Tuna Kiremitçi – Gönül Meselesi

Arda’nın rüyasındaki Ertuğrul, bir meleğe benziyordu. Vaha gibi bir yerdi; yeşil ve ıtır kokulu. Ağaçların ortasında, sırtı dönük duruyordu. Gündoğumundan gelip her boydan yaprağın arasından zahmetle geçen bir ışık demeti, onu bölük pörçük aydınlatmıştı. Kollarını kavuşturmuş, başını eğmişti. Eski bir heykeldi üstelik; yapıldığı su mermeri yer yer kararmıştı. Uzaklardan, çölün iç taraflarından duyulan Kemani Sahak Efendi bestesi, sabah rüzgârının ağaçlardaki hışırtısını cevaplıyordu: Git artık, kendini çok sevdirmeden. Yüzünü göremiyordu ama Ertuğrul olduğunu anlamıştı. Buda heykeline bile dönüşse tanırdı onu; insan sevdiğini yüzünden değil, yanındayken içinde uyanan duygudan tanıyordu. Bakarken kalbi hasretle doldu; sanki en son yıllar önce görmüştü. Nedenini, dikkat edince anladı. Karşısındaki, yirmi küsur yıl önceki Ertuğrul’du. İkisinin de genç olduğu, vahşi zamanlarına benziyordu. Belki de o an asıl hasreti, kendi genç haliydi. İnsan ilk aşkıyla karşılaşınca gençliğini hatırlıyordu.


Kendini onu tanıdığı zamanki gibi hissediyor, hâlâ öyle olduğu vehmine kapılıyordu. Aynalarda bekleyen acı gerçekle yüzleşmeden önceki her saniye tatlıydı, yaşamaya değerdi. Onu melek olarak görmesinin nedeni buydu. Genç olurdu melekler. Sportmen vücutları, ancak gençlerin taşıyabileceği büyüklükte kanatları olurdu. Ertuğrul’un vücudu da narin ve atletik görünüyordu. Onu mermerden yontansa kendi hayal gücüydü. Yıllar sonra karşısına çıkmasından o kadar etkilenmişti ki, şerefine heykelini yapmıştı. Bilinçaltının ne usta bir heykeltıraş olduğu, heykelin güzelliğinden belliydi. Ama harcanmış bir yetenekti bu, başka kimse için kullanılmamıştı. Ertuğrul ise melek olmayı aslında hak etmiyordu. Umursadığı bile söylenemezdi. Bu da niye bir araya gelemediklerini açıklıyordu: Ondan melek yapmaya çalıştıkça kaçmış, sağını-solunu yontmasına izin vermemişti. Heykeliyle gurur duymak, başkalarına gösterip övünmek hakkıydı ama etrafta kimse yoktu. Bilinçaltının vahasında Ertuğrul ve o yalnızdı.

Bula bula arkeologlar tarafından keşfine yüzyıllar olan, kum tepelerinin örttüğü bir uygarlığın kalbinde bulmuşlardı birbirlerini. Bu, tam Ertuğrul’a göre bir numaraydı. Onun istediği şekle girse bile, başka kimse tarafından görülmeyeceği bir vaha yaratmayı her defasında başarıyordu. Kadınlar tarafından şekillendirilmekten korkan bütün erkekler gibi o da işleri gizlilik içinde yürütüyor, karşısına sevdiği yüzüyle ancak meçhul çöllerin ücra köşelerinde çıkıyordu. Bir kadının onu şekillendirdiğinin öğrenilmesi, şanına leke sürebilirdi. Arda, vahadan kaçsa bile heykeli gösterebileceği kimseyi bulamayacaktı. En iyisi bir yere gitmeyip tanıklık etmekti. Derken heykel dönmeye başladı. Kendiliğinden değil de altındaki kaidenin hareketiyle dönüyordu sanki. Çok yavaş, sabır zorlayan bir dönüştü ama çalan nağmelerle uyum içindeydi. Makamın inişçıkışlarına göre hızlanır gibi oluyor, sonra yine yavaşlıyordu. Koşup sarılmak istese de içinden bir ses ağır olmasını söylüyordu. Daha önce kanatlı bir mahluğa sarılmamıştı, başına ne geleceği hakkında fikri yoktu. Sonunda bir kanat darbesiyle yaralanmak da vardı. Onun dile gelmesini, tatlı sözler söylemesini, kaideden inip elini tutmasını boş yere bekledi.

Belki de dile gelen kendisi olmalıydı. Ertuğrul, bir şeyi çocuğa anlatır gibi söylemezseniz anlamayan erkeklerdendi. Dönüş nihayet tamamlandığında şaşırıp kaldı. Heykelin karnı burnundaydı. En az yedi aylık hamileydi. Onun bildiği melekler cinsiyetsiz olurdu, hamile kalmalarına imkân yoktu. Bilinçaltının neler çevirdiğini anlamasa da, gördüğü manzaradan hoşlanmamış değildi. Hatta hamileliğin Ertuğrul’a yakıştığını düşünüyordu. Çocuğun kendisinden olduğu duygusuna kapılmıştı. “Bu çocuğu istemiyorum,” dedi Ertuğrul, buz gibi bir sesle. Arda, hamilelikte insanın karışık, bel bağlanmaz, zıddına dönüşebilen duygular yaşadığını kendi deneyiminden biliyordu. Madem hamile olan Ertuğrul’du, o zaman anlayışlı olmak kendisine düşüyordu. Bu sefer öbür yakasındaydı suyun. “Neler hissettiğini anlıyorum,” dedi, ona bir adım yaklaşıp. “Bunları ben de yaşadım.

Sabırlı olman lazım.” “Sabırlı olmak istemiyorum. Bu kanatları taşımak zaten yeterince zor. Bir de çocuk iyice ağır geliyor.” “Senin için ne yapabilirim?” “Onu benden kurtar.” “Bu imkânsız, biliyorsun.” “Yapabilirsin. Hemen şurada bir bıçak var. Onunla karnımı yar ve çocuğu çıkar dışarı. Bana bu yükü daha fazla taşıtma.” Otların arasında, kabzası ve kını pirinçten bir bıçak duruyordu. Üstelik söylediği olmayacak şey değildi. İşinin ehli bir cerrah bu bıçakla bebeği çıkarabilirdi. Karnının büyüklüğüne bakılırsa, Ertuğrul’un içinde gelişeceği kadar gelişmiş olmalıydı. Tek sorun, etrafta değil bunu yapacak cerrah, çöl Bedevisinin bile olmamasıydı.

“Sen yapacaksın,” dedi, aklını okumuş gibi. “Bıçağı al ve gerekeni yap. Sana yalvarıyorum.” Bıçağa doğru yürümeden edemedi Arda. Eline aldığında, ruhuna yayılan tekinsiz gücü hissetti. Ertuğrul’un isteği şimdi makul görünüyordu. Hatta karşılığında alacağı şeyin yanında, işten bile sayılmazdı. Bir meleği kesecek ve çocuk sahibi olacaktı. Şu dünyada milyonlarca kadının hiç düşünmeden kabul edeceği bir teklif. Kavradı bıçağı kabzasından, kararlı adımlarla Ertuğrul’a yaklaşmaya başladı. Melek şimdi başı önde, kollarını iki yana açmış bekliyordu. Tam saplayacakken aklı başına geldi. “Ama sen heykelsin!” “Ne olmuş?” “Yani mermerden falan yapılmış olman lazım. Bıçak işimizi görmeyebilir.” “Denemekten zarar gelmez.

Hadi, bitir şu işi.” Kaldırdı bıçağı, karnına var gücüyle sapladı. Yüzüne fışkıran kan, onun mermer olmadığını gösterdi. Kanatlara sıçrayan damlalar, fildişi rengi tüylerin üstünde siyahtan kızıla, sonra pembeye dönen lekeler bırakıyordu. İkinci kez sapladığında bir çocuk ağlaması duydu. Ertuğrul ise sessizdi, bıçaklanan o değilmiş gibi, huzurla gülümsüyordu. “Onu al ve bu çölden götür,” dedi gülümseyerek, “sana minnettar olurum.” Bıçağı üçüncü kez saplayamadan, bir tren düdüğü duydu. Rüyada olduğunu anladı. İçi kederle doldu, daha bebeği görememişti bile. Kan içindeki ellerine baktı ve uyanmaya hazırlandı. 2 Artık Olmayan Tren Artık olmayan bir tren, İstanbul’a gidiyordu. İçinde Arda vardı, bir çocuk vardı, önceki seferlerden kilometrelerce anı vardı. Gençlik hayalleriyle dolu ihtiyar, yıl bitmeden seferden kaldırılacağını bilmeden, azimle yol alıyordu; işine son verileceğinden habersiz, çocuğu yaşındaki amirin gözüne girmeye çalışan bir memur gibi. Dünya hâlâ uyuyordu.

Küçük göğsü Arda’nın yün hırkasının altında, derin nefesler alıp vererek. Sarı saçları, koltuğa dağılmıştı. Kalın kaşlı, uzun kirpikli yüzünde ciddiyet vardı. Ağzı hafifçe aralanmış, düğmeye benzeyen burnu hırkaya hafifçe gömülmüştü. Bazen seğiriyordu vücudu, belki rüya gördüğünden. Arda, acıyla gömüldüğü yerden, Ertuğrul’un çocuğuyla dönüyordu. Biri size çocuk vermiş, siz de boş bulunup kabul etmişseniz geçmiş olsun, artık ölme hakkınız yoktu. Bu hak, sekiz yaşında bir kızın karmakarışık saçının içinde kayboluyor, vazgeçmişliğin yerine sorumluluklar geliyordu. Bunu yapmıştı çünkü o istemişti. O, Arda’ya istediğini yaptırma gücüne sahip kişiydi. Çin ordusunu emanet etse hayır diyemezdi Arda; oysa bir bitkiye bile bakabileceğinden emin değildi. Yine de zihninin dizginlerini iki saniye bırakacak olsa, Dünya ve kocasıyla yeni bir aile kurduğunu hayal ederken buluyordu kendini. Geleceği düşünmek geçmişi çağırıyor, bu sefer de acısını düşünmeye başlıyordu; hayat o acının raylarında gidiyormuş gibi. “Günaydın…” Dünya’yı ilk kez yeni uyanmış görüyordu, bu haliyle de fıstığın tekiydi. İçindeki küçük kadın hemen sordu Arda’ya: Annesi o olsaydı yine bu kadar güzel olur muydu? “Tam olarak neredeyiz?” “İzmit civarında.

” Gidip yemekli vagonda karşılıklı oturdular. Gün ışığının şefkatle tazelediği körfez sularının yavaş yavaş geride kalışını izlediler. O kahvaltı ederken yüzüne bakıp Ertuğrul’un hatlarını aradı Arda. Bir mimik, bir ifade, bir bakış… Birkaç kez de bulur gibi oldu. Dünya “Ne kadar kalacağım seninle?” diyerek bitirdi bu umutsuz çabayı. “Baban söylemedi mi?” “Söyledi.” İçindeki küçük kadın Arda’ya fısıldadı. “Eski dostum, hiç olmazsa şu anda kendine güvenmek zorundasın.” “Benimle ne kadar istersen o kadar kalabilirsin Dünya. Benim evim, senin evindir.” “Sen benim neyim oluyorsun?” “Neyin olmamı istersin?” “Bilmem. Düşünmem lazım.” Birkaç saat sonra artık olmayan tren, artık olmayan Haydarpaşa Garı’na giriyordu. Arda’nın gözleri peronda Ali’yi buldu. Ali, şu koca şehirde kayıtsız şartsız güvenebileceği tek kişiydi.

Ona üç yıl önceki doğum gününde aldığı mavi gömleği giymişti, belirgin bir şekilde zayıflamıştı. “Bak bu Ali…” dedi Dünya’ya. “Kendisi eşim olur.” Ali ona sarıldı, güldü. “Seni sandığımdan daha çok özlemişim Arda.” Ona Dünya’nın kim olduğunu telefonda anlatmıştı. Ali kızın saçını okşadı, bavulları arabaya taşıdı. Yolda, dikiz aynasında sallanan bir şey çekti Arda’nın dikkatini. Küçük bir Kuran. Cami önünde satılanlara benzemiyordu, sanki antika bir şeydi. “Kendini sağlama almışsın,” dedi gülerek. “Bir arkadaşın hediyesi.” Tutup yakından baktı. Kibrit kutusu büyüklüğündeki bakır muhafazanın ortasında Arapça “Allah” yazıyordu ve kenarlarına yer yer, zamanın gölgesi düşmüştü. El işçiliğine benzeyen, yaprak şeklindeki ince kabartmaları güzeldi.

“Kocaman!” dedi Dünya, köprüden geçtikleri sırada Boğaz’daki bir şilebi gösterip. Şu hayatta herkesin özlediği bir İstanbul vardı; hatta onu daha önce hiç görmemiş olanların bile. Ama İstanbul kimseyi umursamadan yola devam ediyor, asla geriye bakmıyordu. Sanılanın aksine, kitabında nostalji yoktu İstanbul’un. O, bir şimdiki zaman şehriydi. Arda yokken de değişmeye, büyümeye, süsler ve yaralar edinmeye devam etmişti. “Her şey iyi olacak,” dedi Ali. “Yine eski Arda olacaksın.” “Öyle mi dersin?” “Kesinlikle… Hatta şimdiden olmuşsun bile.” Evden önce mezarlığa gittiler. Arda taşın üstündeki ismi okşadı, toprağı gözyaşlarıyla ıslattı. O toprağın hâlâ üstünde olmanın acısını yaşadı. Arabada bekleyen Ali ile Dünya’nın yanına dönerken bir miyavlama duydu. Dut ağacının dalında yavru bir tekir, aşağı inmek için yakarıyordu. Ağaçlara tırmanmaya çocukluğundan beri alışkındı Arda, beş dakikasını ve bluzunu feda edip kediyi indirdi.

Kulakları başına büyük gelen, sıska bir yavruydu. Hayvancığın mezar taşlarına doğru koşarak uzaklaşmasını izledi. “Ne tuhaf,” dedi kendi kendine. “O bile biliyor nereye gideceğini.” Akşam Ali işten gelince alt katın yatak odasına açılır-kapanır yatağı taşıdılar, Dünya’nın Arda’yla uyuyabileceği bir düzen kurdular. Bütün gün bahçede koşturmaktan yorgundu çocuk, hemen uyuyakaldı. Arda evin alt katında kalmaya trende karar vermişti. Hem o odanın bulunduğu kata çıkmamış olacaktı hem de Ali’yle birbirlerine yeniden alışana kadar iki komşu gibi yaşayacaklardı. Ertuğrul’a ise ulaşılamıyordu. Oysa Arda onun arayıp kızına yolculuğun nasıl geçtiğini soracağını sanmıştı. Salonda oturmuş şarap içerek Boğaz’ın ışıklarına bakıyordu ki, kapıda Ali belirdi. Daha doğrusu, ışıkları yakmadan oturduğu için, gölgesi belirdi Ali’nin. “Niye karanlıkta oturuyorsun?” Beklenen an gelmişti. Her şeyden sonra baş başa oturup iki medeni insan gibi konuşmaları gerekiyordu. “Bu kanepeyi özlemişim,” dedi Arda.

“Burada oturup Boğaz’a bakmayı.” Ali rahat adımlarla geldi, karşısındaki koltuğa oturdu. “Dünya burada ne kadar kalacak?” “Babaannesi alana kadar herhalde.” “Aradın mı babaanneyi?” “Hayır.” “Bak Arda, yanlış anlamanı istemem. Dünya çok tatlı bir çocuk ve tabii ki yardım edeceğiz. Ama senin iyiliğin için söylüyorum. Bu çocuğa bağlanman doğru olmaz. Bütün olanlardan sonra…” Arda’nın tartışacak hali yoktu, konu değişsin istedi. “Bir kadeh daha alacağım, sen de ister misin?” “Hayır, ben artık içmiyorum.” “İçmiyor musun?” “Evet.” “Hayırdır, şarap severdin sen?” “Artık alkol kullanmıyorum. Allah rahatlık versin. Konuşmaya zamanımız olacak nasılsa.” Tatlı bir gülümsemeyle kalktı koltuktan Ali.

Aynı rahat adımlarla yürüyüp yeniden gölgeye dönüştü, Arda’yı içinde garip bir hisle baş başa bırakarak. 3 Üst Kattaki Yabancı Rüyasız gecenin ardından gözlerini açtığında, Dünya karşısındaydı. Hava aydınlanmak üzereydi, çocuğun yüzünde şaşkın bir ifade vardı. “Ali yukarıda ne yapıyor?” “Bilmiyorum,” dedi uyku sersemi. “Herhalde uyuyordur.” “Hayır, uyumuyor. Garip bir şey yapıyor.” “Nasıl garip?” “Bilmiyorum. Gel kendin gör.” Sabahlığını giydi Arda, odadan sessizce çıkıp parmak uçlarına basarak alacakaranlık merdiveni çıktılar. Elinden sıkı sıkı tutmuştu Dünya; hafiyeler gibi meraklı, biraz da ürkekti. Üst kata çıkmak yeterince kötü değilmiş gibi, Arda sonunda karşılaşacağı şeyi tahmin etmeye de korkuyordu. Ali sabahın köründe bir çocuğu şaşırtacak ne yapıyor olabilirdi? “Sen ne arıyordun üst katta?” diye fısıldadı, merdivenin tam ortasına geldiklerinde. “Sessiz ol. Keşif yapıyordum.

” Basamaklar bittiğinde, Arda ilk odanın kapalı duran kapısına bakmamayı başardı. Yine parmak uçlarında, yatak odasına kadar yürüdüler. Yıllarca yaşadığı ev Arda’ya sabah alacasında tuhaf ve yabancı görünüyordu. Dünya durmasını işaret edip baktı içeriye, sonra yine eliyle yanına çağırdı. Arda nefesini tutarak başını uzatınca gördü. Ali namaz kılıyordu. Odada başında takkesiyle, sakin bir adam vardı. Arda’nın görüş açısında birkaç saniye kaldıktan sonra secdeye varıp gözden kayboldu. Namaz kılan birini daha önce görmemiş olduğu için, Dünya’nın şaşırması doğaldı. Arda’nın şaşkınlığıysa, namazı kılanın Ali olmasındandı. Arabanın dikiz aynasındaki antika Kuran ve içkiyi bırakmış olması açıklanmıştı işte. Ali artık namazında niyazında biri olmuştu. “Sence Ali iyi mi?” diye fısıldadı Dünya

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir