Robert Ludlum – Geçmişi Olmayan Adam

Balıkçı gemisi karanlık, hırçın; denizin öfkeli dalgalarına bata çıka ilerlemeye çalışıyordu. Dev gibi dalgalar büyük bir güçle tekneye vuruyor, sular köpük köpük güverteden akıyordu. Tahtalar gıcırdıyor, halatlar bükülüp kopma noktasına gelene dek geriliyor, gemi iniltiyi andıran sesler çıkarıyordu. Arka arkaya iki patlama, deniz ve fırtınanın homurtusuyla teknenin iniltisini yardı. Patlamalar loş kamaradan gelmişti. Bir adam kapıdan fırlayarak bir eliyle küpeşteyi yakaladı. Diğer elini de midesine bastırmıştı. İkinci adam korkunç bir niyetle usulca onu izledi. Kamara kapısına dayanıp dengesini bularak tabancasını kaldırdı. Arka arkaya ateş etti. Küpeştedeki adam ellerini birden başına götürdü ve vücudu dördüncü merminin şiddetiyle geriye doğru büküldü. Balıkçı teknesinin burnu birden iki dev dalganın arasına girince, yaralı adamın ayakları yerden kesildi. Elleri başında, sola doğru dönerken, kapı ağzındaki adam da sendeleyerek kamaranın içine doğru itildi. Beşinci kurşun da hedefini bulmuştu. Yaralı adam haykırdı.


Elleriyle tutunabileceği bir şey arıyordu. Sürekli olarak suratına çarpan su zerreleri ve akan kanlar yüzünden gözleri görmez olmuştu. Yakalayabileceği bir şey de yoktu. Vücudu öne doğru kayarken dizleri büküldü. Tekne şiddetle iskele yanına yatarken, kafası kurşunlarla parçalanan adam da yandan kayarak aşağıdaki çılgın, karanlık denize gitti. Şafağın ilk ışıkları Akdeniz’in sakin sularını pırıldatıyordu. Küçük bir balıkçı teknesinin elleri halat yanığı içinde kalmış, gözleri kanlı kaptanı denizin düzgünlüğünden hoşnut, kıçta oturmuş bir Gauloise sigarası içiyordu. Açık kaptan köşküne bakınca, kardeşinin daha hızlı gidebilmek için gaz verdiğini gördü. Teknenin tek tayfası da birkaç metre ötedeki ağları kontrol ediyordu. Kardeşiyle gemici aralarında konuşup bir şeye gülüyorlardı. Bu da iyiydi, çünkü bir gece önce durum hiç de gülünecek gibi değildi. O fırtına nereden kopup gelmişti? Marsilya’dan aldıkları hava raporunda böyle bir şey belirtilmiyordu. Öyle olsaydı kıyıya sığınırlardı. Şafak vakti La Seynesur Mer’in seksen kilometre güneyindeki avlanma sahasına erişmişti kaptan. Fakat pahalıya patlayacak hasarları göze almak niyetinde değildi.

Artık tüm onarım işleri, ateş pahasıydı. Gözlerini kapatarak ellerini güverteyi kaplayan tuzlu sulara soktu. Halattan berelenen ellerine deniz suyu iyi gelirdi. Bunlara fırtınada yerinden fırlayan halatlar neden olmuştu. “Bak! Orada!” Seslenen kardeşiydi. Anlaşılan kardeşinin güçlü gözleri onun uyumasına izin vermeyecekti. Kaptan haykırdı. “Ne var?” “Burun, iskele. Suda bir adam var! Bir şeye tutunmuş! Bir tahta parçası olacak!” Kaptan dümene geçerek tekneyi sudaki adamın sağına yaklaştırırken, dalga yapmamak için de hızı kesti. Adam en küçük harekette tutunduğu tahtadan kayıp gideceğe benziyordu. Tahtayı kıskaç gibi tutan bembeyaz elleri dışında vücudu boğulmuş ve bu dünyadan göçmüş bir adamınki gibi gevşekti. Kaptan kardeşiyle tayfaya, “Halatları ilmek yapın!” diye bağırdı. “Suyun içine sokup bacaklarına geçirin. Dikkatli olun! Halatları beline kadar çıkarın. Usulca çekin.

” “Elleri tahtayı bırakmıyor!” “Uzan ve ellerini aç. Belki elleri ölüm yüzünden kenetlenmiştir!” “Hayır. Sağ… Dudakları kımıldıyor fakat sesi çıkmıyor gözleri de açık ama bizi gördüğünü sanmıyorum.” “Ellerini kurtardık!” “Onu kaldırın. Omuzlarından tutup yukarıya çekin. Yavaş olun!” Tayfa, “Aman Tanrım!” diye haykırdı. “Başına bakın. Yarılıp açılmış!” Kaptanın kardeşi düşüncesini açıkladı. “Fırtınada kafasını tahtaya vurmuş olacak.” Kaptan yaralara bakarak bu varsayımı kabul etmedi. “Hayır. Ustura kesmiş gibi temiz yara. Buna kurşun neden olmuş. Onu vurmuşlar.” “Bundan emin olamazsın.

” Kaptan gözlerini adamın vücudunda gezdirdi. “Birden çok yarası var. İle de Port Noir’a gideceğiz. En yakın ada orası. Rıhtımda bir doktor var.” “İngiliz mi? “Hastalara bakıyor ya…” Kaptanın kardeşi, “Bakabildiği zamanlar,” diye karşılık verdi. “Şarap izin verdiği zaman. Doktor hastalarından çok hastalarının hayvanları konusunda başarılı oluyor.” “Ziyanı yok. Biz oraya erişene kadar bu da bir ceset olacak. Yaşayacak olursa, fazla benzin parasıyla tutamadığımız balıkların karşılığını ondan isterim. Ecza çantasını getir. Başını sarmamız belki işe yarar.” Tayfa, “Bakın!” diye bağırdı. “Gözlerine bakın.

” Kaptanın kardeşi sordu. “Ne olmuş gözlerine?” “Bir az önce gözleri çelik halatlar kadar griydi. Şimdi de masmavi!” Kaptan omuz silkti. “Güneş daha parlak şimdi. Ya da gözlerin seni aldatıyor. Neyse önemi yok. Mezarda hiç renk bulunmaz.” Balıkçı teknelerinin sürekli düdüklerine martıların hiç kesilmeyen çığlıkları karışıyor, hep birlikte doklara özgü evrensel sesi oluşturuyorlardı. Akşamüzeri yaklaştığı için güneş batıda ateşten bir top olmuştu. Hava durgun, çok nemli ve sıcaktı. Rıhtımın yukarısında, limana bakan parke döşeli bir yol ve birkaç boyası dökülmüş beyaz ev vardı Bunlar birbirlerinden kuru topraklar ve kumlardan fışkırmış otlarla ayrılıyorlardı. Yıkılmakta olan verandalar kazıklarla tutturulmuştu. Bu evlerin yıllar önce iyi günler görmüş olduğu belliydi. Her birinin sokağa inen toprak yolu vardı. Sıradaki son evin yolu diğerlerinden fazla aşınmıştı.

Burası sekiz yıl önce kimsenin anlamadığı ya da aldırmadığı koşullar yüzünden Port Noir’a gelen bir İngiliz’e aitti. Adam doktordu ve rıhtımın da bir doktora ihtiyacı vardı. Çengeller, şişler ve bıçaklar para kazanmanın yanı sıra yaralamada da kullanılıyordu. İnsan doktoru iyi bir gününde yakalayabilirse atılan dikişler fena olmazdı. Fakat viski ya da şarap kokusu fazla belliyse, o zaman iş talihe kalmış demekti. Ama yine de hiç yoktan iyiydi. O gün yoldan kimse geçmemişti. Pazardı ve cumartesi geceleri doktorun köyde kör kütük olana kadar içtiğini herkes biliyordu. Yalnız son birkaç haftadır doktorun programını değiştirdiği ve köyde hiç görünmediği de anlaşılmıştı. Ne var ki, pek büyük bir değişiklik de sayılmazdı bu. Doktora devamlı olarak şişelerle İskoç viskisi gönderiliyordu. La Clotat’dan gelen balıkçı teknesi, insandan çok cesedi andıran o yabancıyı getirdiğinden, beri evinden çıkmamıştı doktor. Doktor Geoffrey Washburn irkilerek uyandı. Gözlerini kırpıştırarak kendisine gelip açık yatak odası kapısından içeriye baktı. “Orada kestirirken yine hastasının anlaşılmaz sözleri yüzünden mi uyanmıştı? Hayır, hiç ses yoktu.

Dışarıdaki martılar bile bir lütuf sayılacak kadar sessizdiler. İle de Port Noir’ın kutsal günüydü. Hiçbir tekne avladığı balıklarla dönerek kuşları kışkırtmazdı. Washburn koltuğunun yanındaki masada duran boş bardakla yarısı boşalmış viski şişesine baktı. Bu bir gelişme sayılırdı. Normal bir pazar gününde şimdiye dek şişe çoktan boşalmış olurdu. Kendi kendine gülümseyerek her ay yolladığı parayla viski içmesini sağlayan Coventry’deki ablasına şükretti. Bess iyi bir kadındı ve istese ona çok daha fazlasını yollayacak durumdaydı. Fakat yine de doktor yaptıklarından dolayı ablasına teşekkür borçluydu. Bir gün ablası ölecek, para da gelmeyecekti. Kendisi de sonunda hiçbir acı kalmayana dek dertlerini en ucuz şarapla unutmaya çalışacaktı. Bu kaçınılmaz gerçeği kabullenmeye başlamıştı… Üç hafta beş gün önce isimlerini vermek istemeyen balıkçıların denizden çıkarıp kapısına getirdikleri yarı ölü yabancıyı görene kadar bu sonu kabul etmişti. Balıkçılar bir iyilik etmiş ama işe karışmaktan kaçınmışlardı. Tanrı bunu anlardı. Adam vurulmuştu.

Ancak balıkçılar adamın vücudunda ve kafasında kurşunların dışında bir derdi olduğunu anlayamamışlardı. Sıska doktor koltuktan kalkarak sendeleye sendeleye limana bakan pencereye gitti. Jalûziyi indirip güneşe engel olmak için gözlerini kısarak jalûzinin aralığından yola baktı. Bir balıkçı ailesi atlı arabayla pazar gezintisine çıkmıştı. İnsan böyle bir manzarayı başka nerede görebilirdi? Sonra yaz aylarında bakımlı atların çektiği arabaların dolaştığı Londra’daki Regent Parkını anımsadı. Bu kıyaslamaya yüksek sesle güldü. Fakat kahkahası çabucak kesildi. Üç hafta önce düşünülemeyen bir şey bu kahkahanın yerini aldı. İngiltere’yi bir daha görme umudunu unutmuştu. Ama bu değişebilirdi artık. O yabancı bunu değiştirebilirdi. Teşhisinde yanılmamışsa bu, herhangi bir gün, saat ya da dakikada olabilirdi. Bacaklar, karın ve göğüsteki yaralar derin ve tehlikeliydi. Kurşunlar saplandıkları yerlerde kalmamış ve yaralar deniz suyuyla devamlı dağlanmamış olsaydı, ölüme yol açabilirlerdi. Bunları çıkarmak öyle tehlikeli de olmamıştı.

Dokular yumuşamış, sterilize edilmiş, yani neştere hazır duruma gelmişti. Asıl sorun kafadaki yaraydı. Yara beyin zarının altına iniyor ve thalamus ile hippothalamuş (*) bezlerinin lifli kısımlarına kadar işlemişe benziyordu. Kurşun iki tarafta da birkaç milimetre öteye saplansaydı yaşamsal işlevler sona ererdi. Neyse bu olmamıştı. Washburn da bir karar alarak otuz altı saat içkiye el sürmemiş, mümkün olduğunca nişastalı besin alıp su içmişti. Londra’daki Macleans Hastanesinden atıldığından beri en nazik ameliyatı yapmış sayılırdı. Beynin lifli kısımlarını fırçayla milimetre milimetre temizlemiş, sonra yaranın üstüne zarı gerip dikmişti. Bunları yaparken de fırça, iğne ya da pensle yapacağı en küçük bir hatanın hastanın ölümüne neden olacağının bilincindeydi. Tanımadığı bu hastanın ölmemesini birkaç neden yüzünden istemişti. Fakat asıl bir neden önemliydi. Ameliyat sona erip hastada canlılık belirtileri aynı şekilde devam edince, Geoffrey Washburn de şişesine dönmüştü. Sarhoş olmuş ve sarhoşluğu sürdürmüş ama sızmamıştı. Daima nerede olduğunu ve ne yaptığını biliyordu. Bu da kesin bir ilerleme sayılırdı.

Artık neredeyse yabancı gözlerini açacak ve ağzından anlaşılır sözler dökülecekti. Bu her an olabilirdi; Önce sözler duyuldu. “Kim var orada? Bu odada kim var?” Washburn ağır ağır ayağa kalktı. Ani bir hareket ya da sesle hastayı korkutmaması önemliydi. Önündeki birkaç dakika, yaptığı ameliyatlar kadar nazikti. İçindeki doktor bu ana hazırdı Yumuşak sesle, “Bir dost,” diye mırıldandı. “Dost mu?” “İngilizce konuşuyorsun. Böyle olacağını düşünmüştüm. Amerikalı ya da Kanadalı olduğunu sanıyordum. Diş dolguların İngiltere veya Paris’te yapılmamış. Kendini nasıl hissediyorsun?” “Pek bilemiyorum…” “Bu biraz zaman alır. Barsaklarını boşaltma ihtiyacı duyuyor musun? Sol yanındaki beyaz kap bunun için. Zamanında yetişebilirsek tabii.” “Özür dilerim.” “Hiç dileme.

Bu doğal bir ihtiyaç. Ben doktorum. Senin doktorun. Adım Geoffrey Washburn. Senin adın ne?” “Efendim?” “Adının ne olduğunu sordum.” Yabancı başını çevirerek sabah güneşinin aydınlattığı beyaz duvara baktı. Sonra dönerek mavi gözlerini doktora dikti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir