Jean-Pierre Luminet – Oklid’in Asası

Gökyüzünü eşsiz bir hilalin süslediği gecede, ikiz kulelerin silueti kentin ana kapısına yansıyordu. Emir Amr Bin As düşünceliydi. Ordugâhların titrek meşalelerinin ışığında, saray mahallesinin kemerle süslü kapılarını seyrediyordu. İnananların önderi Halife Ömer, Medine’den ona, kibirli İskenderiye’deki paganizme ait tüm izleri yok etme emrini göndermişti. Bütün putlar, tapınaklar yıkılacak, bin yıllık uygarlık, kılıç ve ateşle yok olacaktı. Amr bunu sevmemişti. O sözü zora tercih eden savaşçılardandı. Gelecek kuşaklarca nefret duyulan bir barbar olarak hatırlanmak istemiyordu. Başını, tepesinde ışıldayan yıldızlardaki mesajı okumak ister gibi gökyüzüne kaldırdı. Gökyüzü çöle göre daha kapalıydı. Yakındaki deniz onu bulanıklaştırıyordu. Amr yarın İskenderiye’ye girecekti. Eskiden olduğu gibi, develerine yüklediği ipek ve baharatı satmaya değil, Bedevi savaşçıların başında Mısır’ı fethetmeye. Sur dışındaki mahallelerin alınışında, merhametli ve gözü tok davranmıştı. Hiçbir pagan tapınağı yağmalanmamış, hiçbir Hıristiyan veya Yahudi evi yakılmamış, hiçbir kadına tecavüz edilmemişti.


Bedevi savaşçıları, emirlere uyarak, birer kurtarıcı gibi davranmışlardı. Ama yarınki bambaşka bir şey olacaktı; çünkü sur içi mahalleler zengindi ve adamları yağmanın niçin yasaklandığını anlamıyorlardı. Kâfirlerin birer sanat eseri saydığı tanrının ve peygamberlerinin yüzlerini betimleyen putları yıkmak, boş inanç ve yalanlarla dolu bu eski kitapları tamamen yakmak gerekiyordu. Amr bilinmeyene duyduğu doğal meraktan dolayı, tüm bunları isteyerek yok edemezdi. Özellikle şiire, pagan olsun ya da olmasın büyük bir saygı duyuyor, onu kutsal kabul ediyordu. Tüccarlık yaptığı vakitler çok seyahat etmişti. Kervanlarla kuzeyde Antakya’ya, İran’da İsfahan’a gitmiş ve elbette buraya Mısır’a, hatta İskenderiye’ye gelmişti. Peygamberin çağrısına iman etmeden önceki zamanlarında, bu yabancı şehirlerde ticaret yaparken, büyücüler, rahipler, hahamlarla karşılaşmış, onların inançları, efsaneleri, dünya ve evren anlayışlarına dair aklına gelen bütün sorulan sorma fırsatını yakalamıştı. Başkalarını, yabancı insanları tanımayı ve anlamayı işte böyle öğrenmişti. Her şeye duyduğu merak, bilgiye duyduğu açlık sonucu edindiği gurur duyulacak bir bilgi dağarcığı onu, Mekke ve Medineli yaşlıların ve şairlerin can kulağıyla dinlediği bir aydın haline getirmişti; ama zaman değişiyordu. Cihad başka hiçbir şeye vakit bırakmıyordu. Amr tıpkı kumsala vuran bir dalga gibi, çok beğendiği bu şehre geri dönmüştü. Ama bu sefer çöl savaşçılarıyla birlikte ve İskenderiye’yi yerle bir etmek için. II. Philopon, Cebrail’in sabırsızlığına acı acı gülüyordu: yirmi üç yıl beklediği İskenderiye’nin bininci yılı, Deccal’in egemenliğinde ateş ve kanla kutlanacaktı.

Zaten zamanın sonu, geleceğini önceden müjdelememiş miydi? Müze sütunlarının altındaki mermer kaideleri çatlatarak filiz veren otların, sütunları kirleten müstehcen yazıların kılığına bürünerek, ağır ağır gelmemiş miydi ölüm? Müze’deki salonların camları kırılmış, böcekler, sıcak ve rutubet dolapların yüreğini kemirmiş, raflar şişmiş, kitaplar sararmıştı. Papirüs ve parşömen rulolar dokunur dokunmaz toz haline geliyorlardı. Onları bir örtü gibi örten tozu bir türlü uzak tutamıyordu. Ya o, Jean Philopon, o da yılların tozuyla örtülü değil miydi? Bin yılın bilgi işçiliği, insanın evrenin gizini arayışını korumaya adanmış bir asıra yaklaşan hayatı, yarın bir hiç haline gelecekti. Bu bin yıl, giderek artan bir kargaşa içinde bu kütüphanede saklanmıştı. Artık el yazmalarını dört bir yana ulaştırmak için kopyalayanlar, Yunan efsanelerini, Ortadoğunun bilimini kendi dillerine çevirmeye gelen uzmanlar yoktu. Eskilerin eserlerini sınıflamaya, incelemeye, yeniden keşfetmeye, yorumlamaya gelen bilginler de yoktu. Sadece o kalmıştı, Jean Philopon, Hıristiyan filozof, saygıdeğer dilbilimci ve ölümün yakında götüreceği son kütüphaneci. O ve ona yürekten bağlı, kütüphane ve hastalarıyla birlikte yaşlanan yardımcısı Rhaze. Bu genç adam ne yazık ki bir Yahudiydi ve Mısır kilisesini sarsan tartışmalara alaycı bir inançsızlıkla yaklaşıyordu. İskenderiye kütüphanesinde Yahudi bir kütüphaneci. Bunu neye yormalıydı? Ya Aziz Pavlos ve Augustinus dururken Öklit ve Batlamyus okuyan yeğeni Hypatie’ye ne demeli? Dünyanın en büyük kütüphanesinin başına bir kadın mı geçecekti yoksa? Uzun zamandan beri denizden kumaş, şarap, yağ, baharat, değerli maden ve para yüklü bir gemi gelmemişti. Roma barbarların ellerindeydi, Atina Konstantinopolis’in uzak bir kenar mahallesi, Bergama terk edilmiş bir kartal yuvasına dönüşmüştü, Kudüs ise sokak köpeklerinin birbiriyle dalaştığı zavallı bir köydü. Bununla beraber, bazen açlık çeken bir tüccarın koştura koştura gelip, Philopon’a sayfaları güvelerce yenmiş birkaç cildi satmaya çalıştığı oluyordu. Yaşlı adam bunları bıkkın, yorgun gözlerle karıştırırdı.

Tekrar tekrar aynı yorum, Erigene Basil veya Augustinus’tan alıntıların kesile kesile kuşa çevrildiği, o aynı kusurlu yorumlar. Philopon birkaç ay önce, bu Arap tüccarlardan kendi kutsal kitaplarını satmak isteyen biriyle konuşmuştu. Kitap, Kudüs ve mutlu Arabistan arasında hızla çoğalan sayısız yalancı peygamberlerden birine aitti. Yarı deli şarlatanlar. İnandırıcı olmak için kendi masallarına önce kendileri inanmak zorunda olan meczuplar. Philopon bu ideografik kitabı okumamıştı. Hecin devesinin kürek kemiği üzerine ve parşömenin uzak kuzeni keçi derisine yazılmış olsalar bile. Tüccara bu elyazma ne işe yarar ki, diye sormuştu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir