Yaşar Kemal – Bir Ada Hikayesi 2 – Karıncanın Su İçtiği

Kayık gecenin içinden yavaş yavaş çıktı. Deniz süt beyazdı. Gökte üst üste kayan yıldızlar bir ışık patlamasıyla denize dökülüyordu. O anda da ince bir sisin arkasından belli belirsiz bir ada ortaya çıktı. Kayıktaki adam yavaşça kürekleri denize indirdi. Olduğu yerde bir süre durdu kaldı. Sağa sola yorgun bakıyordu. Arka arkaya üç balık fırladı havaya. Üçü de pembe bir pırıltıdaydı. Üç yerden arka arkaya üç kuş sesi geldi. O anda da deniz menekşeye kesti. Yorgun adam dirildi, küreklere yapıştı. Deniz daha da beyazladı. Kürekteki adam bir ışığa girdi çıktı. Karşı dağın başı ağarır gibiydi.


Gözlerinin önünden incenin incesi al bir çizgi uğunarak uçtu gitti. Şaşkına dönen adam gene kürekleri bıraktı. Adanın burnundaki nar bahçesinin tepeleme yığılmış çiçeklerinin alı denizin dibine çökmüştü. Denizden arka arkaya üç balık fırladı, üçü de al bir çizgide parladı söndü. Seher yeli ılık, tuzlu bir deniz kokusu getirdi kıyılardan, ot, kekik, adaçayı, çiçek kokusuna karışmış. Başıboş kalmışcasına kayık döne dolaşa kıyıya kadar gitti, kayığın burnu kayalıklara vuruncadır ki adam kendine geldi, ayağa kalktı. Kayık belli belirsiz sallanıyordu. Menevişlemiş deniz, mosmor olmuş karşı dağ, dağın başından ucu gözüken bakır rengi güneş, çok uzaklarda tüten bir gölge ardında kalmış, kalmış da gelip denizin ortasına oturmuş sallanan ulu bir ağaç, alacakaranlıkta kıyıya sıralanmış, bir yitip bir ortaya çıkan, bir büyüyüp bir küçülen, bir, ince bir sisin ardında kalan evler, evlerin arkasından gözüken hayal meyal tepe. Küçük bir akıntı kayığı kıyıdan aldı usuldan içerilere çekti. Kayık arada bir de kendi yöresinde dönüyordu. En küçük bir dalga gelip de kayığı sallasa adam düşecekti. Adam bir düşte, bir hayaldeydi. Bir türlü kendini toparlayamıyordu. Gözlerinin önünde karmakarış olmuş, üst üste yığılmış, gözlerini kamaştıran ışıklar, denizin dibine çökmüş serilmiş, üst üste yığılmış, bir yitip bir ortaya çıkan nar çiçekleri. Menevişlemiş balıklar denizin üstünde oynaşıyorlardı.

Ortalık bir ışıltıya kesiyor, iliklerine kadar ışığa giriyor çıkıyor, karanlığa düşüyor, hemencecik de bir maviye dönüşüyordu. Dört bir yan maviye kesmişken az ötesinde arka arkaya, pul pul menevişli üç balık fırladı, ince bir yel esti, denizin yüzü kırıştı. Adam, bu düşün içinde küreğe oturdu, kayığını yarların altındaki kumların üstüne çekti. Yardan yukarıya çıktı, nar bahçesinin içine girdi. Nar bahçelerini iyi biliyordu. Arılar çiçeklere çokuşmuş dünya uğulduyordu. Uğuldayan, ışıktan kanatları titreşen arıları görünce kendine geldi ya, yorgunluktan ölüyordu. Az daha ayakta kalsa pat diye yere düşüp kendinden geçecekti. Tam başının üstünden hangi yönden geldiğini göremediği üç sarıasma geçti. Adam, sarıasmaların çıkardığı esintiyi ensesinde duyumsadı. Bu kuşların hiçbir sarıya benzemez, nar çiçeklerinin üstünde balkıyan, insanın içini ışıtan sarısı, bütün korkuları içinden söktü aldı, onu yudu arıttı, pırıl pırıl etti. Birinci adımı attı, İkinciyi atarken dizüstü çöktü, sağ yanına düştü, etine değen, acıtan belindeki tabancayı öne aldı, hemencecik de uyudu. Gün ışımadan denizdeki kayığı gördü Vasili… Kürekler usul usul inip kalkıyor, menevişli denizde belli belirsiz bir yitiyor, epeyi bir süre sonra, bir gözüküyordu. Vasili çeşmeden çaydanlığı doldurdu, ocağa sürdü. Ocak köz bağlamıştı.

Önce Lena indi evden, ardından da Poyraz Musa. Musa, Vasiliye bir tuhaf baktı, “Sende, bir hal var bu sabah Vasili,” dedi. “Neremden belli?” “Halin bir tuhaf bu sabah.” “Alacakaranlıkta bir kayık gördüm belli belirsiz. Bu yana geliyordu. Sonra da gözden yitti gitti. Belki de sisin içinde kaldı.” “Eeee, ne olmuş yani?” “Senin gelişine benziyordu.” Kürekler bir iniyor, neden sonra bir kalkıyor muydu? Kürekleri çeken adam çok mu yorgundu, yorgunluktan ölüyor muydu, kolları kopuyor muydu, gözlerinden uyku akıyor muydu, gözleri mavi, saçları sarı, omuzları geniş, yüzü gamzeli, burnu kartal gaga mıydı? Bu adam adaya çıkmadıysa nereye gitmiş olabilirdi? Vasili çayını bir solukta içer içmez ayağa kalktı, yel değirmenine yürüdü. Değirmenin içi küf kokusu gibi bir kokuyla koktu. İkinci kata çıktı, pencereye oturdu. Ne yeşil, ne pembe başörtüsü gözüküyordu taban tahtalarının üstünde. Burun kanatları titredi açıldı, kızgın, terlemiş memelerin kokusu da gelmedi. Değirmenden çıktı, mağaraya gitti, içine girmeden geriye döndü, yarların üstbaşından nar bahçesine yürüdü. Nar çiçekleri al al dalgalanır, binlerce uğuldayan arının kanatlarından fışkıran ışık kıvılcımlarını alır menevişli denizin üstüne akarken bahçeye girdi.

Bahçeye girer girmez, ak benekleri küçük küçük lacivert bir yılanın karınca katarının üstünden akarak bir çalı kümesinin içine girip yittiğini gördü. Vasili, yılanın yittiği çalı kümesinin yöresinde birkaç kez döndü, oraya buraya bakındı, çalıyı tekmeledi ödü koparak. Yılan gözükmedi. Öbür çalıları ayırarak köklerine baktı, hiç bir yerde yılanı göremedi. Ak benekli upuzun lacivert yılan yitip gitmişti! Yardan aşağı denizin kıyısına indi. Yarların dibi kimi yerde üç, beş, kimi yerde yirmi beş kulaç kumluktu. Kumların üstünde bir süre dalgın, endişeli yürüdü. Bu gelen adam gizli geldiğine göre o adamdı. Kayığını nereye saklamış, kendisi hangi kovuğa girmişti? Endişesi gittikçe artıyor, kızgınlığa dönüşüyordu. Yarda, toprağa kazılmış yer yer aşınmış merdiveni gördü, merdivenin altında ayak izleri. İzler küçük buruna kadar gidiyordu. Yüreği hop etti. İçinden bir ışık geldi geçti. Nar çiçeklerinin alı denizin dibine çökmüş, kırmızı ipiltiler kayalıklarda oynaşıyordu. Burnu döndü, o anda da kayığı gördü, “Burada”, dedi bağırırcasına.

Eve doğru, kumların üstünden, koşmaya başladı. Kırmızı benekli kayalığı çıkarken bir çiçek gördü. Moru mavisi ışıl ışıl yanıyordu. Çanakkalede, büyük bir çatışmada yeşil, çimenli bir çukurun içinde yatarken böyle bir çiçek görmüş, hayran bakarken bir top güllesi gelmiş az ilerisine düşmüş, toprak, yeryüzü, gökyüzü sallanmış, çığlıklar, iniltiler dünyayı doldurmuş, kollar, bacaklar, başlar, gövde parçaları, kan her bir yana saçılmış, Vasili bir ara derin bir karanlıkta kalmış, önündeki mavi çiçek keskin bir ışığın ortasına oturmuş, mavisi büyüdükçe büyümüş, yayılmış, Vasili gözünü açtığında omuzundan sızan kan mavi, mor parıltıya karışmış. Ardından da kızıl kanı görmüştü. “Buldum,” dedi Vasili, “buldum. İşte onu buldum. Adaya gelen o adamın kayığını gördüm. Kumların üstünde. O adam.” “Ne biliyorsun o adam olduğunu?” “O adam değilse neden gizli geliyor adaya? Gördüm onu, tıpkı senin gibi ürkek çekiyordu kürekleri. Deniz de apak olmuştu. Sonra da menevişledi. Değirmene de baktım, o, orada yoktu.” “O adamdır,” dedi Lena.

“İçime doğdu o adamın bu günlerde geleceği. Düşümde de gördüm. Bir de düşümde ermiş Tanasinin kaçıp geleceğini gördüm.” Poyraz Musa salt acı acı gülümsedi. Silahlarını kuşanıp adamı aramaya çıktılar. “Bu adamda azıcık akıl varsa nar bahçesine saklanmaz.” Poyraz Musa susup düşünüyordu. Vasili önde, o arkada tepeye vardılar. Yukardan bütün adayı gözden geçirdiler. Adam iskeleye gelirse Lena ne yapar ne eder onu göndermezdi. “Mağaraya…” “Baktım,” dedi Vasili. Sonunda nar bahçesine yöneldiler. Nar bahçesine gelince en küçük bir çıtırtı bile çıkarmadılar. Fısıltıyla olsa da konuşmadılar. Nar bahçesini ağaç ağaç sessiz dolaştılar.

Bir tek kuş bile yoktu bahçede. Ortalığı binbir renkli, kanatları binbir ışıkta kıvılcımlanan eşekarıları almıştı. Lacivert renkli, benekli yılan, yaşlı nar ağacının ardından önlerine çıktı, ağır ağır yarların kayalığına gidiyordu. Yılan bir ara çimenlerin üstünde durur gibi etti, azıcık da başını kaldırdı onlara baktı. Poyraz, usulcana: “Vasili,” dedi, “değirmendeki kırlangıç yuvasını gördün mü?” “Gördüm,” dedi Vasili şaşırarak. “Civcivleri büyümüş mü?” “Bilmem,” dedi Vasili. “Daha, kocaman açılmış şamatacı ağızları sarıydı.” “Daha uçmalarına çok var demek.” “Çok var.” “Yılanlar yuvaya çıkıp yavruları yiyemezler, değil mi?” Vasili güvenli bir sesle: “Yiyemezler,” dedi. “İyi öyleyse.” Poyraz rahat bir soluk aldı. Az sonra ikisi birden zınk, diye durdular. Adam, dizlerini karnına çekmiş, kıvrılmış uyuyordu. Bir kolunu başının altına, öbürünü de üstüne koymuştu.

“Ne yapacağız?” diye sordu Vasili. “Hiçbir şey.” Vasili tabancasını çekmişti. “Ne o Vasili?” Sesi alaycıydı. “Ne olacak, bu o adamdan başkası olabilir mi?” “Bilinmez.” “Nasıl bilinmez, sen o adamı hiç görmedin mi?” “Görmedim.” “O gördüklerinden, seni kovalayanlardan biri olamaz mı?” “Olabilir.” “Eeeeee?” “Sen, uyurken hiç adam öldürdün mü Vasili?” Vasili iyice şaşkınladı. “Öldürmedim.” “Öyleyse sok o tabancanı yerine.” “Şimdi ne yapacağız?” “Şu ileriye, şu kocamış nar ağacının altına oturup uyanmasını bekleyeceğiz. Önümüzde koca bir kaya var, görüyor musun?” “Görüyorum.” Yere oturup sırtlarını nar ağaçlarına dayadılar. “Demek yılanlar duvarlara tırmanıp kırlangıç yavrularını yiyemezler.” “Yiyemezler.

” “Demek yutamazlar. Bizim oralarda yılanlar dadanmışlardı kırlangıç yuvalarına.” “Sizin evlerin duvarları düz duvar değilmiş.” Aralarında kırlangıç yuvaları ve yılanlar üstüne kıran kırana bir tartışma başladı. Poyraz Musa, yumuşacık: “Biliyor musun Vasili, yılanların kökünü leylekler kurutur. Bir yılan ne kadar uzun olursa olsun…” Duruyor, dudaklarını yalıyor, oraya buraya, yatan adama, eşekarılarına, sarıcaarıların peteklerine, karıncalara, renk renk kabuklu uçan böceklere, yapraklarda gezinen kırmızı, kara benekli uğurböceklerine bakıyor, “Biliyor musun Vasili,” diyordu, “bir leylek yerde sürünen bir yılanı görmesin, leylek ne kadar uzak gökte olursa olsun yerdeki otların, ekinlerin içindeki yılanı görüp üstüne iner, kuyruğundan tutar alır göklerin en yükseğine götürür, gagasındaki yılanı oradan bırakır, yere düşen yılanın beli kırılır, kıpırdayamaz, leylek de gelir onu yer. Onlar yesinler bakalım kırlangıç yavrularını!” “Bizim buralara hemen hemen hiç leylek gelmez.” “Leylek her yere gelir. Leyleğin gelmediği bir yer olur mu?” “Demek ki olurmuş. Burada yılan çok.” “Leylek de çok gelecek.” Uyuyan adam içini çekerek sağından soluna döndü. “Bak uyanıyor.” “Yılan çoksa burada, çok da leylek olur.” “Yok,” dedi Vasili.

“Var.” “Olsun,” dedi Vasili. “Değirmenin duvarını hiçbir yılan çıkamaz.” “Çıkamasın,” dedi Vasili. “Çıkamazsa çıkamaz. Çıkamazsa yavrular yuvadan yere düşer.” “Anaları da alır onları yerden yuvaya çıkarır.” “Yavrular, anaları dışardan gelirken ağızlarını açarak nasıl da kıyameti koparırlar. Ana, yavrunun ağzına yiyeceği koyuncaya kadar ağızlarını sonuna kadar açıp basarlar yaygarayı. İnsanoğlunun bebeleri gibi. İnsanoğlunun bebeleri hele bir iyice aç kalsınlar da gör onları. Koskocaman ağızlarında kırmızı dilleri titreyerek şişer, verirler dünyayı velveleye.” “Bebekler güzeldir,” dedi Poyraz. “Güzeldir,” dedi Vasili. Başlarını önlerine eğdiler, bir süre konuşmadılar.

Neden sonra, içini çekerek: “Bebekler güzeldir,” dedi Poyraz biraz utangaç. “Pınarın içinde balık var mı?” Vasili düşündü: “Bilmem,” dedi, “var mı, yok mu bilmem, o gözle hiç bakmadım.” “Kaba Ada…” “Bir cennet.” “Oraya gidelim mi?” “Çok zeytin ağacı var o adada. Her birisi bir çınar kadar. Bir de aşılarsan her birisi beş yüz okka zeytin verir. Düzlüğü de çok geniş.” “Kaç keçi var orada? Biliyorum, Hızır aleyhisselamın o mavi keçileri kesilemez, eti yenmez, sütü de mi içilmez?” “Bir papaza, bir hocaya sormak gerek,” dedi Vasili. “Sütleri içilir,” diye diretti Poyraz. “Neden içilmesin?” “Bilemem,” dedi Vasili. Adam, bir yanından öbür yanına gene döndü pofulayarak. Bir tuhaf da iniledi. Başı beladaki kişiler uykuda hep böyle inilerler, diye düşündü Poyraz. Uyuyan adama gözünü dikti. Yüzünün yarısı gözüküyordu.

Uzun sarı bıyıklarının arasına çimen yaprakları girmişti. Ak benekli lacivert yılan kayalıklardan çıktı, başını kaldırır, kırmızı dilini çıkarır gibi etti, uyuyan adamın üstüne aktı, ayağının ucundan başına doğru döndü, yarı beline kadar kalktı,kırmızı dilini çıkardı, adamın başına kadar uzandı, kulağını kokladı, Vasili, yerden bir taş kaptı ayağa kalktı, “Sokacak!” Poyraz, onu ayaklarından tuttu: “Otur,” dedi, “sokmaz. Uyuyan insanı yılan bile sokmaz.” Vasili bayağı heyecanlanmıştı. Elindeki taşla olduğu yere geri çöktü. Yılan, uyuyan adamın dört bir yanında dönüyordu. Kimi duruyor, başını kaldırıyor, kırmızı çatal dilini çıkarıyor, hışılıyor, sonra da başı yukarda bir süre kıpırdamadan öylece duruyor, sonra çözülmüşcesine indiriyor, belli belirsiz akıyordu. “Yani şu Hızırın keçileri hiç çoğalmıyorlar mı?” “Çoğalmaz olurlar mı, çok güzel oğlakları olur, açık, ince mavi, kıvırcık.” “Onları kimse yemediğine göre çoğala çoğala, adayı ağzına kadar, iğne atsan yere düşmeyecek, kayalıklarda, düzlükte adım attırmayacak kadar doldurmazlar mı?” “O zaman açlıktan ölürler. Belki, belki kendi kendilerine azalıyorlar.” “Bunları bu adada yiyecek kurt yok, canavar yok, insan da yok.” “Belki kartal var. Bizim oralarda kartallar oğlakları kapar kaldırır götürürler.” “Bu denizin ortasında kartal nerede?” “Öyleyse?” “Öyleyse, şu denizin altı var ya, gemi, balıkçı teknesi ölüleriyle dolu.” “Ne oluyor da?” “Bilmiyorlar bu keçilerin Hızırın keçileri olduğunu gemiciler.

Adanın önüne gelince gemiler, keçiler kayalıkların üstüne dizilip seyre çıkıyorlar onları. Gemiciler de demir atıp, derde deva diye adı çıkmış keçilerden beş altısını yakalayıp demir alıyorlar. İlk keçiyi keser kesmez de deryalar ermişi Hızır aleyhisselam birden bir fırtına çıkarıyor, deniz karmakarış oluyor, gemiyi içine çekiyor. Hızırın keçilerine kim dokunursa daha adadan bir mil uzaklaşmadan, deniz ortadan ikiye biçilip gemiyi içine alıp dibe indirince kapanıveriyor. Çok gemi, çoook balıkçı teknesi yatıyor denizin dibinde şimdi, bu keçiler yüzünden.” “Gemicilerin yakaladıkları keçiler ne oluyor?” “Onlar kurtuluyorlar. Hızır onları denizlerin neresinde bulursa bulsun yakalayıp Kaba Adaya geri getiriyor. Allah göstermesin, keçilerine bir Allahın bir kulu dokunmasın!” “Buldum,” dedi Poyraz, “buldum, Hızır keçilerini kesip kendi yiyor. Diyorlar ki, mavi keçilerin eti çok lezzetli olurmuş.” “Ermişler yemek yer mi?” diye sordu Vasili. “Yerler,” dedi Poyraz. “Onlar melek değil insandır. İnsan lar keçi eti yerler. Hele mavi keçi etine bayılırlar.” Yılan başını uyuyan adamın bacağının üstüne koymuş uyumuştu.

“Bak,” dedi Vasili, “bak, şimdi adam uyanınca, yavaş yavaş üstüne güneş geliyor, güneş yakmaya başlayınca uyanır, o da kıpırdayınca yılan onu sokar öldürür.” “Sokmaz.” “Sokar.” “Ne biliyorsun, sen bir yılan oynatan mısın?” “Bizim buralarda yılan çok olur. Bu benekli yılanlar da sokar sokmaz hemen öldürürler.” Poyraz ayağa kalktı, arkasından Vasili… Bir iki adım atıyorlar arkaya dönüp, sonra hemen geriye dönüp duruyorlardı. Üstünde yılan uyuyan adam onları sanki büyülemişti. Bir süre böyle nar bahçesinin içinde, dolaylarında dolandılar, geldiler adamın bir adım ötesinde durdular. Yılan başını bacaktan aşağıya sarkıtmış, laciverdini yöreye dağıtıyor, adamsa düzgün düzgün soluk alarak uyuyordu. “Bunun üstüne güneş değse de uyanmaz,” dedi Vasili. “Yılanını da kucağına almış bak nasıl uyuyor!” “Uyuyor,” dedi Poyraz. Ayakları onları aldı eve götürdü. Lena onları bozuk, korkmuş bir sesle karşıladı: “Neredeydiniz şimdiye kadar, ne yaptınız?” “Bir yılan gördük,” dedi Poyraz. “Aman oğlum ne yaptınız, bu adada çok çok yılan var. Yaz gelince üst üste dolaşırlar.

Hele bir, bir yılan var ak benekli, güneşte yanar döner, ışık saçar. Bir sokarsa da… çok adam, çok çocuk öldürdü yılan bu adada, öteki adalarda da. Olmaz, bir daha gitmeyin ak benekli uzun yılanların arasına. Oturun, yemeğinizi getireyim de yeyin.” “Ana gene…” “Çok güzel bir yahni yaptım. Bir de pilav.” Poyraz, burnunu havaya dikti, bir at gibi burun delikleri genişleyerek havayı içine çekti. Oooh, mis gibi kokuyor. Eti nereden buldun?” “Vasili dün üç kuş getirdi.” “Sarıasma,” dedi Vasili. Yemeği iştahla yediler. Poyraz yukarıya odasına çıktı, so yunmadan yatağına uzandı, gözlerini tavana dikti, “Emir doğru söylemiş demek ki, yılanın deliğinde, kuşun kanadının altında da olsam gelip beni bulurlarmış,” diye kendi kendine söylendi. Vasili çaktı mı acaba, diye de düşündü. Her şey apaçıktı, Vasili gibi her şeyi ıncığına cıncığına kadar bilen bir cin hiç çakmaz mı? Adamı görür görmez gözleri çakmak çakmak oldu. Ne yapmalı? Belki de bir gariban.

Bedevi şeyhinin adamı değil belki de… Şeyhin adamı değil de niçin gizli geldi bu ıssız adaya? Nasıl geldi de buldu bu adayı? Kim bilir kaç aydır arıyordu fıkara. Silahşör. Bunları ta çocukluklarından beri böyle yetiştirirler. Önce, yıllarca atıcılık talimi yaptırırlar, sonra iz sürmeyi, insan ilişkilerini, insanları tanımayı, saklanmayı, kaçmayı, kasabalarda, şehirlerde, büyük otellerde yaşamayı, Arabistanda, İranda, Anadoluda ilişki, dünyada ilişki kurabilecekleri kişiyi, nasıl bulacaklarını öğretirler. Bunlar, vuracakları insanı vurduktan sonra kaçmazlar. Ölünün başında, başlarına gelecekleri beklerler. Doğuda bu bir gelenektir. Kanlı, ölünün başında beklerken ya gelir onu paramparça eder, parçalarını köpeklere atarlar ya da zindana götürürler. Bu, baldırının üstünde yılan uyuyan adam işte böyle adamlardan biridir. Ne yapmalı? Hiçbir umar bulamıyordu. Adamı öldürüp yok etmek hiçbir işe yaramazdı, adayı bir kez bulmuşlardı. Karmakarış düşler içindeydi. Bir, adamı öldürüyor, karanlığın dibine kadar iniyor, bir, bu adam serserinin biridir, bu iki, içi ışıyor, karanlığın dışına çıkıyor, sonra gene karanlığın dibine hızla iniyor, ölümü, sonsuzluğu, ölümünün üstünden binlerce, milyarlarca yıl geçeceğini, kendinden bir toz zerresi bile kalmayacağını, yokolacağını, sonsuzluk bile bir şey, sonsuzluktan da öte bir şey varsa… İşte bu delikanlı araya araya bu adayı bulmuş, ya ölecek, ya öldürecek. İnsan hiç ölmek ister mi? Öldürmek de ölmek gibi bir şey. İnsan, ne için olursa olsun hiç öldürebilir mi, bu üç! Yatağının üstünde karnına doğru bir yerde turuncu kedi, tüylerinde ışıltılar kıvrılmış uyuyordu.

Öldürür, dedi. Ve birden, titredi, ürperdi, sonsuza, yokluğa ulaşamadı. Aklını kaçıracaktı, sonsuzluk da gitti. Durmadan, durmadan gidiyordu sonsuzluk. İnsanların bütün delilikleri, gaddarlıkları bu ölüm korkusu, bu yokoluş yüzünden mi? Ne demişti Vasili, ölüm korkusundan kaçtım papaz okulundan. Orada insanın üstüne dört yandan ölüm, karanlık yağıyor, insanın, yoğun karanlık içinde eli ayağı çözülüyor, insan ölümden ne kadar korkarsa o kadar da ölüm mü istiyor, yalan. Farkına vardı ki yorganın üstüne yatmış uyumuş kedi veryansın ediyor mırıltıyla. Bu sırada da içeriye Lena girdi: “Kalk,” dedi, “yavrusu, o adam geldi. Senin beklediğin o adam.” Poyraz, gülümseyerek: “Demek o geldi? Şimdi ne yapacağız o adamı?” “Öldür o adamı. Hemen öldür. Çok kazılmış mezar var. Oradan vapurlar dolusu getirilen yaralı askerler için kazılmış. Hani her vapur geldikçe önceden mezar kazıyorlardı. Her gün çok yaralı asker ölüyordu.

Öldür onu yavrusu. O seni öldürmesin.” “Belki o değil Ana.” “Sen ne bilirsin o değil, karnının üstünde nah bu kadar tabanca var. O değil olur mu? Gözleri de yılan gözleri gibi. Çakır diyorlar sizin Türkler. Çakır, çok uğursuz.” Yastığın altındaki çıplak tabancayı kaptı Poyrazın eline verdi. Poyrazın elleri titriyordu, bu, Lenanın gözünden kaçmadı. “Hemen şimdi öldür onu, aşağı iner inmez. O seni öldürecek. Sen öldürmezsen onu. Vasili öldürür onu. O, çok öldürdü Çanaklıkalede. Alıştı.

” Bu sözleri Lena Rumca söyledi. “O adam ya Rumca anladıysa?” “Hadi sen de oradan, benimle dalgasın geçirme Poyrazimu.” Poyraz önde, kedi arkada merdivenlerden indiler, Lena yukarda kaldı. Çok kan, çok ölüm görmüştü, artık yüreği kan, ölüm götüremezdi. Kulağı tetikte, kurşun seslerini bekledi. Keşki Poyraz bu adamı öldürmeseydi. Öldürmese olur muydu, o Poyrazı öldürmeye gelmişti. Belki o adam değildi, Poyrazı da öldürmeye gelmemişti? O zaman günah değil miydi şu gencecik adama, onun anası babası yok muydu? O kimdir, bilir onu Poyraz. O, ne cindir! Nasıl yumuşattı Vasiliyi, iki günde muma çevirdi. Onu öldürmeye gelecek adamı da ona gizli, onun kulağına söylerken duymuştu Lena. İşte bunu söyleyince de bir iyice onunla kardeş olmuştu Vasili. Böyle bir şey ancak en güvenilen insana söylenir. Vasili sevincinden uçmuş, kalkmış yerinden Poyraza sarılmış, gözlerinden yaş dökmüştü: “Demek bana bu kadar güvendin?” Poyraz, insan adam, bu sözlere hiçbir karşılık vermemişti. Poyraz çınarın altındaki kerevete oturmuş adamı gördü, yüzüne şöyle bir baktı, sarışın adamın yüzünün bakırlığı çöl bakırlığıydı. Çöl adamları bir imbikten çekilmişcesine biribirlerine benzerlerdi.

Adam Poyrazı görünce ayağa kalktı. Onunla birlikte Vasili de kalktı. “Hoş gelip safalar getirmişsin.” “Sağ olasın.” “Vasili, konuğumuz kuru tahta üstüne oturmuş, minder yok mu?” Vasili eve yöneldi. Lena onu merdivenin altında karşıladı. “Ne oldu Vasili, o adam değil miymiş?” “O adam.” “Siz ne yaptınız öyleyse?” “Sanki babasının oğlu, neredeyse kucaklayıp öpecek. Sanki babasının oğlu!” “Deli bu adam. Sen öldür onu, hemen!” “Kızar, istemez. Sen kahve getir üçümüze de.” “Üçünüze de, öyle mi, ahmaklar!” Vasili minderleri almış çıkarken, öfkeden çatlayacak duruma gelmiş Lenanın homurtularını duyuyordu. Biraz sonra gümüş bir tepsi içinde kahveleri getiren Lena, hiçbirisinin yüzüne bakmadan gitti ötedeki çınarın altındaki kanepeye oturdu. Adamın korkunç gözlerinden gözlerini ayıramıyordu. Büyülenmişcene bakıyordu, bu keskin, ölüm kusan gözlere.

Gözler bir kararıyor, bir utanıyor, bir öfkeleniyor, kıvılcımlar saçıyor, bir düşüncelere dalıyor, yumuşuyor, Poyraza hayran bakıyor, bir, kudurmuş kaplan gözleri oluyor gözleri, Poyrazı parçalayacak, bir ejderha gözleri, yalım fışkıran… “Hoş geldin yolcu, nerden geldin, nereye gidiyorsun? Adını bağışla.” “Çok uzaklardan geldim, çok uzaklara geri döneceğim. Adım Kerim.” “Gezgin misin yolcu?” “Öyle bir şey. Ne sayarsan say. Buralarda amcamın bir oğlu yitmişti. Askerden kaçtığını, şu karşı dağlara düştüğünü biliyoruz.” “İzini buldun mu?” “Hemen hemen… Bu adada üçünüzden başka bir kimse var mı?” “Var,” dedi Poyraz, öbür kanepenin üstünde bir yeşil bö cekle oynayan kediyi gösterdi gülerek, “var. İşte orada oynuyor, Abbas.” Poyrazın ağzından Abbas sözcüğü dökülür dökülmez adamın yüzü karıştı, gözleri bir yandı bir söndü, yüzünü bir mutluluk kapladı. Ağzından bir, “buldum, buldum,” çıktı. Bu sözleri Kerim öylesine bir korkuyla yuttu ki kimsecikler bir şey anlamadı. Yalnız, gözlerini onun yüzünden ayırmayan Lena Ana, onun dudaklarının kıpırdayışından çok önemli bir şeyler söylediğinin farkına vardı. Adam bundan sonra kediyi kucağına almış, düşüncelere dalmış gitmişti. Yumulmuş, yöreyle ilişiğini kesmişti.

Ne söyleseler duymuyor, duysa da konuşmuyordu, kendi kendine, “buldum,” demekten başka. Yemek sofrası kuruldu. Tereyağlı bulgur pilavı güzel koktu, Kerimi yemeğe çağırdılar, yemeğe el süremedi, elinde ekmek kalakaldı. Kadri Kaptanın teknesi patpatlarla iskeleye yanaştı, Melek Hatun tekneden atladı çınarların altına geldi. “Afiyet olsun.” Ayağa kalktılar. “Buyur Melek Hatun.” Melek Hatun yumulmuş kalmış Kerimi gösterdi: “Bu da kim?” “O adam bu işte,” dedi Lena. “Ben Kerim,” dedi, o adam. Ayağa kalktı. Abbas kedi daha Kerimin kucağındaydı. “Beni şu tekne kasabaya götürür mü?” Poyraz da ayağa kalktı, kediyi Kerimin kucağından aldı yere koydu, koluna girdi iskeleye götürdü. Kadri Kaptan motorun başında bir şeyler yapıyordu. Onları görünce doğruldu. “Kerim Beyi kıyıya götüreceksin.

İsterse kasabaya kadar da onunla birlikte git,” diye buyurdu. Kucaklaşıp ayrıldılar. “Kerim Beyin kayığını da teknenin arkasına bağla!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir