekik veya bilegitaşı biçiminde delik bir taşla, Kadıköy vapurunun arka tarafına oturmuş, günün muhasebesini yapıyordu. Adamın bakır sürahiye sadece yirmi dolar istemesi dürüst bir satıcı olduğu izlenimini vermiş, şu aldığı Hayal Taşı’na da makul bir ϐiyat istediği izlenimini yaratmıştı. Şu sokak satıcılarından öğrenecek çok şey vardı. Yine de Perran’a taşa kaç para verdiğini söylemek zor olacak, “canım üç kuruş beş kuruş” gibisinden bir yalan da delikanlıyı, evet Argun Bey elliye merdiven dayamasına rağmen kendini bir delikanlı olarak görürdü, bozacaktı.

Onun içindir ki işte, Aşiyan’daki evine dönecek yerde şirkete gidiyordu. Vapurdan atlar atlamaz bir taksiye bindi. Beş dakika sonra Bahariye’deki işyerine ulaşmıştı bile. II. Uno-Mastik’te Bir Aşk Günü Eskice bir apartmanın beş katına birden yayılmış şirketin önüne geldiğinde her zaman yaptığı gibi gururla “Uno-mastik” levhasına baktı. Günlerden pazar olduğu için kapıyı anahtarı ile açtı. Her önüne gelen kullanmasın düşüncesiyle kilitli tutulan tarihi asansörün tel örgülü kapısını da yine anahtarıyla açarak beşinci kattaki oϐisine çıktı. Sekreterinin boş masasını hızla geçerek kendi odasına girdi. Kahverengi taklit güderiyle kaplanmış, yumuşak ama yarı yarıya erimiş koltuğuna oturdu. Oda dehşetli sıcaktı. Kalktı, havalandırmayı çalıştırdı. Sonra kısa günün kârı mı zararı mı olduğu pek belli olmayan taşı cebinden çıkardı. Amstrad marka bilgisayarının köşeli klavyesini ve iri yazıcısını biraz öteye itti, yine taklit bir deriyle kaplanarak marköterili hale getirilmiş masasının üstünde yer açtı. Taşı koydu. Aptalca bir taş.

Udžzerinde ne bir yazı ne bir işaret… Uzunca bir süre ne yapacağını bilemedi. Taşın bir ucundan ufacık bir parçanın kopmuş olduğunu gördü. Beyazıt’ta taşı iyice incelerken fark etmemişti bunu. Sağ elinin işaret parmağını deliğine sokarak, baş ve orta parmakları yardımıyla taşı sağa doğru çevirmeye başladı. Sıkılınca aynı işi sol elinin işaret parmağı ile yaptı. Nedense sol elinden beklentileri hep yüksek olmuştu. Bir şey olmayınca kızdı. Kazıklandığına neredeyse emindi. “Ulan Yomut kocası. Kektin lan bizi…” Neyse, adam kalan 7000 dolarını almak için yarın sabah 7:30’da damlar, o da taşı heriϐin başına çalar, parasını geri alırdı. Peki ya adam “kısa günün kârı” diyerek, böylesi kârlar için pek uygun olan araziye uyarsa? Halt etmişti. Sanki bu taş, öyle Felsefe Taşı, sabır taşı, bezoar taşı, safra taşı ya da böbrek taşı gibi herkesin bildiği bir taştı da mal bulmuş mağribi gibi yapışıp almıştı. Zihnini yokladı. Udžniversite birinci sınıfta, felsefeye giriş dersinde hocaları Mustafa Kant Bey, “Felsefe Taşı” konusundaki ortaçağinançlarını dalgasını geçerek aktarmış ama Hayal Taşı diye bir şeyden hiç bahsetmemişti. “Niye bahsetsin ki” diye homurdanarak sola uzandı ve hemen yanı başındaki raϐlardan Uno-mastik’in demirbaş üretim araçlarından biri olan kalın bir ansiklopedi cildini çekerek aldı.

“Hayal Taşı” diye bir madde yoktu. Umutsuzlukla, “belki benziyordur” diyerek “Felsefe Taşı” maddesine baktı. Evet, ıvır zıvır bir sürü bilgi vardı. Yok efendim taşların, metallerin “tohumu” uygun sıvıda nasıl erirmiş de, Felsefe Taşı’nın bir kıymığını bile bulup bu karışıma atarsan nasıl güçlü bir xerion elde edilirmiş de, bu da zaten Arapçada al–iksir olarak bilinen ab-ı hayatmış da, yeter ki uygun sıvı, uygun metal ve uygun Felsefe Taşı parçası bulunaymış. Kaynak olarak da, bulunması en az diğer “uygun” nesneler kadar “kolay” olan Aphorismi, seu Circulus Majus et Circulus Minus adlı bir kitap geçiyordu. Argun Afaki elindeki cildi sert bir hareketle kapadı. Müthiş bir gürültü çıktı. Dışardan “ayy” diye bir kadın çığlığı geldi. Argun odadan çıktı. Sekreteri Çiçek Hanım, “Ay ilahi… ödümü kopardınız, burada olduğunuzu bilmiyordum bile” dedi. Argun, zarif endamlı, esmer güzeli, ince kemikli, pek güzel vücutlu, hafif kavisli ince bir burnu, uzun kirpikli iri süzme siyah gözleri olan kıza tıslar gibi sordu: “Çiçek, burada ne işin var pazar pazar?” Kız haϐif kızarmış bir şekilde, bazı pazarları Tankut Beyle fazla mesaiye kaldıklarını söyledi. Yalancıktan bir lahavle çekerek odasına dönerken Argun’un düşünceleri yine kendisini sinirlendiren ansiklopediye gitti. “Ulan Rusya çöktü, elimize bu taş bozuntusu geçti, umarım yakında Batı da çöker, biz de şu majiskül müdür, miniskül müdür ne karın ağrısıysa o kitabı da alırız” diyerek, haϐif memnun ve oyuncu bir tavırla masasının başına geçti. Elemanlarının fazla mesai yapması bir patron olarak bir şekilde hoşuna gitmişti. Birkaç dakika sonra dışardan Tankut’un fısıltılarını duydu, daha çok memnun oldu.

Bu müdür bölmesini ve diğer iç bölmeleri yaptırırken kullanılan ucuz malzemeden dolayı, kâğıt gibiydi kapı. Olsun, bilimin sırlarını bulup yaymak ilkesi üzerine kurulan Uno-mastik’te kimin kimden saklısı olabilirdi ki? Aferin, elâlem elemanından el aman derken, başkaları hafta içleri bile sağda solda kaytarırken, bunlar hafta sonu bile iş başındaydı. Acaba ne için gelmişlerdi? Merak etti. Birazdan çağırıp sormayı aklından geçirdi. Çocukta Anadolu terbiyesi hâlâbelirgin bir şekilde ağır basıyordu. Çağrılmadan asla Argun’un odasına girmez, abisini rahatsız etmezdi. Yeniden koltuğuna oturdu. Yine kazıklandığını düşündü. Yine canı sıkıldı. Taşı evirdi çevirdi. Sağ elinin orta parmağına taktığı taşı başparmağının küçük, güçlü vuruşlarıyla sağa doğru çevirdi, neredeyse fırıldak etti. Kahretsin. At süsü müdür, ağırşak mıdır, mekik midir, çocuk oyuncağı mıdır, gelin ziyneti midir? Ne haltsa… Bu haliyle beş kuruş etmeyeceğini düşündü. Sabahtan beri ağzına bir lokma koymadığı aklına geldi. Düğmesine basarak önündeki küçük kara kutuya konuştu: “Kızım, orada bisküvi veya kraker gibi bir şey var mı? Haa, Tankut’a da söyle gelsin…” Bir yerlerden koşarak geldiği için olsa gerek, Çiçek nefes nefese: “Hemen efendim” dedi.

Ikǚ i dakika sonra Uno-mastik’in iki numarası, pazarlama ve satış müdürüTankın Argun, elinde plastik bir tepsi, içinde abisinin pek sevdiği vişneli mekiklerden bir öbek, yanında buz gibi bir bardak meyan kökü kolası ile içeri girdi. Argun Afaki memnun, beğenen gözlerle delikanlıya baktı. Bir şekilde kendine, kendi gençliğine bakıyor gibiydi. Kendisi Allah için, yakışıklı adamdı. Delikanlı da öyle. Aynı delici, öteye geçen keskin bakışlar, aynı haϐif çekik gök çakır gözler, aynı atmaca burun, aynı geniş omuzlar, aynı siyah saçlar. Bunlar bir tesadüf değildi tabii. Ta on birinci yüzyılda Anadolu’ya göç etmiş, gelir gelmez ayaklarının tozuyla ünlüArgun Oğulları beyliğini kurmuş olan Argunluğ kabilesinin ortak özellikleriydi. Büyük halası da tam anlamıyla Türkmen karıydı doğrusu. Boncuk Hanım, soyadı kanunu çıkınca Kavala mübadili sünepe kocasına resti çekmiş, kabilesinin adını biraz zamana uydurup soyadı olarak aldırmış, değme Osmanlı karının eline su dökemeyeceği sarp, haşin bir Türkmen ninesiydi. Argun Afaki Bey babasının halasını bu gelenekçiliğinden ve kadirşinaslığından ötürü ne kadar beğenirse, kendi büyükbabası olacak o asrilik sevdalısı yeteneksiz siyasetçi-gazeteciye, yani Hurşit Afaki Bey’e de o denli kızardı. Allahtan, babası Aydın Afaki Bey, pek sevdiği halası Boncuk Hanım’ın da yönlendirmesi ile bu ölümcül hatayı biraz tamir yoluna gitmiş, 1943 yılında dünyaya gelen nur topu gibi oğluna Argun adını vermişti. Yine de tuhaf bir durum söz konusu idi. Argunluğkabilesinin erkek kolu “Afaki” gibi, ne amaçla alındığı belirsiz bir soyadına kürek mahkûmu olup çakılmış, kadın kolu ise o muhteşem mirasın üzerine oturmuştu. Argun Bey, karısı Perran’ın ϐişteklemeleri ile birkaç kez mahkemeye gidip bu durumu ilelebet düzeltmeye niyet etmişse de, ailenin kadın kolunun soyadına niye öykündüğünü eşe dosta açıklayamayacağı düşüncesiyle geri durmuş, “Afaki” sözü de kendilerine kardeş olup kalmıştı.

Mekikleri ikişer üçer atıştırırken Tankut’a bugün niye işe geldiklerini sordu. Çocuk: “Abi dün Ayvalık’tan bir parti mal geldi… Bildiğin işler işte, gelen sakızın kazanlara konmasına, arıtılmasına, çıkarılmasına ve Uno-mastik standartlarında paketlenmesine nezaret etmek vesaire. Çiçek de etimolojik manileri yazıyor.” “Iyǚ i… iyi…” dedi Argun Bey. Felsefe son sınıfta okurken nereden estiyse bu sakız işine girmiş, “Doğal sakız, bir numarayız” sloganıyla epeyce sivrilmiş, kendi deyimi ile çiklet değil, “sakız” piyasasının standartlarını o kurmuş, ölüp gitmekte olan bir işi unutulmuşluk köşelerinden kurtarmıştı. En iyi kalite sakızın Sakız Adası’nda yetiştiğini bilmesine rağmen, Yunanlılar ile olan dalaşma ve tepişmelerden dolayı Sakız’dan getirtemediği sakızları Çeşme, Karaburun ve sonraları da Ayvalık taraϐlarında ürettirmeyi başarmıştı. Seksenli yıllara doğru sakız işi iyice gelişmiş, hatta Argun Beyin asla kabullenmek istemediği bir rivayete göre, Ayvalık taraϐlarında bazı köylüler güzelim zeytin ağaçlarını sökerek yerine sakızağacı (Pistacia lentiscus) dikmeye başlamışlardı. Rakipleri ne zaman medyamıza bu yollu haberler pompalasa Argun Bey, baba dostlarından duayen gazeteci Münci Limoncu’yu devreye sokar, dört dörtlük bir haber veya röportaj ile gereken cevap verilmiş olurdu. Fakat hakkını teslim etmek gerek, bu karalama kampanyalarının köküne kibrit suyu eken, yeğen Tankut olmuştu. Bunda tarım meslek lisesi mezunu olmasının da büyük payı vardı tabii. Yine böyle “eski zeytinler sakız oldu” türü bir kampanya sırasında bölgeden üç dört okulun yöneticileri ile anlaşmış, kamyonla getirdiği sakız sürgünlerini otobüslere doluşup gelen lise öğrencileri ile buluşturmuş, öğretmenler dahil herkesin eline budama makası, bağ çakısı, Pistacia lentiscus dalları, Amerikan bezi şeritleri ve zift ibrikleri vererek kapsamlı bir aşılama humması yaratmıştı. Bir cumartesi günü menengiçlerle kaplı tepelere dağılan bu ordu, akşama kadar aşılama yaparak binlerce Pistacia terebinthus’u geleceğin lentiscuslarına çevirmiş, çalışan her çocuğa dolgunca bir gündelik ödemişler, onlar da toplanan parayı memleketimizin ücra köşelerindeki yoksul ve kardeş okullara bağışlamak cömertliğini göstermişlerdi. Aynı gazeteler bu sefer Argun Sakız şirketini yere göğe koyamamış, övgü makamında ne söyleyeceklerini şaşırmışlardı. Bunlardan bir ikisinin kantarın topuzunu bir miktar kaçırıp bölge sıkıyönetim komutanlığına da tarifsiz şükranlar sunması, sonradan başka dedikodulara yol açmış, ama işin tuhafı, bu, şirketin önünüdaha da açmıştı. Kısa bir süre öncesine dek zeytin ve zeytinyağı partizanlığından ötürühaftada üç gün adını yeşil-siyah renklerde basan ve kabına sığamayan bir reϐikimiz bu kez hidayete ermiş, asitle karartılan zeytinin kanser yaptığı yollu haberleri günaşırı yayınlamaya başlamıştı.

Sağlıklı büyümesini sürdüren ve seksenli yılların ikinci yarısında yurtdışına da açılan şirkete “Argun Sakız” adı, ayağı vuran bir kundura gibi dar gelmeye başlamıştı artık. Geçen yıl Argun’un linguist eniştesi, Perran’ın sevgili abisi Prof. Dr. Pertev Dilmen’in buluşuyla şirkete “Uno-mastik” adı verilmişti. En son numarayı ise yine Argun Bey yapmış, delikanlının aksi yönde herhangi bir şüphesi olmamasına rağmen, yeğen Tankut’a daha uzun yıllar ustalık edeceğini kanıtlamıştı. O hadise de gayet basitti. Bir akşam eski üniversite arkadaşlarından Yunan ϐilolojisi uzmanı Hulda Artemiz Hanım ve onun değerli eşi ile birlikte Boğaz’da eϐkâr dağıtırken Hulda, Argun’un Sakız Adası’na, gerçek sakızın kaynağına ulaşamamaktan yakınması üzerine bir kehanette bulunmuştu: “Argun’cuğum ben inanıyorum bir gün gelecek, Ege’nin iki yakasındaki bu ulus… yani kardeş uluslar yeniden bir olacak, yarı çıplak, beyaz harmaniydi genç ozanlar ömrünüHios’ta geçiren büyük Homeros’un destanlarını bir o kıyıda bir bu kıyıda söyleyecekler… Beyazlar giymiş genç kızların kelebekler gibi danslarına lir tınıları eşlik edecek…” Türkmenliğini bir sır gibi yüreğinde taşıyan, lir tınıları yerine cura ve onikitelli bağlama sesini ruhunun kuytularında duyan ve daha önemlisi, Artemiz’in kurguladığı bu Helenistik dünya ütop-yasının kendi yineleyip durduğu “sakız” sözcüğünden esinlendiğini anlamayan Argun, biraz dikçe bakmış olmalı ki, herhangi bir vesileyle kendini unutarak Eski Yunan’ın derinliklerine dalmaya meraklı olan Artemiz aceleyle konuyu bağlamış, “Canım o zaman sen de rahat rahat en iyi kalite sakızı ithal edeceksin…” demişti. Argun Bey, bu episoddan Homeros’un Sakız’da yaşamış olduğunu öğrenmiş, biraz daha akıl yorunca sakız ve güzel sanatlar arasındaki başka bağlantıları keşfetmiş, çocukluğundaki şiirli, rubaili, manili, bilmeceli sakızları hatırlamıştı. Tabii ki eskiyi aynen tekrarlamak gibi bir yavanlık yapmamış, fıtratında mevcut yenilikçiliği ve devrimciliği ayaklandırmış, böylece ortaya Uno-mastik’in son atraksiyonu çıkmıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir