Necdet Sakaoğlu – Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi

Türkiye Cumhuriyeti, yeterli kurumlaşmaya ve kadroya kavuşmamış 80 yıllık bir eğitim geleneği devralmıştı. Cumhuriyet eğitimi de neredeyse bir o kadar zamanlık yol aldı. Fakat görülüyor ki ilk dönemin köklü atılımları, denenmiş doğrular yerine “koy kaldır” kolaylıkları yerleşmiş… 1920’lerde Atatürk’ün çizdiği eğitim politikası, sisteme ve mesleğe dayandırılmıştı: “Mektep genç dimağlara insanlığa hürmeti, millet ve memlekete muhabbeti, şerefli istiklâli öğretmeli, en mühim vazife maarif işleri olmalı, öğretme vazifesi güvenilir ellere teslim edilmeli, muallimlik diğer yüksek meslekler gibi, refah teminine müsait bir meslek hâline konmalı” idi. Ziya Gökalp’in düşüncesi “Millî kültürümüzü keşfederek dinde, ahlâkta, dilde, estetikte, ekonomide nasıl bir kişiliğe sahip olduğumuzu anladıktan sonra kesin bir surette millî eğitim dönemine girmenin doğru olacağı” yönündeydi. Millî ve laik eğitimin öncüsü Mustafa Necati ise eğitimi bir bilim ve uzmanlık işi görüyordu. Öğretmenliği bir meslek haysiyetine kavuşturan, Öğretim Birliği Yasasını (Tevhid-i Tedrisat) uygulayan, Harf Devrimi ile kitle eğitiminin temellerini atan odur. İlk Maarif Vekillerinden Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Dağ Yolu’ndaki bir söylevinde “Mektep bir iş evidir, esnaf ocağıdır. Bir ihtiyaçtan doğar… Çocuklarımızı neşesizliğe, cesaretsizliğe ve hayatta ricacı bir vaziyete düşüren bugünkü ölgün ve uhrevî terbiyemiz yerine, hayata bağlı, elinde sanatı olan işçi nesli yetiştirecek amelî (uygulamalı) terbiyeyi koymalıyız!” diyordu. Cumhuriyetin eğitim politikası, kültürü, yeni Türkiye’nin temeli yapmaktı. Mustafa Necatiler, Hasan Ali Yüceller, sorunu salt okuma-yazma kıtlığında görmemekte; köylü kitlesinin ve toplumun kalkındırılmasını eğitim yoluyla sağlamaya çalışmaktaydılar. Köye dönük eğitim; Millet Mektepleri, Halkevleri; yetmeyince Köy Enstitüleri ile gündeme getirildi. Eğitim; 1950’ye değin, ilköğretim ve okuma-yazma ağırlıklı, halkın gönenmesine dönüktü. Oysa 1950-1960 arasında kalitesiz orta öğretime, 1960’tan sonra da yüksek öğrenime yönelinmiştir. Bir başka, açıdan bakılınca ilk dönemde, eğitimin tabana yayılması ve laiklik; Hasan Ali Yücel döneminde (1938-1946) işe dönük eğitim, yeni hayat-yeni insan; çok partili yaşama geçilince de odunculuk ve prensipsizlik politikaları yakalanmaktadır. 1970’ten sonra ise, genç nüfus patlaması ve çok yönlü çalkantılar sonucu, kontrol ve disiplin mekanizmalarının zayıfladığı görülebiliyor.


Çok partili yaşam sürecine girildikten sonra ilkelerin, içtenliklerin, ödünsüz uygulamaların bırakıldığım, 1984’te Ankara’da bir araya gelen eski Millî Eğitim Bakanları itiraf etmişlerdir: “Millî Eğitimde devlet politikası temin edilememiştir… Maarife particiler tarafından müdahaleler olmuştur. Bir vilâyetten bir heyet gelir, falan yere lise açılmazsa bizden oy yok derler. Başbakan heyetin yanında telefon açar. Millî Eğitim Bakanına falan yere lise açınız! der… Halk tabiriyle bir müdür bir mühür açarız… 1946 sonrası ödün vermeye yatkındı. İlkokullara din dersi koydum. İlahiyat Fakültesi’ni, İmam-Hatip okullarını açtım. Bizim Bakan devrimleri yıkıyor! dediler” (Tahsin Banguoğlu). “Millî Eğitim Bakanlığı denilebilir ki hedefinden bir ölçüde saptırılmış ve millî öğretim bakanlığı hâline gelmiştir. Okullarda bilginin yanında eğitime yer verilmiyor…” (Rıfkı Salim Burçak). “Fizikî imkân önemli bir meseledir. Senede bir milyon çocuk geliyor okullara. Bir türlü yetişemiyoruz, okul yapmaya, laboratuvar yapmaya…” (Orhan Oğuz). “Öğretmen yetiştiren müesseseler bakanlıktan ayrılmıştır. Kanaatimce en yanlış hareket budur. Üniversitede öğretmen yetiştirmek mümkün değildir… Laiklik konularında hassas olunmalıdır.

Bilhassa İmam-Hatip okulları açıldıktan, din dersleri okutulmaya başladıktan sonra bu, hassas bir konu olmuştur.” (Orhan Dengiz). “Bakanlık, millî olma vasfını kaybetmiştir. Millî Eğitimde sâdece öğretim kalmıştır… Eğitim ve öğretmen politize olmuştur.” (A. Naili Erdem). “Bir müdür bir mühür ile hemen ortaokul veya lise açma yoluna sapılırsa, ekonominin ihtiyaçları ile eğitim arasındaki ilişkiler kopabilir. Üniversite kapısında gereksiz yığılmalar, diplomalı işsizlik artar… En düşük puan alanlar öğretmen okullarına giderse kendisi orta öğretimde başarısız olan kişi, günün birinde öğretmen olduğunda korkarım, başarılı öğrenciye sempati duymaz… Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ilke ve amaçlarının ortadan kalkmasından korkuyorum.” (Turhan Feyzioğlu). “Hâlâ köyde talebe, koltuğunun altında tezekle, odunla okula gidiyor… Bize gelip ille şu köye lise aç diyorlar. Biz de dayanamıyoruz, açıyoruz!” (Sabahattin Özbek). “Eğitim sorununun çözümünü güçleştiren bir nokta da demokratik rejimlerde, siyasal kaygıların eğitime yansımasıdır.” (Sefa Reisoğlu). “Rakam verirsem ülkemizdeki yetersiz durum iyice açıklığa kavuşacaktır. Türkiye, millî gelirinin ancak yüzde 04’ünü eğitime ayırmaktadır.

Bu oran, Kanada’da yüzde 2,11 Hollanda’da yüzde 2, Amerika’da yüzde 1,7’dir. Türkiye’de her yıl 1.7 milyon çocuk okullara yeniden gelmektedir. Mevcut durumu düzeltmekte sıkıntılı olan Türkiye, nüfus artışına karşı daha da kötü duruma girmektedir.” (Hasan Sağlam). (Eski Bakanlar ve Müsteşarlarla Yapılan Toplantı Metinleri, Ankara 1984). 1989’da göreve gelen Ayni Akyol’un, 1990-1991 Öğretim Yılı mesajındaki tanısı daha da önemli: “Eğitim sistemimizin değişik kesim ve kademeleri arasında bütünlük ve tutarlılık sağlanamamıştır. Dershane, laboratuvar, kütüphane, atelye gibi tesisler ile öğretim araç-gereçlerindeki yetersizlikler, eğitimin kalitesini, fırsat ve imkân eşitliğini olumsuz yönde etkilemektedir. Eğitim ve öğretimde çağdaş teknolojinin imkânlarından yararlanamamaktadır. Çocuğumuza geçerliliğini yitirmiş, faydasız, temelde ezbere dayalı, yaratıcı gücü köreltir, ölü bilgiler veriliyor… Zorunlu öğretimi hâlâ beş yılla sınırlı tutan 12 ülkeden tekiyiz.” Gelip geçen bakanların çizdiği bu karamsar tabloyu daha da karartan tesbitler çok… H. Hüsnü Cırıtlı “Çağdaş uygarlık düzeyi üstüne çıkacağımız umudunu yarım yüzyıldır her gün dua eder gibi yinelemeden edemiyoruz… Zengin vatandaşların yardımlarından kamuyu yararlandırmak iyi bir şey olmakla beraber, onların hamiyetlerine bel bağlayarak okul yapımını, cami yaptırma benzeri bir hayrat alanı haline getirmenin devletten ve toplumdan götüreceklerini iyi hesaplamak gerekir” (“Çağdaş Uygarlığa Giden Yol” Cumhuriyet, 9 Eylül 1986) diyor. Abdullah Nişancı’nın açıklamalarına göre “Eğitim tarihimizde kâğıt üzerinde ve dosya içinde kalmış bir yığın, proje ve raporlar mevcuttur… Okulların fizikî durumları, sayı ve kapasiteleri de dikkate alındığında, Millî Eğitimimizin her kademe ve derecede insanımızın yetiştirilmesinde yetersiz kaldığı görülmektedir.” (Millî Eğitim Sempozyumu, Tercüman’ın Özel İlâvesi, 20-22 Ocak 1984).

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir