Yekta Kopan – İçimde Kim Var

Yağmur, gökten yere yolculuğuna başlamak için, gündüz insanlarının uykuya karışmasını bekledi. Gecenin, kendisini anlayışla karşılayacağını biliyordu. Bekledi; sadece gececilerin ayakta kalacağı an’a kadar bekledi. Sonra yağmaya başladı. Gelinlik duvağı oldu, kasap sinekliği oldu, uçurtma kuyruğu oldu; öylesine buğulu, ince mi ince, dalgalı mı dalgalı yağdı. Çinko damlardan, kiremiti aktarılmamış çatılardan, tepesine naylon gerilmiş barakalardan geçip gitmek istedi ama başaramadı, tanıdık tanımadık tüm sokaklara eşit dağıttı gücünü. Yolcusuzluktan bunalan otobüs duraklarıyla uzun sohbetlere girişti, kaldırım kenarlarına park edilmiş arabaların yan aynalarında nasıl göründüğüne baktı, kepenksiz dükkânların vitrinlerinde biriken tozlarla ebelemece oynadı, sahile serpiştirilmiş banklarda kurumuş simit parçaları buldu, kapağı açık bırakılmış çöp tenekelerinden üstüne kokular sindi, sokak lambalarının ışığında iyice yalnızlaşan ağaçlara mevsimi fısıldadı, gündüz insanlarının izlerini silip mazgallara ulaştı. Oralardan akıp yeraltı sularıyla buluştu: Gökten yere, yerden göğe bilgi akıyordu. Bilinmedik hiçbir şey kalmayana dek konuştular. O gece, yağmur damlalarının tanıklığıydı, şehri gerçek kılan. Kaç kişinin kendisini dinlediğinden habersiz bir radyo sunucusu, mikrofonun hemen yanındaki saatin saniyelerine bakarak, çalmakta olan şarkının bitimine ne kadar kaldığını hesapladı; kalan sürede neyi düşünebilirdi ki? Hafta sonunda gideceği doğum günü partisinde mor kazağını giymeye karar verdi; böylece onun dikkatini çekebilirdi: henüz düşüncelerinde bile adını söylemeye çekindiği erkeğin. Şu anda bu şehirde kaç kişi benim gibidir acaba, dedi, sonra da bu soruyu her gece sormaktan bıkmamasına şaştı. Kaç kişi benim gibi üzgündür, kaç kişi yalnızdır, yorgundur, sıkkındır, sinirlidir, terk edilmiştir, ağlıyordur, gülüyordur, sevişiyordur, âşıktır… Uzaklardaki evlerin ışıklarına bakarak, bu evlerin içinde kimler, nasıl hayatlar yaşıyor diye düşünen kaç kişi vardır?. Herkesin oynadığı, sıradan bir oyunun, bir türlü vazgeçilemeyen çekiciliği: Bu evlerin içinde ne var? Saniyeler geçiverince gırtlağını temizleyip yeni bir şarkının anonsuna hazırlandı.


Böylesi bir havada evlerde neler olduğunu bilmiyordu ama insanların ne dinlemek istediği belliydi: “…Bugün yağmur bir kadın saçıdır, yeryüzüne dökülen…” Gece, yağmura görkemli bir karşılama töreni hazırlayamadığı için üzüldü. Boşalmış bidonlarını sallayarak evlerine dönen bozacılar kafalarına geçirdikleri naylon torbalardan utandı, arabaların silecekleri isteksizce sağa sola el salladı, rengârenk şemsiyeler kurumak için işkembecilerde buluştu, kaldırım orospuları yüksek topuklu ayakkabılarının çatlayan ruganlarına bakarak müşteri bekledi, doğudan-batıdan şehre giriş yapan uzun yol sürücüleri yönlerini şaşırdılar, dansözün terli belinde birikmiş yevmiyesini hesaplayan darbukacının eklem romatizması azdı, bankaların otomatik para çekme kulübeleri tiner buharında rüya âlemine daldı… Bütün sokaklar, caddeler, binalar, bacalar, ağaçlar, lambalar, bahçeler, istasyonlar, tabelalar, arsalar ve mezarlıklar… ve mezarlıklar emdi suyu, damla damla. Gammaz değildi yağmur, kimi yaşananları sır olarak sakladı, kimseye anlatmadı: Çöplükten kedi rızkı çalan martıları, iskelenin hemen arkasındaki barakada birbirine bıçak çeken midyecileri, mezarlığın güney duvarında gırtlağından sızan kana bakarak ölümü bekleyen Şark çıbanlı delikanlıyı, meyhaneden ipini kopartır kopartmaz pantolon paçalarına sıçratarak kusan bitirimi, yanında on dakika daha kalamayacağını söyleyen kırmızı peruklu travestinin kolunu morartan taksiciyi, çıkmaz sokağın köşesinde kabak çekirdeği çitleyerek erkete bekleyen otomobil hırsızını, kavuniçi neonlu barın arka kapısında torbacıdan avantasını alan polisi gördü… gördü ve sustu. Odaların ışıklarını dolaşmaya başladı sonra. Ertesi gün gireceği sınava çalışan öğrenciler, patronuna sunacağı raporun son düzeltmesini yapan ücretliler, acil servis nöbeti yorgunluğuyla sandalye tepesinde uyuyakalmış doktorlar, toplantıda olduğunu söyleyip de hâlâ eve dönmemiş kocalarını bekleyen kadınlar, yeni doğmuş bebeğinin gece açlığını gidermeye çalışan anneler, pijamalarını-geceliklerini çıkarıp birbirlerine sokulmak için çocuklarının uyumasını bekleyen karıkocalar, kırk yıllık hayat arkadaşı tarafından sokulduğu zayıflama diyetinin sıkıntısını peynir-ekmekle gidermeye çalışan buzdolabı fareleri… yağmurun bu beklenmedik ziyaretini önemsemediler bile. Yağmur, derdini anlatmak için en loş ışıkları aramaya başladı: başucu lambaları. Sadece bir kitabı aydınlatacak kadar ölü ışıklar; koca şehrin kalabalığında birer nokta. Roman okuyanları buldu; aşk, macera, tarih, polisiye… Öykülerle karşılaştı; dil dine dönüştü. Şiir okuyanları rahatsız etmemek için parmak uçlarında geçti pencerelerinden… Bir ara, ne yaparsa yapsın bir kitabı koklayamayacağını hissetti, içi sıkıldı. İç sıkıntısını yenmek için daha şiddetli, daha başına buyruk, daha şarkılı yağmaya devam etti. “Her şey olur Her şey büyür Her şey geçer Hayat kalır…” Şarkı bitti… Her şey gibi şarkı da geçti, gitti… Radyo sunucusu kadın biraz sonra işini bitirecek ve yağmurun koluna girip evinin yolunu tutacak, karşısına çıkanlardan biri bile tanımayacak onu. Aralarında az önce çaldığı şarkıyı dinleyenler de olacak belki, ama bakışmayacaklar, gözleri, nefesleri, sesleri değmeyecek. Kadın da onları tanımayacak; evlerin ışıklarına baktıkça merak ettiği hayatların içine girdiğinde, o merak değerini kaybedecek, ışıklar, ışıkları yakanlar sıradanlaşacak. Yağmurun yola düşürdüğü aynalarda yansıyan taksi ışıklarında iyice parlayacak sıradanlık. Farklılığın peşinde koşan insanlar, tenlerinin teğet geçtiği hayatların güzelliğini, çöp tenekelerinin kenarında ölüp gitmiş bir kediyi kemiren cardonlar gibi kemirecek, yağmur çaresizce izleyecek bu katliamı. Kadın yatmadan mor kazağını üstüne tutup nasıl göründüğüne bakacak son kez.

Kazağın, yorgun yüzünde patlayan rengiyle mutsuz olacak. Bu gece için öteleyecek aşkı, aşkın yastıklardaki fısıltısını. Yağmur, penceresine vurarak, sesini duyurmak için çığlık atarak, yalnız olmadığını hissettirmeye çalışacak; kadın duymayacak. Biraz incinecek damlalar, bu evi terk etmeleri gerektiğini anladıkları anda. Başka bir pencereye yol alacak damlaların ordusu; istila edemeyeceği bedenlerin, fethedemeyeceği ruhların merakıyla yoğunlaşacak, bardaktan boşanacak: Her şey olacak, büyüyecek, geçecek… hayat kalacak… Sonra birden, cılız bir ışığın çağrısı duyulacak. Onun evi, onun hayatı, onun çağrısı… Yağmur hâlâ yağıyor. Şu anda tam onun penceresinin önünde. Perdenin aralığından içeriyi gözlüyor. Bir duvarı boydan boya kütüphaneyle kaplı bir oda. Hemen kütüphanenin önünde yüzü cama dönük, küçük bir lambanın aydınlattığı büyükçe çalışma masası. Odanın girişinde, sol tarafta eski bir koltuk; antika olduğunu söylemişti satan adam: Antika değil. Yanında yüksekçe bir sehpa; ayaklı lamba, kül tablası, pipo içen bir denizci biblosu ve minicik, seramikten bir lokomotif. Kimi geceler bu koltukta uyukluyor; kitap okurken… Yanındaki kül tablası yarısına kadar içilmiş sigaralarla dolu, kucağında açık bir kitapla sızmış görüntüsünü seviyor. Odada bu görüntüyü kaydedecek hiçbir nesne olmamasını seviyor: Ayna yok… ayna yok… Duvarlardan birinde üstüne küçük kâğıtlara yazılı notların iliştirildiği mantardan pano. Hemen panonun yanında siyah ahşap çerçeveli bir tablo; bir kopya.

Van Gogh’dan ‘Yıldızlı Gece’; ressamın şiddetli migren ağrılarının sanatsal karşılığı. Diğer duvarda siyah-beyaz, büyük bir fotoğraf; Bertrand Russell. Van Gogh’u üniversite yıllarında tanıştığı, sonrasında da görüşmeyi sürdürdüğü bir arkadaşı hediye etmişti. “Çıplak duvarlar evin ısısını emer,” demişti. Her seferinde olduğu gibi bu sözünü de açıklama gereği duymuştu: “Isı derken neyi kastettiğimi anladın herhalde, evin santigrat derece olarak ısısından değil, insanı sarıp sarmalayan sıcaklığından söz ediyorum.” Her söylediğini açıklamak zorunda mısın, diyesi gelmişti, sözlerin ağırlığı yeterli değil mi? Ama hiçbir şey söylememişti; kalın paket kâğıdıyla sarılı çerçeveyi büyük bir heyecanla açmış, içinden ‘Yıldızlı Gece’nin çıktığını görünce de çocuklar gibi sevinmişti. Onaltı yaşından beri hayran olduğu resim, yeni evinin duvarını süsleyecekti. Bir yazara, ressama, müzisyene hayran olduğunda, onun hayatıyla ilgili bütün ayrıntıların peşine düşmeyi çok sever. Dergiler, kitaplar, ansiklopediler karıştırır, aynı olayın ayrı imzalar tarafından nasıl farklı yansıtıldığına şaşırır; kimi zaman hangisine güveneceğini bilemez, sonunda olmasını istediği gibi yazılmış olan hayat hikâyesini seçer. Eskiden, edindiği her bilgiyi kendi hayatıyla örtüştürmek gibi bir merakı vardı: Ben onaltı yaşındayım, Van Gogh resim yapmaya yirmialtı yaşında başlamış ve otuzaltı yaşında da intihar etmiş… demek ki… demek ki… Bu saçma denklemden nasıl bir sonuç çıkardığını hatırlamıyor şimdi. Henüz Van Gogh’un intihar ettiği yaşa gelmedi; belki o zaman hatırlar denkleminin açılımını. Belki toplumla, belki de denildiği gibi Gaugin’le olan kavgasının hırsından kulağını kesen Hollandalının hayatı da, hikâyesinin peşine düştüğü hayatlardan biri. Van Gogh’un yaşarken bir tane bile resim satamadığını öğrendiğinde çok şaşırmıştı. On yılda sekizyüz resim yaptığını öğrendiğinde şaşırdığı gibi. Yaklaşık üçbinaltıyüzelli günde sekizyüz resim: dört-beş günde bir resim.

Kızıl sakallı ressam, bir ara resimlerini ünlü Cezanne’a göstermiş ve üstat da “Bunlar deli resmi,” demiş. O gün, arkadaşı tabloyu hediye ettiğinde, bir ‘deli resmi’ne sahip olduğu için çok mutlu olmuş, çerçeveyi büyük bir özenle çalışma odası olarak belirlediği odanın duvarına astıktan sonra karşısına geçip düşünmüştü: Bir insan hiç takdir görmediği halde, neden böylesine çılgınca üretmeye devam eder? Yaşarken anlaşılamamış bir deha olmak… ne demektir? Eski sevgililerinden birinin hediyesi olan Russell fotoğrafını, Van Gogh’un tam karşısına astığı gece de, soru işaretleriyle dolmuştu kafası: Anlaşılamayan dehayla, taçlandırılmış dehanın karşı karşıya gelmesi başlı başına bir paradoks değil midir, diye düşünmüştü, hem de bu dehalardan biri, paradokslardan hoşlanmayan Russell… Bir yanda otuzaltı yaşında hayatına son veren, durmadan çevresiyle kavga eden bir savaşçı, diğer yanda sekseninde bile inandığı değerler uğruna hapse girmekten çekinmeyen bir barışçı. Hayran olduğu iki figürün, evinin duvarlarına hapsettiği hayatlarının ortasında durmuş, düşünmüştü gece boyunca. Sonra Russell’ın bir sözünü defterine not ederek, kendince çözüme ulaşmıştı: “İki kişinin aynı anda kavrayabileceği bir şey kesinlikle yoktur.” Metin Konur, bir başkasının gerçeğinin, kendi gerçeğiyle örtüşmeyeceğini yıllar önce öğrenmişti. Yağmur balkonlardaki saksıların topraklarına sızıyor ve işte o da çalışma masasının başında, ahşap-kolluklu sandalyesinde oturuyor; üstünde kareli yün bir gömlek var, düğmesi açık yakasından beyaz fanilası görülüyor; fitilli kadifeden bir pantolon giymiş, rengi solduğundan bu pantolonu sadece evde giyiyor; ayağında kare desenli, keçeden terlikler var, kareleri seviyor. Önünde kimi nefes almak için açık, kimi sır sakladığından kapalı kitaplar, uçları havayı koklamak istercesine yukarı dikilmiş boy boy kurşun kalemler, haznelerine farklı renklerde mürekkep çekilmiş birkaç dolmakalem, ciltli defterler, not defterleri, müsvedde kâğıtları… O kalabalığın ortasında, tam da lambanın ışığını en yoğun düşürdüğü noktada, şık kutusunun içinde, portakal rengi fona iri harflerle yazılmış başlığı ve Orson Welles’in kafasında fötr şapka, üstünde çizgili ceket, içinde beyaz-ipek atkı, ayağında beyaz pantolonla bacaklarını açıp ‘Kane’ yazısındaki ‘A’ harfinin yerinde durduğu bir video-kaset var: Yurttaş Kane… Bakışlarında dikbaşlılık, kararlılık, aşağılama ve biraz da… biraz da… hüzün var. Bir an Welles’le göz göze geliyor Metin Konur. Usta sinemacı bu fotoğraf çekildiğinde yirmibeş yaşında; kendisi o yaşı çoktan geride bıraktı. Video-kasetin çalışma masasına nasıl geldiğini düşünüyor; belli ki kısa bir süre önce, kaseti her zaman durduğu yerden, salondaki yerinden alıp incelemiş; belki arkasını okudu, belki de ön yüzdeki fotoğrafa baktı uzun uzun… Gecenin karanlığında, yalnızlığın çağrısını duyduğunda, varoluşuna şaşırmadığı anlarda çalışmayı seviyor Metin Konur… Bir şey okuyor… ya da yazıyor… ya da hem okuyor hem yazıyor… Yağmurun bile parçalayamadığı karanlıkta, parça parça olmuş düşünceleriyle kitaplar okuduğu, sevdiği cümleleri not aldığı, aldığı notlara bakarak sevilecek cümleler yaratmaya çalıştığı, ders hazırlıkları yaptığı, matematik problemleri çözdüğü, zorlu denklemlerle baş başa kaldığı masasının başında geceyi yaşıyor. Sandalyenin gıcırdayan arkalığına doğru yaslanıp geriniyor. Bir süre önce, şiddetli boyun ağrıları nedeniyle gittiği doktorun söyledikleri geliyor aklına: Uzun çalışma saatleri bu tip sorunlar yaratır, iki saatte bir durun ve omuzlarınızı çevirin, başınızı sağa-sola eğin, kaslarınızı rahatlatacak hareketler yapın… Başını önce sola, sonra sağa yatırabildiğince yatırıyor; bu kadar yeter. Sol eliyle gözlüğünü çıkarıyor, sağ eliyle gözlerini, burnunun üstünü ovalıyor. Önündeki kızıl-deri ciltli, kalın kitabı kapatıp yavaşça ileri itiyor. Kenarı spiralli bir defter çekiyor kitaptan boşalan alana.

Kaldığı yere hemen dönebilmek için bir kitap ayracı kullanmış; belli ki defterini her açışında istemeden de olsa geçmiş günlerden biriyle karşılaşmak istemiyor. Yaşamaya da yazmaya da kaldığı günden, kaldığı yerden devam edecek. Ucu iyice açılmış kurşun kalemlerinden biriyle günün tarihini atıyor; zamana kayıt düşme alışkanlığı. Deftere ne yazacağını bilemiyor. Kararsız. Belki gündelik bir not, belki aklına gelen bir söz… hatta belki alış-veriş listesi… Yazarak düşünmek, öğrencilik günlerinden kalma bir alışkanlık. Bütün defterlerinin, kitaplarının sağı-solu notlarla dolu; birçoğunu daha sonra görse anlamlarını çözemeyecek belki de… Ne yazacağını düşünürken, istemdışı bir hareket yapıyor: Kalemin tepesini ısırıyor. Ahşap-boya-karbon karışımı bir tat geliyor diline; bir an için yüzü ekşiyor ama sonrasında zevk veriyor bu garip karışımın lezzeti. Bir kere daha –bu kez bilinçli bir şekilde– ısırıyor kalemin tepesini; hatta emiyor. Yutkunuyor. Sigara… Dumanları izlerken aklına parlak fikirler geleceği düşüncesiyle keyifleniyor. Tütüne sığınma nedeni bu düşünce değil; eli kendiliğinden uzanıyor pakete. Ucu sarı filtreli sigarasını benzinli çakmağıyla yakıyor. Derin bir nefes çekiyor. Ateşin kızıl-turuncu ışığı, tütünde, ince kâğıdın üzerinde uzun bir yol katediyor.

Duman ağzının içindeyken, hareketsiz kalıyor bir süre. Burnunun ucundan süzülen minik bulut parçalarını mutluluk verici şekillere benzetmeye çalışıyor. Ama ne bir kuzu çıkıyor ortaya ne de vagonlarını arayan bir lokomotif. Kalan dumanı yutuyor

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir