Tuna Kiremitçi – Git Kendini Çok Sevdirmeden

On yedi yaşındaydım. O zamanlar da küçük odada kalıyordum. Adım atacak fazla yerim yoktu. Gelen gidenin görmemesi gereken külüstür eşyalar, emekliye ayrıldıktan sonra hep bu odaya konurdu. Ta doğduğum evden kalma, oymalı ahşap bir yatağım vardı. Sonra ailenin daha iyi günlerinde alınmış, abartılı bir şifoniyer. Babamın üstüne titrediği siyah−beyaz televizyonu da zamanında aslanlar gibi taşımış, diğer raflarında annemin gümüş tepsilerini ve yirmi iki ciltlik Ana Britannica setini ağırlamış, şimdi benim ıvır zıvırımla tıka basa dolu bir kitaplık. Hemen yanlarında, çoktan dağılmış bir fiskos takımının yaşayan son üyesi, hüzünlü bir koltuk. Bir de yıllarca salonda caka sattıktan sonra demode olup basamakları hızla inen, fıstık yeşili perdeler. Hepsi de, ailenin çoğunu hatırlamadığım çağlarından izler taşıyordu. Farklı zamanların, farklı umutların ve farklı takıntıların evimize taşıdığı bu eşyalar, odada gün boyu süren loşluk içinde sanki birbirleriyle konuşur, küçük tarihimizin parçalarını tamamlamaya çalışırlardı. Freddie Mercury, duvardaki posterinden onlara üzgün üzgün bakardı. Bense yanlarında varlığımdan çok daha eski bir şeylere, parlak ibrişimlerle bağlı hissederdim kendimi. Mutlu olduğum yer, bu odaydı. Sorsanız kızlardan hiçbiri benim için “İçine kapanık” ya da “bunalım” demezdi.


Sokakta paten kayar, akşamüstleri bahçe duvarına oturup çekirdek çitler, oğlanlarla kolasına voleybol oynardım. Her anne babayı mutlu edecek kadar normaldim yani. Sadece bazen, özellikle yalnız kaldığım zamanlarda, ruhumun benden çok daha yaşlı olduğu hissine kapıldığım olurdu. Eski eşyalara tuhaf anlamlar yükleyen birisi için, herhalde bu da normal sayılırdı. 6 Küçük oda bence evin kalbiydi. Eğer ev bir gün ölmeye karar verirse, işe bu odadan başlayacağını düşünürdüm. Hayatımın çekirdeği bu odadaydı. Fırat’ın başıma açtığı işler olmasa, onu değil yeni bir şehre götürmek, insan içine çıkarmak bile geçmezdi aklımdan. İkimiz de içinde midye gibi büzülüp kalacağımız yerleri bulurduk hep. Bu yüzden bu eve ilk taşındığımızda, küçük odada Fırat’ın da gözü vardı. Ama irikıyım adamlar bir sabah eski evimize girip eşyaları kolilemeye başladığında, o yoktu. Yatılı okuldaydı. Haliyle, kimin hangi odayı alacağına karışamazdı. Üstelik koleji bitirdiği yaz eve döndüğünde, daha bir hafta önce telefonda tehdit savuran o değilmiş gibi, yenilgiyi nedense çok çabuk kabullendi. Ona yokluğunda hepimizin kullandığı, bahçeye bakan odayı hazırlamıştık.

Annemin bütün kış misafir ağırlayıp zincirleme kahve falları baktığı, babamın gece el ayak çekildikten sonra oturup uzaklarda okuyan oğluna ne yazacağını düşündüğü, geniş pencereli, gömme dolaplı, büyük ama nedense çok kolay ısınan odayı. Fırat odaya el koyunca, ilk işi duvara bir iki zavallı film afişi asmak oldu. Açılır kapanır çalışma masasının üstünü kitapla doldurdu. Bir de güç gösterisi olsun diye herhalde, taşınabilir eşyaların yerini ite kaka değiştirdi. Sonra da iri cüssesiyle o masanın başında oturdu ve elinde kalemi, evin önündeki bahçeye pencereden, uzun uzun baktı. 7 2 Çoğu zaman, bir zamanlar benim olan bu küçük odada uyuyorum. Burası benim müzem. Ergenlik şeytanlarımla hep bu evde savaştım. Bizimkilerin yardımı dokunamazdı, kendi bitmeyen ergenlikleriyle meşguldü onlar. Evin duvarlarında, artık iyice yıpranmış perdelerinde, içeri dip dibe sığışmış bir iki parça külüstür eşyada yalnız benim görebildiğim izler var. Hangi izin ne anlama geldiğini ezbere biliyorum. Çünkü o izler benim. Her gece bu solgun kırmızı lambanın ışığında, genç kızken tutulmuş bir günlüğü okur gibi bu evi okurum. Şeytanlarımı hatırlarım. Kalınlıkta Suç ve Ceza’yla rekabet edemese de, bu günlükte yirmi üç yıl öncesinin bütün korkuları, kıvranışları ve farkına yıllar sonra varılmış bazı başlangıçlar var.

Odada gördüğüm her eşya, duvardaki en ufak bir çatlak, bahçedeki dut ağacının pencereye yaslanan gölgesi, bana verilmiş bir sözü, boş verilmiş bir planı ya da gençliğin insanı ta içinden kavrayan, titrek ışığını hatırlatıyor. İnsan günlük tuttu mu belki de yıllarca ona elini sürmemeli. Üç gün sonra bakınca bizi derin utanca boğan satırlar, yirmi küsur yıl sonra gözümüze bir mucize gibi görünebiliyor. Yazının da kendine göre bir ömrü var demek ki. Eğer yaygın görüşlere biz de katılır, onun bizim elimizden çıktıktan sonra yeni bir hayata başladığına ikna olursak, serpilmesi ve yüzüne bakılır hale gelmesi için yirmi üç yıl aslında fena bir süre sayılmaz. Mesela ilk on yıl, yazılı olanın kendi kendisini tanıdığı dönem. Harfler hem birbirleriyle, hem de üzerine yazılı oldukları defterle tanışıyor. Sesli ve sessiz harfler, sert ve yumuşak ünsüzler, şapkalılar ve çengelliler ancak 8 kaynaşıyorlar. İkinci on yıl, kendilerini yazanın kim olduğunu unutmalarıyla geçiyor. Onun bütün korkularından, güvensizliğinden, ileride başlarına bela olabilecek bütün kalıtsal hastalıklardan bu süre içinde tek tek arınıyorlar. Günlüğün yazarı olan kişiyle hiçbir ilişkileri kalmıyor böylece. Kalsa bile, zamanla her insan gibi o da değiştiğinden, bir başkasının acılarına bakar gibi bakabiliyor artık sayfalara. Başkalarının acılarını okumak da her zaman zevkli olduğuna göre… Ama bir oda, bir deftere göre her bakımdan çok daha kullanışlı. Yanlış ellerde ruhumuza karşı bir silaha dönüşebilecek bir günlüğün yanında şifresini sadece bizim bildiğimiz, biz gerekli bağlantıları yapmadıkça kimsenin hiçbir şey anlamayacağı bir oda çok daha güvenli değil mi? Hangi çatlağın hangi çivi iziyle buluşması gerektiğini bizim dışımızda kim bilebilir? Hele insan on yedi yaşındaysa, yani içinde hem henüz geçmemiş çocukluğun hem de yaklaşan yetişkinliğin gücünü aynı anda hissediyorsa, bir odayı günlüğe çevirmek için büyük bir sihre ihtiyaç duymaz herhalde. İnsan bir eve bakıp bir şehri, iki dakika düşünüp on yedi yaşındaki o komik kızı hissedebilir mi peki? O kızın benimkine fark atan cesaretini, gücünü, sersemliğini… Böyle yapmak acılardan kurtarır mı insanı? Kurtarmaz mı? 9 3 “Uyanık mısın?” Kibar biri sayılmazdım.

Hele o gece hiç değildim. Bozkır sıcağıyla ve sivrisinekleriyle savaşarak uyumaya çalıştığım bir sırada kapıyı usulca araladı, başını uzattı. Konuşacak halim yoktu hiç. Uyumak istiyordum. Ben onu püskürtecek bir yanıt ararken odaya bütün heybetiyle girdi, yatağın ucuna oturdu. “Rahatsız ediyor muyum?” Dürüst olmak gerekirse, etmiyordu. Uzandım, gece lambasını yaktım. Hafif aşağıdan gelen ışık, Fırat’ın yüzünü olduğundan da hüzünlü gösterdi. Konuşmaya başlayacağına başını çevirip sanki hiç görmemiş gibi, odanın duvarlarına bakmaya başladı. Ne söyleyeceğini merak etmiyordum. Kabalık yapmak da istemiyordum ama. Hatta gelmiş olmasından bir bakıma memnun bile sayılırdım. Sesi konuşurken o kadar tekdüzeleşir ve öyle uzun cümleler kurardı ki, uykusunu getirebilirdi insanın. Onu cesaretlendirmek istedim. Hafifçe doğruldum.

“Korkarım” dedi, gözünü duvardan hiç ayırmadan, “bir kızı hamile bıraktım.” Annemle babam bitişikteki odada uyuyordu. Biri uykusunda gürültüyle öksürdü. “Ne?” “Bu ay… Şey işte, âdet görmediğini söyledi. Telefonda… Galiba korkuyor.” Bahsettiği kızı ben yalnızca telefondan tanıyordum. Sırf ses 10 olarak. Bir kez bile görmemiştim. Merak da etmemiştim. Birkaç günde bir arayıp “Fırat evde mi?” diye soran o sesin bence hiçbir ilginç yanı yoktu. Gözlerimin önüne Fırat’ın okul fotoğraflarındaki kızları getirmeye çalıştım ama herhalde dikkatli bakmamıştım, olmadı. “Sanıyorum çok ama çok korkuyor. Konuşurken hep ağladı… ilk sana söylüyorum.” Beni asıl şaşırtan, gerçekten yalnız olmasıydı. Yoksa kolejdeki tiplerden birini arayabilirdi herhalde.

İçlerinden hiç olmazsa biri onun en yakın arkadaşı falan olmalıydı. Sonuçta ortadaki durum beni epey aşıyordu. Yine de kafayı çalıştırıp dişe dokunur bir şey söylemek istedim. “Peki ne yapacaksın?” “Bilmiyorum… Aslında çok da fazla şık yok.” “Nasıl yok?” “Aldırmak gerekiyor.” “Aldırmak? Kimi? Nerede?” Durup dururken bu kadar güveniliyor olmak beni sinirlendiriyordu. Aynı iş benim başıma gelse ona söyler miydim diye düşündüm. Söylemeyeceğime kalıbımı basardım. Ama insan kimi zaman gereğinden fazla iyi niyetli davranabiliyordu. iyice doğruldum, gözlerine baktım. “Ne yapılabilir?” Gecenin o saatinde bize çok feci görünmeyen bir plan yaptık: bizimkilere gidip birlikte tatil yapmak istediğimizi söyleyecektik. Bize para vereceklerdi, ikimize bir haftalık bir tatil için gereken para, asıl sorunun çözülmesine 11 yarayacaktı. Çünkü o para alınıp İstanbul’a gidilecekti. Plan genel hatlarıyla tamamlandıktan sonra Fırat kalktı, perdeyi aralayıp sokağa baktı. Sabahın bu ilk anlatı evimize karşı apartmanların camlarından seken tuhaf, acıklı bir ışık getiriyordu.

Fırat’a perdeyi aralık bırakmasını söyleyip iyi uykular diledim. Artık gerçekten uyumak istiyordum. Uyandığımda öğleyi geçiyordu. Hiç ses yoktu. Zorlanarak kalktım. Kızlardan bir ikisini arayıp asıl konudan tabiî hiç söz etmeden, bir süre Eskişehir’de olmayacağımı söyledim. Onlar da bana kaçırmış olacağım şeyleri anlattılar: Neslihan’ın doğum günü, okuldakilerle piknik, Barış Manço konseri… Neslihan’ı arayıp doğum gününü önceden kutladım. Güney sahillerimizden bir isteği olup olmadığını sordum. 12 4 Buradayım… Eski, küçük odamdaki izleri okuyorum: insanın doğup büyüdüğü evi hayatta başına gelen her şeyin kaynağı olarak görmekten vazgeçmesi, demek ki zaman alıyor. Demek ki bir gün, yaşananlar bizi belli bir kıvama getirdiğinde, artık baba eviyle barışmak da mümkün olabiliyor. Onun hayatın bize verdiği her türlü rütbeyi bir anda elimizden alması, içine girdiğimizde üzerimize çöken o çocukluk hali, o kadar da dayanılmaz gelmiyor. Hatta içinde bizi hâlâ bekleyen şeyleri tek tek ayıklayıp, işimize yarayanlardan kendimize bir kabuk bile örüyoruz.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir