Karşı dağların başı ağarıyordu. Kerim kürekleri kaldırdı, dört bir yana baktı, geriye döndü: “Geç kaldık,” dedi, “dal gündüz adaya giremeyiz.” “Girsek ne olur, ada bizim de adamız değil mi, adada bizim de evimiz yok mu,” diye şaşkın sordu Peri. “Var,” dedi Kerim, “var ya, ben o adamdan korkuyorum. Adaya, konuştuğumuz gibi gizli girsek daha iyi olur.” “İyi olur,” dedi Peri, “ben de o adamdan korkuyorum.” “Herkesler de korkar o adamdan….” “Gözleri de,” dedi Peri. “Hele gözleri,” dedi Kerim. “İnsanın yüreğini, gelmişini geçmişini okuyor. Hele gözleri…” “Burada kalabilseydik ne güzel olurdu.” “Poyraz iyi adam, saf adam, o karıncayı bile incitmeyen bir adam.” “O, Sarıkamışta, savaşta bile düşman öldürmemiştir.” “Savaşlarda askerler çoğunlukla öldürdüklerini göremezlermiş.” Bir süre sustular. “Gözleri, yemyeşil camdan düğme gibi,” dedi Kerim, “hele gözleri.” “Ona nişancı demişler, usta bir nişancıymış. Bir de gökteki kuşu ağ kanadından, daldaki arıyı da patlak gözünden vururmuş.” Kerim: “Tabancayı da belinden hiç eksik etmiyor. Kim bilir ne kadar çok insan öldürmüştür.” Peri: “Çok çok adam öldürmüştür o, çook adam… Kim bilir ne kadar. Gözleri de!” Kerim: “O çoktan beridir bir insan öldürmemiştir. Kanlar akıtmaya susamıştır. Biz ona iyi bir av oluruz. Bizi öldürünce rahatlar. Adanın karartısı gözüktü, bak.” “Geriye dönelim.” “Dönemeyiz,” dedi Kerim, “Kafkasyaya gitsek bile, gidemeyiz ya, gidebilsek bile şeyh bizi orada bile buldurur da öldürtür. Ya Poyrazın canı ya da bizim canımız.” Bindikleri kayık yeni boyanmış mavi bir kayıktı. Kerim kürekleri içeri almıştı. Kayık başıboş kalmış sağa sola sallanıyordu. Onlar sallandıklarının farkında bile değillerdi. Küpeşteye yapışmışlar, dalmış gitmişlerdi. “Nişancı, atıcı, attığını vuran kişi demek değilmiş. Bu nişancı denizlerdeki balık yuvalarına işaret koyup balıkların kaynaştığı yerleri bulan usta kişi demekmiş.” “Nasıl bilirmiş denizin içindeki balıkların nerede olduğunu?” “Kerteriz.” “Kerteriz ne demek?” Kayık bir akıntıya kapılmış, başını almış adaya doğru gidiyordu. “Adaya doğru gidiyoruz,” dedi Peri. Telaşlıydı. “Bak, bak iskelenin üstünde bir çocuk karartısı var.” Kerim birden kendine geldi, “Ne oldu, ne oldu,” diye sordu, “nereye gidiyoruz?” “Bak, adaya yaklaştık. İskelenin üstüne bak, bir çocuk karartısı. Oraya yumulmuş, orada öylece duruyor, bekliyor.” Kerim kürekleri aldı suya indirdi, bütün gücüyle çekmeye başladı. Kendini düşünceye kaptırmış, düşüncesini inip kalkan küreklerin hızına uydurmuş, gittikçe hızını artırıyordu. Ortalık da yavaşça aydınlanıyordu. Yumulmuş delicesine kayığı uçuran Kerime Peri hayranlıkla, telaşla bakıyor, terler Kerimin alnından boynuna, boynundan göğsüne akıyordu. Yüzü de kıpkırmızı olmuştu. Onunla birlikte Periyi de oturduğu yerde ter basmış, suya girmiş çıkmış gibi olmuştu. Ne oldu ne olmadı birden Kerimin koluna yapıştı: “Dur Kerim, dur,” dedi, “bak ada karşımızda. Bizim adamız. Karınca Adası. Başını kaldır da bak.” Kerim kürekleri sudan aldı, adaya şaşkınlıkla baktı, suç üstünde yakalanmışların korkusuyla irkildi, birden küreklere yapıştı, kayık ileriye fırladı, başı havaya kalktı. Neredeyse Peri denize düşüyordu. “Kerim nereye gidiyoruz?” Kerim adadan uzaklaşmak için çılgınca kürek çekiyor, kayık denizi yarıyor, köpürtüyordu. Bir süre böyle gittikten sonra Kerim kürekleri sudan aldı, kayık sürüklendi. Ardından da dönmeye başladı. Soluğu taşmış Kerim soluk alıp alıp veriyordu. Periyse elindeki havluyla onun terini siliyordu. Kerim, bir adaya, bir Periye baktı. Kayık daha dönüyordu. Bir şeyleri amınsar gibi oldu, küreklere baktı, terlemiş, kıpkırmızı olmuş yüzü bir tuhaf değişti, gözleri ardına kadar açıldı, kürekleri görmesiyle denize indirmesi bir oldu. Küreklere var gücüyle sarıldı, öne arkaya yatarak suları savurtuyor, kayık parçalanırcasına sarsılıyor, gıcırdıyordu. Peri Kerimin terlerini silmeyi bırakıp küpeşteye yapışmış, gerilmiş, korkudan donmuş kalmıştı. Bir süre böyle gitti. Peri gerildikçe geriliyor, dişleri birbirine geçmiş sesi çıkmıyordu. İkisi de küreklerin fışkırttığı suların içinde kalmışlar, denize girmiş çıkmış gibi olmuşlar, giyitleri üstlerine yapışmıştı. Karşıdan gelen yel onları azıcık kendilerine getirdi. Peri duyulur duyulmaz bir sesle “Kerim, dur, dur! Batıyoruz,” dedi, can havliyle Kerimin kolunu çekti. Kayık sağa sola sallanırken, denizin üstüne fırlamış yüzen kürekleri gördüler. Küreksiz kalan kayık habire dönüyordu. Uzaklaşıp giden kürekleri görünce Kerim çabucak kendine geldi, sol eliyle küpeşteye yapıştı, sağ elini kullanarak küreğe yaklaşmaya çalıştı. Kürekler yavaşta olsa uzaklaşıyorlar, Kerim eliyle kayığı çekemiyordu. Peri de ona yardım etmek için bir eliyle küpeşteye yapıştı, ne yazık ki öteki eli denize yetişmedi. Denize yetişmek için çabalıyor, bir türlü ulaşarnıyordu. Kerim: “Kayık devrilecek Peri,” dedi. “Baksana, elin ulaşmıyor. Çekil oradan, çabalama, kayık devrilecek Doğrul Peri, batıyoruz doğrul.” Peri elini sudan çekti, doğruldu. Kerim de doğruldu, eliyle alnındaki terleri sildi ya her yanından ter fışkırıyordu, döndü küreklere baktı, düşüncelere daldı, bu beladan nasıl kurtulacaklardı. Peri de geldi onun yanına oturdu. Uzun bir süre konuşmadılar. Gözlerini denizin üstünde yüzen küreklerden alarnıyorlardı. Kerim birden canlandı, sol eliyle küpeşteye yapıştı, sağ elini de denize daldırdı, kayığı yakındaki küreğe çekmeye çalıştı. Tek elle çalıştığı için kayık çok yavaş gidiyordu. Kürek de gittikçe, belli belirsiz de olsa, onlardan uzaklaşıyordu. Gün geldi tepeye oturdu. Kerim tepeden tırnağa tere, suya batmış, küreğe hiç olmazsa biraz yaklaşmak için umutsuzca uğraşıyor, terden gözleri yanıyordu. Gözlerini de bir türlü silmek aklına gelmiyordu. NelO redeyse hiçbir yeri göremeyecekti. Peri gözlerini küreklerden aldı ötelere baktı, ölüyoruz, diye düşündü. Keşki seni buralara getirmeseydim, ölüyoruz işte. Bir yel eser de dalgalar patlarsa kim bilir deniz bizi nerelere götürüp atar, ölüyoruz işte. Göz göre göre ölüyoruz. Adamıza varmışken dönmeseydik, şimdi evimizdey-dik. Orada yaşamanın, o yemyeşil, düğme gözlü adamın elinden kurtulmanın bir yolunu nasıl olsa bulurduk Her insanın bir yumuşak yeri vardır. İşte şimdi balıklara yem oluyoruz. Gözlerini Kerime dikmiş, güzel bakır rengi yüzüne hayranlıkla bakıyordu. Küreklerin ellerinden kayıp gittiğini, her şeyi, her şeyi unutmuş, Kerimin yüzüne bakmaya doyamıyordu. Kerim birdenbire küpeşteye yapıştı, suya ulaştı, eliyle kayığı çekmeye çalıştı. Peri de onun gibi yaptı. Onun eli küpeşteye, göbeğine kadar yatmasına karşın suya ulaşamadı. İkisinin ağırlığı altında kayık az daha yatsa suyla dolacak, batacaklardı. Peri, ayıldı kendisini soldaki küpeşteye attı, kayık dengelenir gibi oldu. Kerim iki elini birden denize daldırdı, çekmeğe başladı. Kayık yerinden kıpırdamıyor, küreklerse uzaklaşıyorlardı. “Devriliyoruz, batıyoruz,” diye bağırdı Peri. “Batıyoruz, batıyoruz.” Kerim duymuyordu. Onu var gücüyle omuzlarından tuttu. Kayığın içine çekti. Kerimin elleri daha denizin içindeydi, suları gücü yettiğince dört bir yana savuruyordu. “Kerim, Kerim, Kerim,” diye bağırdı Peri, Kerimin elleri suyun içinde öyle kalakaldı. Biraz sonra da doğruldu oturak tahtasının üstüne oturdu, sağına soluna umutsuzca bakındı. Başı önüne düştü, öylece kaldı, konuşmuyorlardı. Kayık dönüyordu. Peri de geldi Kerimin ll yanına oturdu. Gözlerini uzaklara dikti bakmaya başladı, kürekler denizin üstünde yüzüyor, gittikçe de uzaklaşıyorlardı. Kerim ayağa kalktı, soyundu, soyunmasıyla denize atlaması bir oldu, sağdaki küreğe yüzdü. Yüzmeyi Fırat-ta öğrenmişti. Uzaklaşmış gitmiş küreğe çabucak ulaştı getirdi, kayığın içine attı. Peri olduğu yerde kalakalmış, kıpır kıpır ediyor koskocaman açılmış gözlerle Kerime bakıyordu ya belki de ne olup bittiğinin farkında değildi. Kerim öteki küreği de aldı, kayığın içine koydu. Yanlardan kayığa binemeyecekti, kayık devrilebilirdi. O zamanda arkadan denemeliydi. Ne olursa olsun kayığa binmekten başka bir umarı yoktu. Kayığın arkasında bir süre durdu, kendini hazırladı. Peri gözlerini dikmiş ona öylece bakıyordu. Tepeden tırnağa hayranlığa kesmişti. Onu böyle çırılçıplak gün ışığında hiç görmemişti. Kerim bir süre durdu, kayığı tuttu, tutmasıyla uçması bir oldu, kendisini kayığın içinde buldu. Çarçabuk da kurundu, kürekleri okşadı ıskarmozlara baktı, kürekleri suya indirdi, oturdu kürekleri çekmeye başladı. Peri şaşkındı. Uzun uzun, döne döne uzaklara baktı, sonra gülümseyerek Kerimi kucakladı. “Kurtulduk,” dedi. Kerim de gülümseyerek sevgi dolu gözlerle onu okşadı, “kurtulduk,” dedi Birbirlerine sarıldılar. İnceden bir yel esti, denizden kokular getirdi. Kayık ne sallandı ne de döndü, gün batıya doğru akmaya başladı. Yel gittikçe güçleniyordu: “Bunun sonu yıldız, karayel olmasın.” “O da ne,” diye sordu Peri. “Sert bir yel.” “Çok mu sert?” “Çok.” Birbirlerinden ayrıldılar. “Yel çok, çok kara kokusu getiriyor, biçilmiş ot kokusu gibi bir koku geldi.” Kerim kayığı çevirdi, var gücüyle küreklere asıldı, kayık uçuyordu. “Ot kokusu, yaprak kokusu, çiçek kokusu, toprak kokusu.” “Lodos kokusu, yıldız poyraz yeli kokusu.” “Yakında bir ada olsa gerek. Bence bu koku Hayırsız Ada kokusudur.” “Hayırsız Ada kokusu/’ dedi Peri. Kerim gülümsedi, başını uzattı onu öptü. “Yıldız karayel bize ulaşmadan, biz adaya ulaşırız.” “Yıldızların kokusu,” dedi Peri. Kerim ter içinde kalmış, küreği öylesine bir çekiyordu ki karşıdan esen yel daha da güçleniyordu. Bu da Kerime yarıyordu. Kerim ellerini gözlerine siper etti. Peri ayağa kalktı, ayağa kalmasıyla oturması bir oldu. Karşılarda bir şeyler görür gibi olmuştu. Birkaç kez daha ayağa kalktı oturdu. Esen yel gittikçe azıtıyordu. Kerim yumulmuş, kürekler uğunuyordu. Peri bir daha ayağa kalktı: “Görünüyor,” dedi, Kerimin yanına düşercesine oturdu. Kerim hiçbir şeyin farkında değildi, kayığın burnu inip inip kalkıyor, köpükler savruluyordu. Peri iki eliyle birden Kerimin koluna yapışarak ba ğırdı . “Kerim, dur!” Kayık gittikçe hızlanıyordu. “Kerim, dur dur, Kerim dur.” Kerim onu duymuyordu. Peri yoruldu. “Kerim, dur, dur!” Artık sesi çıkmıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Kerim tepeden tırnağa tere batmış çıkmıştı. Peri yavaşçacık: “Kerim dur!” Kerim durdu, başını Periye döndürüp baktı, öyle kaldı. Sanki Periyi ilk görüyordu. Peri de ona öyle baktı. Bir süre böyle bakıştılar. Peri: “Bak, orada.” “Orada,” dedi Kerim. “Ot kokusu, çiçek kokusu, bulut kokusu geliyor,” dedi Perihan. “Bulut kokusu, yıldız kokusu geliyor,” dedi Kerim, ayağa kalktı gerindi, ayakta duramadı yavaşça oturdu, “Peri, Peri, Perihan,” diye bağırdı. Sevinç içindeydi. Peri havluyu kaptı onun terini silmeye koyuldu. Ellerini, yüzünü, göğsünü durmadan siliyordu. Kerim ayağa fırladı. “Geldik,” dedi, “yıldız karayel de denizde kaldı. Peri, Peri, Perihan.” “Geldik,” dedi Peri. “Hayırsız da işte bu,” dedi Kerim. İkisi de yerlerinde kalakalmışlardı yorgun bitkin. Kayık gene başıboş kalmış sallanıyor, dönüyordu. Burası Hayırsız Adaydı. Karınca Adasında kaldıkları sürece yöredeki adaları, kıyıları, balıkçıların tekneleriyle, birkaç kez de Kaptan Kadriyle dolaşmıştı Kerim. Kayık sallanıp dönerken neden sonra kendilerine geldiler ikisi de iki yerden gülmeye başladılar. “Burası Hayırsız Ada olacak.” “Hayırsız.” Gülüşleri uzun sürdü, gülüşleri durmuyordu. Gülmekten yorulmuş olacaklardı ki durdular, şaşkın şaşkın bakıştılar. Kerim küreklere yapıştı, var hızıyla karşıdaki kumsala çekti, kayık çakıl taşlarında durdu. Acıkmışlardı, kayıktan yiyeceklerini, çam bardağını aldılar. Bardaktaki suları az kalmıştı ya şimdilik yeterdi. Çınarın altına gittiler, halılarını çimenlerin üstüne serdiler. İşlemeli bakır taslarını yanlarına almışlardı, önce sularını içtiler. Bardaktaki su daha ılımamıştı. Yeni oyulmuş çam bardaktaki sular sakız kokar. Suyu içince biraz daha kendilerine geldiler. Kerimin terleri daha kurumamıştı, Peri kayığa koştu büyük havluyu aldı, Kerimi okşayarak çırılçıplak soydu. Kerimin bedeni ona çok daha güzel göründü. Bu güzel bedeni ağır ağır, tadına vararak kuruladı. Menekşe işlemeli yeni örtüyü halının üstüne serdi. Peynir ekmek, katı yumurta, küçük bir kavanozda da apak petek balı… Çok acıkmışlardı buna karşın yemeklerini yavaş yavaş, konuşmadan, başları önlerinde, birbirlerine bakmadan yediler kalktılar. Peri sofrayı kaldırdı kayığa götürdü geldi, “uyuma zamanıdır,” dedi Kerime. “Sen yılandan korkar mısın?” “Korkuyorum,” dedi Kerim, “Fırat kıyılarının yılanı çok ağulu olur. Sokunca insanı yaşatmaz hemen öldürü-verir.” “Ben hiç yılan görmedim,” dedi Peri. “Babam dağlarda askerlerle çarpışırken çok yılan görmüş.” “Benim babam da çok görmüş Cizrede, Cudi dağında, Cizre ovasında.” Ormanın içinde yürüyorlardı. Ağaçlar hep tomurcuktaydı. “Çardağın yolunu doğrulttuk,” dedi Kerim, “çardaktan deniz de gözükür. Çardağın yanında da bir çiçek açar kocaman kocaman, koskocaman bir çiçek. Mosmor. İçinden ışık fışkırıyor bir yerde, böyle büyük bir çiçek görmedim, Bağdatta bile” “Kokuyor mu?” “Buralarda çiçekler hep hoş kokar,” dedi Kerim. “Buralarda, bahar da, denizler de çiçek kokar. Ya Karınca Adasının toprağı taşı, suyu bile çiçek kokuyor. Bulutları, yağmuru da çiçek kokar. Üstümüzden geçen kelebekleri, kuşları, arıları da hep çiçek kokar.” “İşte çardak,” dedi Kerim, çardağa koştu, gitti önün- . de durdu. “Bak,” dedi, “bak çardağın direklerine mor salkım dikmiş balıkçılar. Mor salkım bir hafta sonra açar, orman maviye keser.” Peri koşarak geldi. Çardağı çubuklarla örmüşler, merdiveni de içeriye yapmışlar, tabanı da çam tahtalarıyla dö-şemişlerdi. Döşeme daha sakız kokuyordu. Merdivenler pırıl pırıldı. Belki onlar ilk olaraktan bu merdivenlerden böyle sevinç içinde çıkıyorlardı. Döşeme de pırıl pırıldı. En küçük bir toz bile yoktu. Çardağın önüne dümdüz serilmiş deniz mavi ışıktandı. Denizi seyrettiler. Birbirlerine sarıldılar. “Haydi kayığa gidelim de çam bardağını alalım da pınarı arayalım. Çardağı nasıl bulmuşsam pınarı da öyle bulurum.” Önce çiğiri bulmalıydı. Çiğir, ağaçsız, çimensiz, çırılçıplak kırmızı bir alana çıkacaktı. Alanı geçince yoğun bir yarpuz kokusu çarpacaktı yüzlerine. Biraz yürüdükten sonra da karşılarına yüksek sarı damadı, yanındaki ulu çınardan da yüksek bir kaya çıkacaktı. Bu küçücük adada önlerine çıkan mor kayalığın dibinden de kaynayan ışıklı bir pınar göreceklerdi. Yöresine sarıçiçek sarvan kurmuş oturmuş bir pınar. Pınarın oluğunun başında durdular. Suyun dibine, çakıl taşlarının üstüne ışık çökmüştü. Suyun altında kayalığın üstünde ışıklar oynaşıyor, titreşiyordu. Pınarın üstünden gölgesi çakıl taşlarına düşerek, büyük bir mavi kelebek, mavisini ışıklara yayarak geldi geçti. Periyle Kerim oluğun başında durmuş, gözlerini pınara dikmişler öyle kalakalmışlardı. Neden sonra bakıştılar, gülümsediler, sarıldılar. “Kurtulduk,” dedi Peri. “Kurtulduk,” dedi Kerim. Susamışlardı. Peri Kerimin elinden tuttu, eğildi çam oluğuna ağzını dayadı, oluk çam ağacından yeni oyulmuş bir oluktu. Suyu içtikten sonra Peri doğruldu: “Sakız kokuyor,” dedi. Kerim de diz çöktü, eli Perinin elinde ağzını oluğa dayadı, suyu içti kalktı. “Sakız kokuyor, yarpuz kokuyor,” dedi Kerim de. “Çiçek kokuyor,” dedi Peri gülümseyerek. Çam bardağını doldurdular, sarvan kurmuş sarı çiçeklerin yanına koydular, karşı çınara arka verip oturdular gözlerini suyun dibine çökmüş, kayalıklara vurmuş oynaşan ışığa diktiler. Gün, karşı dağların üstüne ininceye kadar öyle kaldılar. Kalktılar, Kerim bardağı aldı, el ele tutuştular, kumluğa kadar geldiler. Kayıktan yiyeceklerini aldılar, ulu çınarın altına vardılar, çimenliğe oturdular. Karşı dağların yamaçlarına gün vurmuştu, yemeklerini yediler, gün kavuşmadan halılarını aldılar çardağa çıktılar halıyı serdiler, yastık yerine halının altına otları koydular. Çok çok gerilmiş, çok yorulmuşlar, bir türlü uyuyamıyorlar, akıllarından Karınca Adasını, Bağdadı, Diyarbakırı, Cudi dağını, Fıratı, Dicleyi geçiriyorlardı. Halının üstüne ağzı yukarı uzanmışlar, düşünüyorlardı. Şimdi bizi arıyorlar adada diye düşündü Kerim. O iskelenin üstündeki çocuk karartısı da Nişancı Velinin kendisiydi. O balıkçı Nişancı değil, o, atıcı Nişancı Velidir. Nişancı Veli nereden, kimden öğrenmişti böyle bir atıcılığı? Kerim kendi kendine söyleniyordu, o nereden almıştı böyle bir atıcılığı? Oysa Kerimin büyük babası, hem de öteki öteki Çerkezler nice savaşlardan geriye kalmış birer keskin nişancıydı. Son savaşta Ruslara yenilmiş, Osmanlıya sığınmışlar, Osmanlı da onları Anadoluya, Balkanlara, Arabistana küçük küçük toplumlar olarak dağıtmıştı. Arap şeyhleri, emirleri bu sürgün, işsiz güçsüz, aç sefil, savaşlardan geriye kalmış Çerkezlerin attığını vuran kişiler olduklarını duyunca, genç yaşlı dememişler, onları silahşör olarak yanlarına almışlar, böylelikle de aç susuz Çerkezlerin karınları doymuş yüzü gülmüştü. Yaşlı silah-şörler Arap gençlerine atıcılık öğretiyor, gençlerse şeyhin, emirin askerleri arasına katılıyorlardı. Şeyhler, Emirler onların hünerlerinden, canlarını verecek kadar bağlılıklarından çok memnundular. Kısa bir sürede bu Çerkezler Arabistanda dillere destan oldular.
Yaşar Kemal – Bir Ada Hikayesi 4 – Çıplak Deniz Çıplak Ada
PDF Kitap İndir |