Ekrem Dumanli – Alimler ve Zalimler

Haddi aşmak demektir zulüm; insanın kendi haddini aşması… Bu nedenle Kur’ân-ı Kerîm şöyle seslenir âdemoğluna: “Her kim Allah’ın hudutlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara-229) O hududu aşan önce kendine zulmeder; sonra başkalarına. O taşkınlık bir gün hududullah’a kadar uzanır ve zalim, baş aşağı yıkılıp gider. İnsan kendi haddini aşınca başka bir varlığın hakkına tecavüz eder. Kul hakkı, bir insanın başka bir insanın hududuna girerek zulmetmesidir. İnsan, ya bir başka varlığın (insan, hayvan, tabiat) hakkına tecavüz ederek zalimleşir ya da Varlığı Yaratan’ın hakkına ilişerek… Lokman Aleyhisselam’ın oğluna “Sakın Allah’a eş, ortak uydurma. Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) demesi boşuna değildir. İnsan Allah’a şirk koşunca eşya ve kâinatın manasını inkâr etmiş olur, küstahlaşır, firavunlaşır, kendini Tanrı sanmaya başlar. Oysa bütün firavunlar, Nemrutlar, Tiranlar küçük bir vesileyle yok olup gitmiştir. İnsanın “kendi nefsine zulmetmesi”nden Yaratıcı’ya şirk koşarak en büyük zulmü (zulm-ü azîm) irtikap etmesine kadar pek çok katmanına rastladığımız zulümden sakınmak, kaçınmak, korunmak gerekiyor. Ve insanoğlu, benlik sırrını çözmeden zulüm illetinden kurtaramıyor yakasını. İslam bir de “şirk-i hafî”den bahsediyor; yani gizli şirkten. Açıkça ifade edilmese bile bir insan kendi egosunu varlığın merkezine koyuyor ve kendini haddinden fazla beğeniyorsa; hatta herkesin kendisine perestiş etmesi için kendini topluma başka türlü tanıtıyor ve riya yapıyorsa o da “en büyük zulüm” yolunda ilerliyor demektir. Nefis muhasebesi, murakabe gibi dinî disiplinler insanın insan olarak kalması içindir.


Kendini beğenen, kendine hayran olan; hatta kendine tapınan tiplerin en önemli vasfı, benliğine aşırı manalar ve roller yüklemesidir. Sürekli “ben, ben, ben!” diyen bir egonun zaman içinde firavunlaşması kaçınılmaz hale gelir. Bu yanlış yolun en dip çıkmazı firavunun “Sizin en yüce rabbiniz benim!” (Nâziat, 24) diye höykürmesi ve insanoğlunu kendine kul/köle görmesidir. Kur’ân-ı Kerîm firavundan ismen 74 kez bahsediyor. “Ceberrut bir adamın cirmi ne ki cürmü ne olsun.” deyip Kur’ân’da bu kadar yer almasını yadırgamamak lazım; zira firavun bir tiptir; kendini beğenen, kendine hayran, kendine tapınan bir tip. Ve her nefsin dibinde bir firavun yatar. O menhus firavun tip; beşerî bir zaafın mütekebbir sembolü olmasaydı bu kadar tasvir edilmeyi hak etmezdi. Üstelik Musa aleyhisselam ile kavgası sadece bir iman-küfür mücadelesinden ibaret değildi. O kavga aynı zamanda kibir ve tevazuun; bir başka deyişle Allah’a itaat edip kendi hududuna riayet eden mütevazı Âdemoğlu ile haddini bilmeyip “Ben de yaşatır ve öldürürüm.” (Bakara, 258) diyen tağutun karşı karşıya gelmesidir… Zulüm devlet zırhına bürününce zalimin yol açtığı tahribat muzaaf bir şekilde ortaya çıkar. Biraz da bu yüzden olsa gerek hem Kur’ân’da hem sünnette devlet gücünü kullanarak yapılan zulme hassaten dikkat çekilmiş. Ferdî taşkınlık (başkasına zarar vermiyorsa) sınırlı bir tahribata sebep olur ve tevbe kapıları o ferdin bir gün nedamet içinde dönmesini beklemektedir. Ne var ki devlet imkanları suiistimal edilerek yapılan zulüm, sadece bir kişinin ya da kitlenin hakkına tecavüz etmekle sınırlı kalmaz; o zulme bizzat destek verenden sükut etmeyi tercih edene kadar herkesi mesuliyet dairesine dâhil eder. Devlet zırhına bürünen zulüm firavunlarla, Nemrutlarla, Tağutlarla temsil edilir; ancak o zulüm, dinden imandan çıkmış kişilerle sınırlı değildir.

O yüzden mü’minler Kur’ân ve sünnette hem âdil olmaya teşvik ediliyor; hem de zalim olmaktan sakınmaları isteniyor. Mesela daha ilk basamakta deniyor ki idareye talip olunmaz; belki o görev istemeyene verilir. Böylece hırsın, hasedin, ölümcül rekabetin önüne geçiliyor. Bu konuda o kadar çok hadis-i şerif var ki! Deryadan bir katre deyip ibretâmiz bir hadiseyi hatırlatalım: “Ebu Musa anlatıyor: Yanımda amcamın evlatlarından iki kişi ile Resulullah’ın huzuruna girdim. Yanımdakilerden biri: ‘Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın sana tevdi ettiği işlerden bazıları üzerine bizi emir tayin et.’ dedi. Resulullah’ın cevabı şu oldu: ‘Biz, Allah’a kasem olsun, bu işe onu talep eden veya ona hırs gösteren hiç kimseyi tayin etmeyiz.’” Hangi çapta olursa olsun bencillik ve kibirle yöneticilik iddiasına kapılacak “Ben layığım, benden daha layık kimse olamaz.” gibi laflar İslamî değildir. İslam ahlakı benlik davasına müsaade etmediği gibi “Ben” ya da “Biz” gibi kibir girdabına da izin vermiyor. Tabii ki birilerinin de yöneticilik görevini üstlenmesi gerekiyor. Kim olmalı sorusuna cevap aranırken “Kim kendini layık görmüyor, başkasını işaret ediyorsa” onun layık olduğu düşünülüyor. İdareci kendini halkın üstünde görmek bir yana, “Bir kavmin efendisi ona hizmet edendir.” hadis-i şerifi doğrultusunda kendini hizmetçi gibi görecek; bu yaklaşımı nefsine benimsetip hak iddia etmeyecek. Beylik laflarla “halka hizmet ediyoruz” diye bangır bangır bağırmak yetmez, insanın kendi nefsini bu hükme ikna etmesi de gerekir.

Muvakkaten devraldığın devlet mekanizmasını idare ederken zulüm etmemeyi, adaletten şaşmamayı şart koşuyor İslam. Asla benliğini her meselenin merkezine yerleştirerek başka insanların (hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun) hukukuna tecavüz etmeyeceksin. Devlet çarkını keyfî kararlarla işleterek bir kişiye/kitleye hakaret edersen zalim olursun. Bir kişi ya da bir kitleyi, uluorta çekiştirmek, onlara iftira atmak, hakaret etmek, haklarında yalan söylemek, haksız yere soruşturmak, zulüm olsun diye tutuklatmak, korku salmak için cezalandırmak zulümdür. İnsanların en temel haklarını gaspetmek, yaptıkları hizmetlere mani olmak devlet zırhına bürünen zulmün en temel alametleridir. Bu suçu işleyen, kim olursa olsun en küçük memurundan en büyük âmirine kadar herkes zalim haline gelir. Pek çok halife, zulüm yapmakla suçlanmışlardır. Çünkü zulmetmişlerdir. Onların Âlem-i İslam’ın halifesi olması, ululemir sıfatı taşıması, ulemaya zulmetmelerini meşru hale getiremez. Tarih buna şahittir… K Dört Büyük Mezhep İmamına Niçin Zulmedildi? aderin cilvesine bakın ki dört büyük mezhep imamının tamamı, devlet zulmüne maruz kaldı. Onlara o zulmü reva görenler, yaban ellerden gelip İslam ülkelerini istila eden ‘küffar’ değildi. Pek çoğu ‘İslam devleti’nin amiri, hatta bazen halifesiydi. Hilafet mührünü elinde bulunduran o zevatın derdi neydi ki Ahmed bin Hanbel’e, İmam-ı Âzam Ebu Hanife’ye, İmam-ı Malikî’ye ve İmamı Şafii’ye baskı yapmış, haklarında dava açmış, hapis ve işkence ile ceza vermeye cüret etmişti? Dört imamla başlayacağımız örnekleri okudukça mesele ayan beyan ortaya çıkacak. O yüzden en iyisi tarihin sararmış yapraklarına dönmek. Ahmed Bin Hanbel (İmam-ı Hanbelî: 780-855) Ahmet bin Hanbel’in çilesine geçmeden önce İslam tarihinin çok önemli bir kesitine göz atmak gerekiyor: ‘Mihnet Dönemi’… Bu dönemde Halife Me’mun’un eliyle âlimlere baskı yapılmış, herkesin “Kur’ân mahluktur.

” demesi emredilmişti. Bu baskıya boyun eğmeyen ulema zindanlara atıldı, kırbaçlandı, işkenceye maruz bırakıldı. Her türlü eza ve cefanın mübah sayıldığı o çile döneminin sembol isimlerinin biri hiç şüphesiz Ahmet Bin Hanbel’di; ancak eziyet ve işkenceyi o büyük imama münhasır görmemek lazım. Meselenin sebepleri üzerine birtakım tartışmalar yaşandı, yaşanıyor. Kimilerine göre Halife’nin şedit tavrı dinî hassasiyetten değil, politik tavırlarından kaynaklanıyordu. Kimine göre mutezile imamlarının kışkırtmasıyla hırçın bir noktaya gelen halife o baskıyı bazı din âlimlerine reva görmüştü. Bazı araştırmalar meselenin daha da karmaşık entrikalara dayandığını, şia imamlarının da işin içinde olduğunu iddia eder. Bazılarına göre Ahmet Bin Hanbel’in çok şiddetli zulme maruz kalmasının özel bir nedeni de vardı. Kitabında yer alan “Zalim Hükümdarlar” ile ilgili hadis-i şeriflerin çıkarılması istenmiş, o büyük imam böyle bir sansüre razı olmamıştı. Sebep ne olursa olsun kesin bir tablo var karşımızda: Halife sıfatı taşıyan kimseler, kendi siyasi amaçları uğruna kelam ilminin ince bir meselesini kullanmış ve çok değerli âlimlere eziyet etmiştir. Bu zulüm döneminin suç ortağı da başka bir kısım âlimlerdir. Onların farklı meslek ve meşrep sahibi olmaları, o farklılıktan dolayı “Bırakın ezilsinler biraz” gibi bir yaklaşım içinde suskun kalmayı tercih etmeleri devlet eliyle zulmün bir başka boyutudur. Mihnet Dönemi’nin felsefî ve siyasi tartışmaları, kitapta derinleştirmeye çalıştığımız konunun biraz dışındadır. Akıl-nakil üzerine yapılan münazara ve müzakerenin kelamî sonucu ne olursa olsun âlimlerin zalimlerle elbirliği yapıp devletin adalet vasfını ayaklar altına almasını tecviz edemez. Meselenin Kûfe-Şam çekişmesi şeklinde cereyan etmesi; ya da tamamen bu sebebe dayanıyormuş gibi yansıtılması konuyu ana ekseninden uzaklaştırma manası taşımakta.

Her kaos atmosferinde olduğu gibi, Mihnet Dönemi’nde de ilginç siyasi ittifaklara rastlıyoruz. Mesela bazı mutezile imamlarının şiaya yönelmesi ve ortak hareket edilmesi o günün şartları içinde değerlendirilebilir; ancak devlet eliyle yapılan zulüm, baskı, dayatma gibi konuların sebeplerden ayrı da düşünülmesi, her ne surette olursa olsun, içtihadından dolayı âlimlere yapılan kötü muamelelerin topyekun sorgulanması gerekiyor. Şianın Ehl-i Sünnet imamlarına yapılan zulme ortak olması, onlara da zulüm yapılmasını engellemiş midir? Hayır. Aslında Abbasi Halifesi Me’mûn, ilme meraklı bir insandı. Bağdat’ın bir ilim merkezi haline gelmesinde emeği geçti. Ne var ki halife bir noktaya gelip tıkandı. Devrindeki âlimleri “Kur’ân mahlûktur” demeye zorladı. Etraftaki telkin ve tazyik de artınca herkese, özellikle de döneminin en büyük âlimlerinden Ahmed bin Hanbel’e baskı yapmaya başladı. “Kur’ân yaratılmıştır.” demediği için İmam-ı Hanbelî’yi, Ramazan’ın son on gününde kesintisiz kırbaçlattı. Halife Me’mûn ölünce Ahmed bin Hanbel gibi muazzam bir kutbun çilesi biter sanılmıştı. Heyhat! Hilafet makamına oturan Mu’tasım bu kötü mirası devraldı. Aynı inat üzerine İmam hapiste tutuldu, kırbaçlandı, bayılıncaya kadar dövüldü; kılıçla dürtülüp ayıltılarak tekrar işkenceye tabi tutuldu. Etrafa korku salmak isteyen iktidar sahipleri, bir gün İmam’ı hücresinden alıp Halife’nin huzuruna getirdi. İdama mahkûm iki kişinin boynunu oracıkta vurdurarak devletin resmî görüşü için onay vermesini beklediler.

Ne yazık ki cinayet işlenen o mecliste âlimler de vardı ve zulmü seyrediyordu. O meş’um manzarayı gözünü kırpmadan izleyen İmam-ıHanbelî, bir ara İmam-ı Şafii’nin tilmizlerinden birini fark etmiş ve ona fıkhî bir meseleyi sormuştu. “Mest üzerine mesh hakkında İmam-ı Şafii’nin kavli nedir?” diye soru sorunca (Hilyetü’l-Evliya’nın naklettiğine göre) Halife’nin dinî müşaviri Ebu Duad, öfkeyle şöyle demişti: “Şu adama bakın! Boynu vurulmak üzere ama hâlâ fıkhî meseleleri münakaşa ediyor…” Aslında tarih bu sahne ile iki konuya işaret ediyor: 1. Zulme maruz kalan kimseler asla ye’se kapılmamalı ve hizmetleri için gayretten asla taviz vermemeli. 2. Pek çok örneğini ileride göreceğimiz gibi, bir âlime zulmeden zalim, genellikle bir âlimi yanına alarak vicdanını serin tutmak ister. Ve maalesef zalimler pek çok defa da aradığı âlimleri (Bediüzzaman buna “ulema-i sû” diyor) bulur, onların fetvası, hatta kimi zaman kışkırtması ile çileli dönemler yaşanır. İşte yürek dağlayan bir başka rivayet: Ahmet Bin Hanbel’e yapılan işkence dayanılmaz boyutlara ulaşır kimi zaman. Ve İmam, bazen, feryat eder. Bir gün yanına bir hırsız yaklaşır ve der ki “Ya İmam! Sen hak bir davadan dolayı işkence görüyorsun ve bu tepkiyi veriyorsun; ben hırsızlıktan içerdeyim, senden daha şiddetli bir işkenceye maruz kaldım ama hiç bu kadar bağırmadım.” İmam bir anda irkilir. “Doğru söylüyorsun” der. Ve o günden sonra hiçbir çileye aldırmaz. Rivayet o ki “Beni bir hırsız irşat etti.” dermiş İmam-ı Hanbelî.

Dayanmış, hiç sızlanmamış bir daha ve bir gün bir ziyaretçi gelmiş hapishaneye. İmam Şafi’den selam getirmiş ve eklemiş “Gece Kainatın Efendisi’ni gördüm, seni taltif ediyordu. Sen ne yaptın ki Hazret-i Muhammed’i bu kadar sevindirdin?” İmam Şafii’den gelen bu mesaj Ahmet Bin Hanbel’i gözyaşlarına boğmuş… Onca zulüm o güzel insana reva görüldü de ne oldu? Zalimlerin alınlarına yapışıp kaldı o kötülükler. Ama Ahmed bin Hanbel hayatı ve eserleriyle hâlâ bir numune-i imtisal. Ya yetiştirdiği talebeler… Buhari, Müslim, Begavî… Onlar da birer numune-i imtisal değil mi! Numan Bin Sabit (İmam-ı Âzam Ebû Hanife: 699-767) Rivayet o ki Halife Cafer El Mansur (emrine ram olmadığı takdirde öldürmek maksadıyla), Ebû Hanife’yi huzura davet etti. Zehirli bir süt ikram etti. Ebû Hanife yanına oturduğu halifeye sütün midesine dokunduğunu ifade ederek içmek istemedi. Halife ısrar ediyordu. Hanefî mezhebinin kurucusu o büyük âlim sütü içti ve ayağa kalktı. Halife hayret içinde sordu: “Nereye?” İmam, mütevekkil bir eda ile döndü ve taşı gediğine koydu: “Senin gönderdiğin yere!” Kitabü’l-Mihen’de nakledilen bu hadiseye pek de şaşırmamak lazım; zira Ebû Hanife, hayatının çok büyük bir kısmını devlet zulmü altında yaşadı. Emevî döneminde de Abbasî devrinde de çekmediği cefa, görmediği eza kalmadı. Neden? Emevî yönetimi Ebû Hanife’ye kadılık görevi teklif ederek o büyük âlimi icraatına (biraz da zulmüne) ortak etmek istedi. Irak valisi (Ömer bin Hübeyre) tarafından yapılan teklifin aslî maksadını anlayan Ebû Hanife, görevi kabul etmeyince gözaltına alındı ve kırbaçlatıldı. Öyle ki, kırbaçlama işini yapan zindancı bile bir gün bu zulme “Yeter!” deyip isyan edecekti. Devir değişip Abbasîler iktidara gelince Ebu Hanife hazretleri çok sevindi.

Ona göre hak yerini bulmuş, Emevî zulmü sona ermişti. Maalesef bu umut çok sürmedi, güç zehirlenmesi ile malul Abbasî yöneticileri de benzer bir siyasete devam etti. Pek çok âlim ve âbide zulmetmeye başladılar. Abbasî halifesi, Ebû Hanife’yi yanına almak istemiş, ona hediyeler göndermişti. Büyük imam, kamu imkânları ile alınan hediyelerin hiçbirini kabul etmedi ve meşru görmedi. Buna da çok içerledi Halife Ebû Cafer el-Mansur. Musul isyanını bahane ederek halkı katletmek için fetva isteyen halifeye menfi cevap veren Ebû Hanife için tekrar zindana girmekten başka çare kalmadı. Hanefi mezhebinin ve İslam tarihinin muhteşem mütefekkiri Ebû Hanife, ne Emevî zulmüne ortak oldu, ne Abbasî baskısına boyun eğdi ama bu mehip duruşunu özgürlüğüyle, canıyla ödedi. Ona zulmedenler kendilerini “halife-i ruy-i zemin” olarak tanıtıyor ama siyasî kaygılar nedeniyle o koca İmam’a cevr u cefa etmekte bir sakınca görmüyordu. Ebû Hanife, arkasında onlarca eser bıraktı, milyonlarca insana ilham kaynağı oldu ve hep hayırla yâd edildi. Ya ona bu zulmü reva görenler?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir