Recaizade Mahmut Ekrem – Araba Sevdası

Bilindiği üzere Türk romanının ortaya çıkışı Tanzimat’tan sonra edebiyatımızda başlayan yenileşmeyle birlikte olmuştur. Osmanlı Devleti içinde başlayan Batılılaşma hareketleri bir süre sonra edebiyata da yansımış, önce Batılı yazarlardan romanlar çevrilmiş, ardından da 1870’li yıllardan itibaren Türk yazarları ilk roman örneklerini vermeye başlamışlardır. Günümüz romanı ile karşılaştırıldığında aşıldığını kolaylıkla söyleyebileceğimiz bu dönem eserleri, ne olursa olsun Türk romancılığının temelini oluşturması bakımından önemlidir. Geçmişten günümüze kadar bu eserlerle ilgili yapılan neşirlere göz atıldığında, mesela Mustafa Nihat Özön’ün yaptıkları gibi ciddi çalışmaların yanında, çoğunlukla akademik disiplinden yoksun yayınların da gerçekleştirildiği görülmektedir. Bu neşirlerin çoğunda söz konusu romanların dilinin sadeleştirilmesi yoluna gidilmiş, böylece edebiyat eserinin temeli “neyin anlatıldığı değil, nasıl anlatıldığı” prensibi yok sayılmıştır. Hatta bazı sadeleştirmelerde –sözgelimi Fazıl Yenisey’in hazırladıklarında olduğu gibi– eserlere ait olmayan ilâveler yapıldığı, bazen de bazı bölümlerin ya da paragrafların çıkarıldığı görülmüştür. Öte yandan, eserin diline herhangi bir müdahalede bulunmadan gerçekleştirilen yayımlar, aradaki yüz yıldan fazla bir dönemden doğan dil farkı dolayısıyla, eserlerin okuyucu tarafından tam olarak anlaşılmasını engellemiştir. Bu engeli aşmak amacıyla bazı neşirlerin sonuna konulan sözlükler ya da sayfa altındaki dipnotlar ise okuyucunun metne ilgisini dağıtması bakımından sakınca doğurmuştur. Bu metinlerin neşrinde, bütün bu sakıncaları göz önünde bulundurarak günümüzde bazı okuyucular tarafından bilinmeyen kelime ve tamlamaların anlamlarını metnin akışını bozmadan köşeli parantez içerisinde verme yoluna gidilmiştir. Bu yöntemle, isteyen okuyucunun metinden kopmadan bilmediği kelime veya terkibin anlamını görmesi, buna ihtiyaç duymayan okuyucunun ise bu açıklamaları görmeksizin orijinal metni okuyabilme imkânını bulması amaçlanmıştır. Bu romanları yayımlarken daha önce yapılmış neşirler de göz önünde bulundurularak hatasız ve eksiksiz metinler ortaya konulmaya çalışılmıştır. Fakat buna rağmen gözden kaçan eksikler veya yanlışların olabileceğini veya bu gibi metinlerin neşrinde daha uygun yöntemlerin bulunabileceğini belirtmemiz gerekir. Amacımız, Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın da belirttiği gibi, “zamanın sisleri ardında gözden kaybolan eski kültür eserlerimizi, günün aydınlığına çıkararak, yeni nesilleri onlar üzerinde düşündürmeye” çalışmaktı, başarılı olabildiysek kendimizi mutlu hissedeceğiz.


ARABA SEVDASI’NA DAİR Tanzimat’la birlikte Türkiye’nin toplumsal hayatında görülen Batılılaşma hareketleri Türk edebiyatına da etki etmiş, o güne kadar geleneksel formda süregelen anlatı türlerine paralel olarak Batı edebiyatının edebî türlerinden olan roman ve hikâye edebiyatımıza girmiştir. Ahmet Midhat Efendi, Şemsettin Sami, Namık Kemal, Emin Nihat Bey gibi isimlerin ardından aynı zamanda yenileşme dönemi Türk edebiyatının ilk teorisyenlerinden olan Recaizade Mahmut Ekrem de roman ve hikâye sahasında yerini aldı. Recaizade Mahmut Ekrem bu sahaya Muhsin Bey (1889) ve Şemsa (1896) adlarını taşıyan iki uzun hikâyeyle girmiştir. Romantizm akımının etkilerinin belirgin bir şekilde görüldüğü bu eserler, hem olayların işlenişi hem de anlatım bakımından basit ve başarısız eserlerdir. Bu çalışmaları takip eden Araba Sevdası ise Türk romancılığının ilk önemli eserlerinden biri olarak edebiyat tarihlerine geçmiştir. Yazar, 1889’da kaleme aldığı bu eseri 1896 yılında Servet-i Fünun dergisinde tefrika ettirmiş, daha sonra da kitap hâlinde yayımlamıştır. Gerek dergideki tefrika gerekse kitap ressam Halil Paşa tarafından resimlenmiştir. Araba Sevdası büyük ölçüde romanın baş kahramanı olan Bihruz Bey’in etrafında gelişir. Eserde yer alan diğer şahıslar, âdeta Bihruz Beyin çeşitli yönlerinin daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamakla görevlidirler. Bihruz Bey eski vezirlerden birinin çocuğudur ve babasının çeşitli vilâyetlerdeki görevleri nedeniyle düzenli bir eğitim alamamıştır. Daha sonra paşanın görevden alınmasıyla İstanbul’a dönülür ve Bihruz bir rüştiyeye yerleştirilir. Paşa tekrar bir görev gereği İstanbul’dan ayrılır, ama oğlu ile karısını bu defa yanında götürmez. Paşa iki sene sonra döndüğünde oğlunun eğitimini yeterli görerek onu okuldan alır ve devlet dairelerinden birine yerleştirir. Ayrıca Fransızca, Arapça ve Farsça ders alması için oğluna maaşlı hocalar tutar. Yazar, Bihruz Beyin Fransızca öğrenme macerasını şu cümlelerle aktarır okuyucuya: “Bihruz Bey ilk hevesle beş altı ay kadar kaleme devam ederek daha Fransızca bir ibare okumaya iktidar hâsıl etmeden ağızdan bellediği bir hayli elfaz ve terakip ile en alafranga genç beylerin tavır ve kıyafet ve hâl ve hareketini taklitte hakka ki bir büyük eser-i istidat gösterdi.

” Burada dikkat çeken en önemli ibare ve kelimeler “daha Fransızca bir ibare okumaya iktidar hâsıl etmeden…” ve “taklit”tir. Bunlar Bihruz Beyin mizacını ortaya koyan ilk ipuçlarıdır. Bihruz’un özelliklerinin ortaya konduğu ilk bölümlerdeki bir diğer önemli paragrafta Bihruz’un hobileriyle karşılaşırız: “Vilâyetlerde bulunduğu zaman en büyük zevki, sırmalı esvap içinde, midilli veya at üzerinde, arkasında çifte çifte uşaklarla sokak sokak gezip dolaşmaktan ibaret olan bu beyin İstanbul’a geldikten sonra merakı üç şeye masruf oldu ki birincisi araba kullanmak, ikincisi alafranga beylerin hepsinden daha süslü gezmek, üçüncüsü de berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla Fransızca konuşmak idi.” Burada araba kullanmak ve süslü giyinmek devrin alafranga tipinin en önemli özellikleri arasındadır. Roman boyunca araba ile Bihruz Beyin alafrangalığı birbirine paralel bir gelişim gösterirler. Başlangıçta okuyucu Bihruz Bey hakkında fazla bir şey bilmez, onun sadece bir alafranga olduğu bilgisini alır. Buna karşılık arabası da yepyeni ve çok güzeldir. Roman ilerledikçe Bihruz’un alafrangalığının sağlam bir temele dayanmadığı, sadece gösterişten ibaret olduğu görülür. Aynı şekilde romanın sonlarına doğru arabanın bazı yerleri çizilmiş, çarpılmıştır. Tıpkı Bihruz’un alafrangalığı gibi onun da boyası dökülmüştür. Diğer taraftan Bihruz’un “berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla Fransızca konuşmak” sevdası onun ne kadar Fransızca bildiğini ortaya koyar. Berberler, kunduracılar, terziler ve garsonlar bir yabancı dili ancak ihtiyaçları oranında kısıtlı bir kelime kadrosuyla kullanırlar. Yazarın bu ifadesi de Bihruz’un yabancı dil bilgisini dolaylı olarak ortaya koymakta, yani onun Fransızca’yı, öğrendiği sınırlı sayıdaki kelimelerle konuştuğunu gösterir.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir