Recaizade Mahmut Ekrem – Muhsin Bey Yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi

Muhsin Bey –ki yirmi iki yaşında, zeki, gayet çalışkan, sinnine göre malûmatı zararsız, fakat istidâd-ı muhabbeti galip, hayâlât-ı şâirâneye mağlup, nahîfü’l-mizâc bir genç şair idi– uzaktan kendisine karâbeti bulunan bir kızı daha çocukluğunda en şiddetli bir sevdâ-yı ismetperverâne ile sevmiş ve şiddet-i aşk u alâkasından perestîdesi olan Dilara’yı da hissedar etmek bahtiyarlığına nail olmuş idi. Mağbut-ı melâik olmaya layık olan bu muhabbet-i masumâne iki gencin yüreğinde en rûhanî, en latif, en pakize hislerle parlak ümitler içinde perverde olup gidiyordu. Çünkü iki taraf ailesince de bunların bu münasebeti nazar-ı muvâfakatla görülüyor ve hatta o tarihin de dört beş ay sonra gelecek olan bahar içinde icrası tasmîm edilen düğün tertîbatına da hazırlık gösteriliyordu. Hâlbuki zavallı Dilara vâlide-i merhûmesinin bir hazin mîrâs-ı felâketi olmak üzere daha rahm-ı mâderde iken bulaştığı maraz-ı hâil-i veremden hayatının yirminci ve bu hayatı kendisine pek şîrîn– güvâr eden muhabbetin üçüncü yılında bâd-ı semûm ile hırpalanmış bir çiçek gibi birdenbire solup sararmaya başladı. Bîçare kız marazının kesb-i şiddet ettiği kânûn-i sânî evâilinde artık bütün bütün dermansız kalmakla yatağa düşmüş ve üç ay sonra –ki sahraların yeşillenip ağaçların yeniden hayat bulduğu ve kuşların âşıkane terennümlerle ilân-ı sürûra başladığı nisan içinde– pençe-i mevt-i bîamâne teslîm-i hamâme-i rûh etmiş idi. Maşûka-i perestîdesini bu suretle defeaten ve dünya için artık bir daha görmemek üzere kaybetmekle zavallı Muhsin ne derece sarsılmak lazım gelirse o derece sarsıldı. Hayâlât-ı şâirânesi bu vak‘a-i nâgehzuhûru ne türlü müessir şekkler [şekiller], ne yolda canhıraş renkler içinde tasavvur ettirmek iktiza ederse öyle tasavvur ettirdi. Dilara’yı bütün bütün kaybetmiş idi. Fakat daima gördüğü o, daima konuştuğu o, daima düşündüğü o idi. Hemen her sabah Dilara’nın mezarını ziyaret ederek saatlerce kendinden geçmek, hemen her gece en muzlim en dehşetli hayâlât içinde Dilara’yı düşünerek acı bir yeis ile tâb u tüvânı kesilinceye kadar ağlamak, ekseriya tenha kırlarda dolaşarak her tesadüf ettiği çiçekte maşukasının tarâvet-i perîde ve letâfet-i bedbahtânesini görmek, her işittiği nagamât-ı tuyûrda Dilara’nın âheng-i hazîn-i terennümünü duymak, tabiatta her bulduğu bediayı Dilara’nın bir yadigâr-ı hüsn-i güzeştesi gibi telakki ederek uzun uzun istiğraklara düşmek ve bunlarla beraber bir taraftan da verem hastalığının tahkîk-i esbâb u mâhiyetiyle uğraşmak mufârakatın devre-i evvelîsinde bîçare Muhsin’e bir âdet-i müstemirre surette– hariçte bilfarz bir handeli şevk, bir renkli bulut, bir parlak sema, bir nağmeli kuş, bir mesut çiçek, velhasıl bir güler yüz görmediği için bir dereceye kadar müteselli olmaya başlayarak haline yalnızca sakin sakin ağlamakla durabilir ve kışın o uzun gecelerde de bir iki saati olsun uyku ile geçirebilerek halinde oldukça bir iyilik gösterir ve bundan başka ara sıra tahrir ve mütalaa ile ve sair işiyle gücüyle de meşgul olurdu ki bu hâli –hayatınca tehlike mülahazasıyla muzdarip olan– vâlide-i bîçâresine haylice ümmîd-i selâmet vermişti. II O sene havaların birdenbire pek ziyade soğuduğu kânûn-i evvelin sonlarında bir akşam Muhsin mutadı vechile validesiyle birlikte taam ettikten ve bir miktar da musâhabetten sonra o vâlide-i bîçârenin eser-i dikkat-i mütemâdiyyesi olarak latif bir derecede ısıtılmış olan yatak odasına çekildi. Gündüzden Dilara’nın el yazısıyla bazı mektuplarını ve yadigâr olarak verdiği birkaç el işlerini belki yüzüncü defa olarak muayene ettiği sırada bir kâğıdında gözüne ilişen: “Gönderdiğim şiiri bu sabah yazdım. Okuduğum vakit beni tayîb etme. Bugün hâlce daha iyiyim. Öksürük de biraz azaldı.


Lakin içim pek mahzun. ‘Öleceğim de senden ayrılacağım.’ zannediyorum. Bu his yüreğime nereden geldiğini, bu korkunç tasavvur zihnime ne suretle musallat olduğunu bilemiyorum. Muhsin, benim vefadar meleğim! Hayat nazarımda bir şey değil, bahusus gideceğim yerde benim bu hazin hayatıma sebep olan ve şu bedbaht kızını kim bilir nasıl bir iştiyak ile bekleyen nineciğimi bulacağım… Lakin Muhsin, senden ayrılmak fikri beni titretiyor, ben ölürsem beni çabuk unutmazsın, değil mi?” ibarelerini müteessirâne teemmül edişi bîçare çocuğun efkârını alt üst etmiş, hayâlâtını kabarttıkça kabartmış idi. Bu suretle yeniden hâsıl ettiği istidâd-ı cünûn-ı sevdâvî ile odasına çekilip de kendisini vahdet-i sırfa içinde bulunca –validesine bir renk vermemek için akşamdan beri zorlaya zorlaya öteye beriye dağıtmış olduğu– efkârını başına cem ederek olanca hissiyatıyla yine Dilara’yı düşünmeye bağladı. Sevda garip bir hastalıktır ekseriya geceleri müştedd olur. Ve hiddete mukarin oldukça buhranı tezayüt eder. O bir âteş-i fürûzândır, karanlıktan hazzeder. O bir katil-i bîamândır, tenha yerler gözetir. Bîçare sevdazede o kadar garîbâne düşündü ve düşüne düşüne hayâlâtı nazarında o kadar tecessüm etti ki Dilara’yı –boynundaki soluk kefeniyle siyah saçları darmadağınık omuzlarından aşağı düşmüş, bir vakit kavs-i kûzahtaki pembeliği hatıra getiren reng-i latîf-i rûyu sararıp– kefenin bi’nnisbe daha pek çok beyaz görünen rengine mukabil bütün bütün soğuk durur bir levn-i hâkîye tahavvül etmiş, dudaklarında kandan eser kalmamış, fakat gözleri âteşîn bir tâb-ı hayât ile dolu olduğu halde karşısında görmeye ve naz u niyaza, sitem ve serzenişe dair –hiçbir şiirde tesadüf etmediği can-âşûb bir fesâhat ve belâgat-ı sehhârâne hiçbir nağamât-ı mûsikiyyede duymadığı hâtırrübâ bir ahenk ve halâvet-i efsunkârâne ile– söylediği sözleri bile işitmeye başladı. III Dilara; o pâk-sîret, o tâhirü’l-vicdân kızcağız evsâf-ı melekâne ve kıymet-i mâneviyyesiyle ziyâına hakikaten pek çok teessüf olunacak nadirattan idi. Daha âlem-i sabâvette iken karâbetleri münasebetiyle çok görüp konuştuğu Muhsin’e rûhanî bir hiss-i masûmâne ile müncezib olarak tıflâne bir meyl-i tabiî ile muhabbet peyda etmiş idi. Sabâvet halinden kadınlık âlemine intikalinde bittabi tahvîl-i tabîat eden bu muhabbet gittikçe kesb-i ciddiyyet ederek o dereceye varmış idi ki Dilara’nın nazarında ömrün lezzeti, hayatın lütfu, rûhun şevki, nefsin arzusu, kalbin ârâm u inbisâtı Muhsin ile kaim idi. Dilara şahsen öyle parlak güzellerden değil fakat ifrât-ı câzibesi her bir rûhu dûçâr-ı heyecân edecek melih ve nazik dilberlerden idi.

Berhayat olan pederinin ve on dört sene kadar taht-ı himayet ve nezaretinde perverde-i nâz u naîm olduğu vâlide-i müşfikasının dikkat ve ihtimamlarıyla pakizeşiâr ve namuskâr bir hanım kıza layık surette aldığı terbiye ile –zaten münevver olan fıtratı– bir kat daha kesb-i letâfet ve ziynet etmiş ve on bir on iki yaşlarında iken Türkçe her gördüğü şeyi anlayacak kadar okumuş, her düşündüğü şeyi tekellüfsüzce ifade edecek kadar da yazmaktan ibaret olan marifetini Muhsin ile aralarındaki münasebet sayesinde ve mücerret kendisini ona daha ziyade beğendirmek, ona dair hissiyatını daha güzel bir surette tercümeye ve tasvîre muktedir olmak heves-i münferidi sâikasıyla çalışa çalışa adeta kadınlarca gıpta olunacak bir mertebeye vardırmış ve hatta ömrünün son zamanlarında:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir