Guy De Maupassant – Gezgin satıcı

Ne kadar çok kısa anı, küçük şey, buluşma, şöyle belli belirsiz yakalanmış, bulgulanmış gösterişsiz dram, henüz her şeyden habersiz, körpecik zihnimizi alıp usul usul üzücü doğrunun tanınmasına götüren iplerdir aslında. Ruhum bulutlarda, rastgele dolaştığım yollarda beni oyalayan uzun düşlere dalıp gittiğimde, hep birdenbire düşlerimin önünden fundalıklardaki ayak seslerimi işitip uçuveren kuşlara benzeyen sevindirici ya da iç karartıcı eski küçük anıyla karşılaşıveririm. O yaz, Savoie’da, Bourget gölünün sağ kıyısına tepeden bakan bir yolda dolaşıyordum ve bakışlarım batmakta olan güneşin kayıp giden ışınlarıyla sıvanmış, solgun tek bir mavi renkteki, yer yer balkıyan su kitlesi üzerinde yüzerken, içimde çocukluğumdan beri göllerin, nehirlerin ve denizlerin yüzeyine duyduğum sevginin kıpırdandığını duyumsuyordum. Biri Rhône nehrine, öbürü Bourget’ye doğru gözden yiten iki ucu görünmeyecek kadar geniş bu sıvı ovada ulu dağ, Dent-duChat’nın [1] son doruğuna dek inişli çıkışlı uzayıp gidiyordu. Yolun iki yakasında, ağaçtan ağaca koşan bağlar, yapraklarıyla ince desteklerini örtüyor, tarlalar boyunca yeşil, sarı ve kızıl taçlar halinde uzayıp gidiyor, bir kütükten öbürüne çiçekleniyor, zaman zaman şuralarından buralarından kara salkımlar taşıyordu. Yol ıssız, beyaz ve tozluydu. Saint-Innocent köyünü çevreleyen ulu ağaçlı ormandan ansızın bir adam çıktı, sırtına vurduğu yükün altında beli bükülmüş, değneğine yaslana yaslana bana doğru geliyordu. Yaklaşınca onun hani köylerde karşılaşılan, kapı kapı dolaşıp ucuz küçük nesneler satan gezgin satıcılardan biri olduğunu gördüm ve o anda belleğimde eski bir anı, hemen hemen silinip gitmiş bir şey, yirmi beş yaşındayken, Argenteuil ile Paris arasında karşılaştığım insan belirdi. O günlerde en büyük mutluluğum kürek çekmekti. Argenteuil’deki bir koltuk meyhanesinde bir odam vardı ve her akşam kamu görevlilerinin bindikleri, hiç yürümedikleri için ağırlaşmış, göbekli, yönetici iskemlesi pantolonu kırış kırış ettiği için de üstleri başları dökülen, küçük paketler taşıyan bir yığın insanı gardan gara bırakarak yol alan o uzun trene biniyordum. Bir yazıhane, yeşil karton, dosyalanmış kâğıt kokusu duyar gibi olduğum bu tren beni Argenteuil’de bırakıyordu. Hafif sandalım, sular üzerinde koşmaya hazır, beni bekliyordu. Olanca gücümle küreklere asılarak Bezons’a, Chatou’ya, Épinay’e ya da Saint-Ouen’a gidiyordum akşam yemeğine. Sonra geri dönüyor, kayığımı yerleştiriyor ve tepemde ay, yürüyerek Paris’e yollanıyordum. Bir gece, ayın aydınlattığı yolda, önüm sıra yürüyen bir adam gördüm.


Eh, Paris’in dış mahallelerinde yaşayan, geç kalmış kentlileri görünce epey çekinen bu gece yolcularına hemen her seferinde rastlardım. Bu seferki adam önümde, sırtında ağır bir yükle yürüyordu. Yolda çınlayan hızlı adımlarla doğruca yanına gittim. Durup geri döndü; baktı ki ben yaklaşıyorum, çaprazlama yürüyüp yolun karşı kıyısına geçti. Tam hızla yanından geçerken de seslendi: “Hey bayım, iyi akşamlar.” Karşılık verdim: “İyi akşamlar arkadaşım.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Harikâ kitaplar teşekkürler