Buket Uzuner – Kumral Ada Mavi Tuna

Bir salı sabahı uyandım. Bütün gazeteler hayatta en çok sevdiğim kadının bir cinayet işlediğini yazıyordu. Bunu hiç beklemiyordum. Beynimden vurulmuşa döndüm, iç dengelerim şiddetle sarsıldı. Oysa gerçeği biliyordum ama bana kimse tek bir şey sormamıştı. Onu mahkûm etmişlerdi! Kapı çalındı. iki asker beni almaya gelmişti, îç savaş çıkmış, seferberlik ilan edilmişti. Bunu bekliyordum. Hiç şaşırmadım. Bunu uzun zamandır korku ve kuşkuyla hep bekliyordum. Hazırlandım ve o salı sabahı evden çıktım. ÖZGÜRLÜK “insanlar özgür olarak doğar, ama her yerde zincire vurulmuş olarak yasarlar.” Jean Jacques Rousseau Herkesin bir mucizesi vardır, benimki de o! “Her sabah uyandığında aynı şeyleri yapabilmek, özgürlüktür!” dedim geniş, aydınlık bir gülümsemeyle gerinerek. “Kendi istediğin, kendi seçtiğin aynı şeyleri ama!” diye düzeltti. “Özgürlük, her sabah uyandığında istediğin aynı şeyleri yapabilmektir!” Haklı olduğuna inandığında hep yaptığı gibi kendisine hayran, biraz şımarık bir bakışla burnunu bükerek güldü.


O gülünce içim şenlenir. Nerede ara vermişsem, oradan yapışırım yaşama. “Düşünsene Tuna, her gün istemediği işleri ‘mecburen’ yapan milyarlarca insan var ve gündelik yaşam yalnızca bu nedenle bile korkunç, berbat ve çok… çok sıkıcı!” dedi. “Yine de insana en az sıkıcı gelen kurallar, kendi koyduğu kurallardır!” “Kuralsız olsak, özgür ve bağsız!.” dedim içimi çekerek. “Biz insanlar çelişki dolu tuhaf yaratıklarız. Baksana halimize, kendi inşa ettiğimiz hapishanelerde yaşıyoruz – adına ev, aile, akrabalar, töreler diyerek… Sonra bu duvarların arasında boğulup, çıldırıyor, ama yıkılmasın diye de uğruna hayatımızı siper ediyoruz… Hah ha ha!.” O hep böyledir. Dışardan bakınca kibirli, çok bilmiş, dikbaşlı, alaycı ve korkusuz görünen, halbuki yakını olmasına izin verdik-lerince duyarlı, kırılgan ve ölümüne gururlu olduğu iyi bilinen biridir. Ama uzaktan ve/ya yakından bakan herkes için resmin değişmez üç temel özelliği vardır: 1) alımlı, 2) kişilikli, 3) çok çok kumral bir kadın. “Hem Allahaşkına Tuna düşünsene, senin gibi güne erkenden başlamanın bereketine tiryaki bir adamla, sabah uykusunu en değerli mücevheri gibi herkesten gizleyen benim gibi bir kadın aynı yatakta uyansaydı, ne sabah keyfi kalırdı, ne de özgürlük!” Yine burnunu büktü, yine aynı gülüş! Bazılarına biraz ukala, kendini beğenmiş, gereğinden fazla özgüvenli görünen, belki de bu nedenle bazan zor, bazan başa çıkılamaz gelen bu kadın, aynı nedenlerle benim için benzersiz, çok özel birisi. Yine de aynı yatakta birlikte uyanışımızı çizdiği tabloya gülüşü bana pek komik gelmedi, aksine acıklı renkler taşıyordu, içimde bir sevinç teli koptu. Belli etmemeye özen gösterek konuyu değiştirdim: “Halbuki Şair Dayı, özgürlüğün, zorunlulukların ayırdına varmak olduğunu yıllarca bize öğretmeye çalıştı. Belki de ancak bunu öğrenince özgür olacağız!” dedim bıyık altından gülerek. “Sakın alay ettiğin kişi Şair Dayı olmasın? Biliyorsun buna katlanamam.

” Alay ettiğim kendimizdi ve o bunu bal gibi biliyordu. Şair Doğan Gökay, çocukluğumuzdan beri bizi ciddiye almış, düşünsel eğitimimizin baş mimarı olduğu yadsınamaz, çok sevdiğim, yaşantımın asıl parçalarından biriydi. Bütün tutkusal insanlar gibi o da, sevdiği kişilerin kendisi için kutsal olduğunu vurgulamaktan zevk alıyordu ve bu şamatanın asıl nedeni buydu. Üstelik Şair Doğan Gökay onun öz dayısıydı, “kontenjandan” yeğen olan bendim. “Doğan Dayım, o vakitler hap kadar çocuk olan bizlere, ‘Kari Marx der ki;’ diye başlayan aynı tanımı yapmış olsaydı, ya anlamaktan korkar, dinlemez, ya da marka düşkünleri gibi etikete takılır, kalırdık… Oysa o bizim düşünmemizi istiyordu Tuna.” Doğru söylüyordu. “Kendinizi tanımaya başladıkça özgürleşirsiniz diye arada bir ortaya çıkartıp, sonra hemen kaldırdığı cümlenin, aslında Sart-re’ın ünlü sözlerinden biri olduğunu ancak lise yıllarında fark etmiştim,” dedim, aniden yaşlanmış gibi başımı sallayarak. “Kendi durumunu kavramak noktasına erişmek, özgür bir varlık olmaktır!” diye düzeltti tiyatral bir sesle. 1O Durdu, yüzüme dikkatle baktı, bir şey hatırlamış gibi; “Eskiden koyu Hıristiyan olan, ben tanıdığımda ateistliği seçmiş Kanadalı bir adam vardı, incil’in yeni ahitinde ‘gerçeği bulduğunda özgürleşeceksin’ dendiğini anlatmıştı bana,” dedi. Birden bakışları daldı, çabucak derin bir uykuya düşmüş gibi gevşedi ve uzaklara gitti. Bu Kanadalı’mn kim olduğunu biraz da bozularak düşünmeye başlamıştım ki, aklım araya girdi; “Annem koyu müslümandır ama anlamadığı hiçbir duaya ‘amin’ demez,” dedim. “Efendim?” diyerek şaşkın gözlerini yüzüme yapıştırdı. Bana geri dönmüştü ve ne kadar güzel kumral gözleri vardı! “Annem diyorum, annem Kuran’ı Türkçe çevirilerinden çok sık okur. Hele o olaydan sonra… biliyorsun işte… elinden Kuran düşmez oldu kadıncağızın…” Der demez, “o olay”in ateşi düştü ortamızda bir yere, ama atik davranıp yeni bir yangına sürüklenmemizi engelledim; ” ‘islam’a göre insanlar doğuştan hürdür,’ der annem sık sık,” diye ekledim aceleyle. Sustuk ve düşündük.

“Galiba hepsi benzer şeyler söylüyor… Yine de bizi bu işlere ilk bulaştıran o!” Doğru. Biraz öğretmen, biraz baba, biraz ağabey, ama en çok arkadaş… “Doğan Dayım’ın en güçlü yanı, kendine güvenişindeki içtenlik olmuştur…” Gözgöze geldik, ikimizin de çok sevdiği birini, sevdiğimiz gözlerde paylaştık. Tutkuyla sevdiği bir başkasının da ben olduğumu sanmamın şımarıklığıyla bütün sevgimi bakışlarıma yüklemeyi denedim. Ama gözlerim bu elektrik yüküne dayanamadı, doldu. Gözlerimi kaçırdım. “Amerikalılar,” dedi, güç durumlarda ilk yardıma koşan gönüllüler gibi abartılı tavırlarla; “Amerikalılar, ‘özgürlük para gibidir, harcamadan önce kaza-nılmalı’ derler… Fakat bizim bu konuyla ilgimiz olmadığından atasözü ve deyimler sözlüklerimizin Ö harfi özgürlük özürlüdür. Özgürlük üzerine atasözü üretmenin lüks olduğu bir kültürümüz var,” dedi. Damarıma basmakta üstüne yoktur. Hemen oltaya yakalan-dim. “Belki özgürlük üzerine atasözümüz yok ama, bu uğurda derisini yüzdüren Nesîmî, sonra Dadaloğlu, Şeyh Bedrettin ve Nâzım var,” dedim. “Ah evet, tabii ya unutmuşum . ” dedi kötü bir oyuncu sesiyle, ” ‘bu özgürlük hazin şey yıldızların altında’ der düşüncelerinden ötürü özgürlüğü elinden alınıp, hapse atılan büyük şairimiz.” Alaycılığmdaki keskin dişleri aslında en çok kendine batırdığını ayırt edemeyenler, onu hiç anlamamış olanlardır ve o da bu gibileri gerçekten önemsemez. Fakat aynı aymazlık sevdiği birisinin dikkatsizliğine denk düşerse, kalbi tuzla buz olur. Onun incinmesi, onun azıcık acı çekmesi bile benim kesinlikle en dayanıksız olduğum sahnedir, engel olmak için her şeyi yaparım! “Fikret’in ‘fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şair’ tanımlamasını da unutmamalı tabii.

Belki de özgürlüğü bizim sözlükleri-mizde H harfi altında aramak daha uygundur?” “Yapma Tunaaa ! . ” diye isyan etti, “Fikret’te de, Nâzım’da da doğal olarak, hâlâ bireysel özgürlüklerden söz eden ruha rastlayamayız. Sonuçta şiir dehası olsalar bile yazdıklarında kendi ülkelerinin koşulları etkilidir. Yani, farklı ideolojik nedenle de olsa o ikisi kolektif kurtuluş ruhunun şairleridir bence. Onlar ne Fransız Ihtilali’nin, ne de Amerikan îç Sava-şı’nın çocuklarıydı . Baksana bize, görmüyor musun? Biz de onların çocuklarıyız …” Dayısından kopyalanmış mimik ve hareketlerle nutkunu attı. Söylediklerini beğendi. Bana baktı. Abartılı sesinin ve yüksek gerilimli ifadesinin bendeki yansımasını gördü. Yüzümde o çocukluğumuzdan kalan, onun her ukalalığı ardından yanaklarımızı şişi-rip, burundan gelen hırıltılı seslerle patlattığımız gülüşün provasını fark edince o da hazırlandı. Tıpkı köşkün bahçesinde çocukluğumuz boyunca attığımız o abartılı kahkahalardan birini sevinçle paylaştık. Ama gülüşümüz çabuk söndü. Belki de özgürlükler konusunda şakalaşacak kuşak henüz biz olmadığımızdan, bizden sonrakileri biraz da kıskanarak sustuk. H “Kimbilir, belki de haklı olan sensindir Tuna. özgürlük, belki dfi her sabah kendi istediğin şeyleri tekrarlayabilmektir, hı?” 12 • “Belki,” dedim hüzünlü bir sesle.

“Kim önce bulursa, öbürüne haber versin, tamam?” …s, “Peki,” dedim. Çocukken, dedemin “h” harflerini yiyip, yutan o hoş aksanı içinde en çok “ürriyet” deyişine deliler gibi gülüşümüz geldi aklıma birden. Nasıl da alınır, küserdi dedem… Hafifçe gülümsedim. O da gülümsedi. Onun gülüşü içimi şenlendirir. Ayrı şeylere gülümseyerek birbirimize baktık. DIŞARDA BiRiLERi ÖLÜYOR! “Gerçekte iç savaş çoktan metropollere girdi; metastazları büyük kentlerde günlük yaşamın bir parçası haline geldi.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir