Carl-Johan Vallgren – Bir Garip Aşk Öyküsü

Doktor Johann Götz 1813 yılının bir şubat akşamı muayenehanesinde, ecza dolabındaki ilaç şişelerini düzenlerken, kehribar taşlı o eski gümüş yüzüğü buldu. On dört yıl önce karısının hediye ettiği nişan yüzüğüydü bu. O zamanlar, ünlüAlbertina Udžniversitesi’ndeki tıp eğitimini daha yeni bitirmiş ve Königsberg’deki muayenehanesini yeni açmıştı. Kızları henüz doğmamış, iki hizmetçileri olmamış, serveti büyümemiş ve daha önceki unvanlarının yanına aşağılayıcı berber-cerrah unvanı eklenmemişti. Bütün gün yaptığı muayenelerle hassaslaşmış parmak uçları, yüzüğüağrı kesici merhem ve müshilleri koyduğu dolabın raϐları arasındaki bir çatlakta buldu. Yüzük, yoğun bir haftanın hercümerci içinde yanlışlıkla orayı boylamış olan, dondurulmuş cıva kremi kutusunun yanındaydı. Pencerenin önünde durdu. Ikǚ i gündür şehri kasıp kavuran kar fırtınası hâlâdevam ediyordu. Yüzüğü en son ne zaman görmüştü hatırlayamadı. Eski ticaret evindeki mutat taşınmalardan birinde kaybolmuş olmalıydı. O zamanlar muayenehanesi, müşteri yoğunluğuna göre, giderek daha büyük odalara taşınıyordu. Muayene masasının üzerindeki gaz lambasını yaktı ve yüzüğüışığa tuttu. Taşın içine akrepler ailesinden, Mısır’ın gizli kutsal akrebiyle akraba bir böcek, bir kınkanatlı hapsolmuştu. Götz alet dolabından bir büyüteç aldı. Bir tıp adamının soğukluğuyla incelemeye başladı.


Çarpık haline bakılırsa, böceği kozasından çıkar çıkmaz yakalamıştı ölüm. Kafası normalin iki katı, neredeyse bedeni kadardı. Altı ayağın yalnızca üçü gelişmişti. Çenesi ve antenleri hiç yoktu. Reçine camdan tuzağına aldığında çoktan ölmüş olmalıydı. Doktor yüzüğü parmağına geçirdi ve refah içinde geçen yılların ϐizyonomisinde yarattığı tahribata rağmen, yüzüğün hâlâ parmağına oturduğunu görmek onu mutlu etti. Şanslı bir adam olduğunu düşünüyordu. On dört yıl önce olduğu gibi, ona hâlâateşli bir aşkla bakan bir karısı, ne çeneleri, ne bacakları eksik olan iki kusursuz kızı vardı. Muayenehanesi her geçen gün daha da büyüyor, her kar fırtınasında ihtiyacı olan dinlenme fırsatını bulduğu için seviniyordu, yeminli düşmanlarının bile saygı duyduğu bir ismi vardı. Lavoisier’in kimyası üzerine yaptığı araştırmalardan dolayı ünü Doğu Prusya’nın sınırlarını aşmıştı. Çocukların üst kattan gelen kahkahası, karısının çocukları anne şeϐkatine bulanmış bir sesle uyarması, mutlu bir ailenin varlığını teyit ediyordu. Götz, son merhem şişesini de yerleştirdikten sonra dolabın kapağını kapadı. Laboratuvar masasının üzerindeki galvanik pil yığınının hemen yanında –bunları Königsberg’in burjuva kadınlarının migren ağrılarını tedavi etmek için yeni almıştı– fakülte yıllarından kalma büyüteç vardı. Içǚ inden gelen bir dürtüyle yüzüğü merceğin altına koydu ve reϐlektörü çalıştırdı. Gözlerinin önüne minyatür bir dünya yayıldı: kum taneleri, toz parçacıkları, mikroskobik hava baloncukları ve daha önce çıplak gözle göremediği minik bir böcek larvası.

Binlerce yıl önce, çürümüş bir ağaç gövdesinden, dayanılmaz neolitik güneşle eriyip akan reçine, geçmiş zamanlardan günümüze bir parça taşımıştı. Bu, tarihöncesi, hiç değilse temel uyumun bozulmadığı zamanlardan rehin düşmüş bir kınkanattı. Doktor amberin güzelliğinden aldığı ilhamla düşlere daldı; tehditkâr savaşçılarla dolu Viking gemileri, atlı Haçlılar ve Alman ticaret gemileri, vahşi Prusyalılarla amber ticareti yapmak için Pregel ırmağından yukarı doğru çıkıyorlardı. O bölgeler doktorun beşiğiydi, dünyanın o köşesinde doğmuştu. Çoğu tüccar ve doktor olan akrabalarının soyu Brusyalı, Prusyalı ya da Ruslara dayanıyordu. Içǚ indeki bilge, doktoru yorum yapmaya teşvik ediyordu; amber toplayıcılarının çocukları, ortaçağın sonlarında bir zaman, Praglı Adalbert, Bruno von Querfurt, Hermann von Salsa, ya da efsanevi başka bir Haçlı şövalyesi tarafından Hıristiyan olmaya zorlanmışlardı. Atalarım, diye düşündü doktor ürpererek, hayvanlara ve atalarının ruhlarına tapınıyorlar, kutsal addettikleri ağaçların önünde diz çöküyorlar, kurban olarak ağaçlara asılmış kölelerin bedenlerinin etrafında esrik şarkılar söylüyorlardı; belki şimdi onun merceğinin altındaki gümüş bir yuvaya kakılmış reçine de böyle bir ağaçtan damlamıştı. Hilkat garibelerini de kurban ediyorlardı, tavşandudaklıları, körleri, sağır-dilsizleri ve ikiz oğlan çocuklarının sonra doğmuş olanını.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir