Pierre Jean Luizard – IŞİD Tuzağı

Irak’m bugün içinde bulunduğu durum, kanlı saldırılar ya da seçimler dışında, son yıllarda Batı medyasının manşetlerinden düşmüştü. Irak, bir tür “düşük yoğunluklu savaş” batağına saplanmış, oldukça kargaşalı bir politik sürece gömülmüş ve olan biteni sadece birkaç Ortadoğu uzmanının az çok çözebildiği izlenimi veren bir ülke görünümündeydi. Ancak 2014 yılı bu durumu tamamen değiştirdi. Islâm Devleti, yeni bir oyuncu olarak, rekor sayılabilecek kadar kısa bir süre içinde, Ortadoğu’nun genelinde “yeni bir durum” yaratarak, kendisini önce Irak sonra da Suriye siyaset sahnesinin merkezine oturtmayı başardı. Batı medyası, kendisine bir çeşit “politik UFO” gibi görünen, nereden çıktığı belli olmayan ve sanki durdurmaya da kimsenin gücü yetmeyecekmiş gibi görünen cihatçı bir ordunun varlığını, gözlerine inanamayarak keşfetti.2Oysa bu büyük jeopolitik olayın öncesinde, uyarı işareti sayılabilecek pek çok gelişme yaşanmıştı. 2003’ten 2008’e kadar, Amerikan işgali sırasında Sünnilerle Şiileri karşı karşıya getiren mezhep savaşı, ülkenin en büyük iki Müslüman cemaati arasındaki ilişkilerin uzun tarihinde eşi benzeri görülmemiş biçimde, ardında çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu yüz binlerce ölü ve -Bağdat şehri özelinde simgeleşen- bölgesel bir cemaatleşme ve parçalanma süreci bırakarak, Irak’ı kana buladı. Yedi milyon nüfuslu başkentte, özellikle de şehir merkezinde, Sünniler ve Şiiler uzun yıllar yer yer karma mahallelerde birbirleriyle iç içe yaşadılar. Bağdat, Sünnilere olduğu kadar Şiilere de ev sahipliği yapıyordu. Sünnilerle Şiilerin bir arada yaşaması, Irak toplumunun -ilki Iran-Irak Savaşı (1980-1988) olan- bir dizi trajedinin ardından yavaş yavaş cehenneme dönüşmesini az çok geciktirdi ama engel olamadı. 2003 Amerikan işgalinin ve savaşının doğrudan sonucu olarak 2000’li yıllarda yaşanan mezhep kavgası, mezhepçi temizlikle sonuçlandı. Bazı mahalleler tamamen Sünnilerden arındırıldı. Şii milisler, geride binlerce ölü bırakma pahasına, Sünnileri şehirden kaçırmayı başararak, Bağdat’ı Şiilerin çoğunlukta olduğu bir şehir haline dönüştürmeyi başardılar. Bu arada, Sünnilerle Şiilerin bir arada yaşadığı karma mahalleler de zaman içinde neredeyse tamamen ortadan kayboldu. 2014 yılı başlannda yaşanan bir olay, yaşanmakta olan bu Irak hikâyesinin devamını gayet güzel ortaya koyuyor.


Irak ordusuna ait bir konvoy, muhtemelen Irak ve Şam İslâm Devleti (İslâm Devleti’nin Haziran ayma kadarki adı) üyesi ya da ona bağlı olan cihatçı güçler tarafından, Bağdat’ın kuzeyinde durduruldu. Cihatçılar, askerleri minibüslerinden indirdiler ve namaz kılmalarını emrettiler. Bunu yapmaktaki niyetleri açıkça konvoyda bulunan Şiileri tespit etmekti. Tehlikeyi hisseden Şii askerlerin çoğu namazlarını Sünnile- rin yöntemiyle kılmaya çalışsalar da yaptıkları “hatalı” hareketlerle Şii olduklarını ele verdiler. Sünni askerler yakayı kurtarırken, Şiiler hemen oracıkta katledildiler. İslâm Devleti’nin gücü ve görünürlüğü, politik ve askerî emellerinin 2012 yılından beri kanlı bir iç savaşa saplanmış komşu ülke Suriye’ye yayılmasıyla ve özellikle de örgüt lideri Ebu Bekir el-Bağdadi’nin, iki ülke arasında kalan bir bölgede kendisini halife ilan etmesiyle ciddi bir şekilde arttı. Önceleri, benzer pek çoklan gibi, küçük bir Selefi-cihatçı gruptan ibaret olan örgütün, devlet kurmak gibi bir hedefle ortaya çıkması karşısında, yerel ve uluslararası aktörler gerçekten hazırlıksız yakalandılar. Rekor sayılabilecek kadar kısa bir sürede gerçekleştirilen inanılmaz toprak kazanımı, bölge ülkelerine ve “imansız” güçlere karşı açılan savaş, bu olguya süratle küresel bir boyut kazandırdı. Arap Bahan ve Amerika’nın Irak’ı işgali sonrasında bölge ülkeleri ve beraberinde geleneksel olarak bu devletlere bağlı olan Sünni otoritelerin krize girip parçalanmalarıyla şekillenen bu genel ortamda, devletlerin ortadan kaybolması, geride büyük bir boşluk yarattı. İslâm Devleti, bu boşluktan istifade etmeyi bildi. İslâm Devleti tarafından işlenen suç ve katliamlar karşısında donup kalmış Batı devletleri, alelacele Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Katar gibi kendilerini tehdit altında hisseden pek çok Arap ülkesinin katıldığı geniş bir askerî koalisyon oluşturdular. Ancak bu koalisyonun en büyük zafiyeti, yeniden şekillendirilme sürecinin tam ortasında olan bu bölgeye dair herhangi bir siyasi projesinin bulunmamasıdır. Salt askerî gücün, bu kadar kararlı ve önemli kaynaklara sahip bir düşmanın üstesinden gelemeyeceği açıkça ortadadır. Bu kitabın amacı, İslâm Devleti’nin hızlı başarısını açıklamaya ve Batılı güçlerin, İslâm Devleti’nin onlan kendi savaşının içine çekerek hazırladığı bu tuzağa neden ve nasıl düştüklerini anlamaya çalışmaktır. Bunu yaparken, Amerika’nın Irak işgalinin kısa tarihine olduğu kadar Arap Baharının nasıl birbiri ardına birden ortaya çıktıklarına, İngiliz ve Fransız mandalarıyla kurulan Arap devletlerinin oluşumlarının uzun tarihine başvurmak kaçınılmazdır.

Çünkü gözümüzün önünde yaşanan tarihin, doğrudan ve acı -halbuki öngörülebilir- tekrarının etkisiyle, yüz yıldan uzun bir süredir bildiğimiz haliyle Ortadoğu genelinde yaşanan muazzam değişim ve altüst oluştur. İslâm Devleti’nin aniden ve şiddetle Ortadoğu’ya yayılması, uluslararası alanda olduğu kadar bölgesel siyasi seçkinlerde de bir tür şaşkınlık yarattı. Çünkü ilk kez Selefi bir grup, devlet kurma hevesiyle coğrafi bir bölgeyi işgal etme niyetini açıkça ortaya koyuyordu. Başarının bileşenleri Tohumları her ne kadar 2012-2013 yıllarında atılmış olsa da, İslâm Devleti projesi, aslında Batı Irak’ta yer alan el-Anbar eyaletinin en büyük şehirlerinden biri olan ve Bağdat’ın sadece altmış kilometre batısında bulunan, hükümetin kontrolünden ısrarla kaçan Felluce’nin Ocak 2014’te işgal edilmesiyle şekillenmeye başladı. Bağdat Hükümeti, burada kontrolü yeniden ele geçirmek konusunda sürekli aciz kalıyordu. Bu şehrin ele geçirilmesi aynı zamanda güçlü bir simgesel kopuşu da ifade ediyordu. Felluce özellikle 2004’te, Amerikan işgaline karşı, şehrin belli başlı cemaatlerinin şehir merkezi ve etrafındaki isyanı sırasında çok zor anlar ge- girmişti. On yıl sonra, ABD desteğiyle geliştirilen, yerel nüfusun can damarını oluşturan güçleri federal bir çatı altında yeni bir Irak Devleti inşaası projesi etrafında birleştirmek konusundaki geçici hayallere karşın Felluce’nin kaybı, Irak toplumunun kurucu cemaatlerinden biri olan Sünni Araplann bu projeye entegrasyonunun sona erdiğinin habercisiydi. Bu noktada, Irak ve ABD otoritelerinin, Felluce’nin fethinin önemini aylarca fark edemediklerini söylemek gerekir. İzledikleri devekuşu politikası onları, şehrin kaybedilmesinin geçici olduğuna ve tüm Irak genelinde bakıldığında herhangi bir politik etki yaratmayacağına inanmaya itti. Ancak “İkinci Felluce İsyanı” olarak adlandırabileceğimiz bu olayın nasıl başarıya ulaştığına geri dönecek olursak, İslâm Devleti’ne has bir modus operandi’nin (eylem tarzının) hali hazırda var olduğunun ayırdına varabiliriz. Islâm Devleti’ne has bu eylem tarzının, ülkenin daha kuzeyinde yer alan diğer Irak valiliklerinde ve özellikle Musul’da, Haziran ayında yeniden ortaya çıktığına tanık olunacaktı. Basit bir Selefi-cihatçı grup, kendine has bu hareket tarzı sayesinde, kendisini topluma dayatmayı ve Irak ordusunun tam anlamıyla hezimete uğratılması sürecini tetiklemeyi başardı. İslâm Devleti’nin ilk başlardaki bu başarısının bileşenleri, aslında askerî nitelikte değildir. İslâm Devleti, elbette Irak ordusunun belirli şehirlerdeki ve bölgelerdeki varlığını yerinden edebilecek öncü bir ordu görünümündedir.

Ancak kendisini -özellikle Felluce, Ramadi ve el-Anbar eyaletinin diğer belirli yerleşim birimlerinde- el-Kaide’nin 2003 ve 2004’te yaptığının aksine yerel halka yabancı bir işgalci güç gibi hissettirmez ve dayatmaz. İslâm Devleti’nin stratejisi, el-Kaide’ninkinden çok farklı olarak ele geçirilen bu şehirlerin her birinde, yerel iktidarın yerel aktörlere iade edilmesidir. Bu süreç, Felluce’de olduğu kadar, Haziran 2014’te Is­ lâm Devleti’nin eline geçen, özellikle Irak’ın Musul ve Tikrit gibi diğer belli başlı büyük şehirlerinde de son derece hızlı bir şekilde işler. Bu tarihten birkaç ay önce, Fırat Vadisi’nde yer alan Rakka ve Deyrizor gibi Suriye illeri, bu tecrübeyi ilk yaşayanlardan olmuştu: İslâm Devleti, zaferin hemen ertesi günü ya da birkaç gün sonra, kabile ve aşiret reisleriyle belirli şartlar altında şehri yönetme sorumluluğunu üstlenen mahalli ileri gelenlere iktidar devretmek üzere devir teslim töreni düzenledi. Şehri yönetmenin önşartları arasında İslâm Devleti’ne mutlak sadakat, İslâm Devleti’nin resmî amblemleri dışında herhangi bir resmî amblemin kullanılması yasağı ve ahlâk kuralları konusunda cihatçılann emirlerine harfiyen uymak mecburiyeti vardı. Bu iktidar devir teslimi, yerel oyuncuların da özlemlerini karşılıyordu. Çünkü Şii Nuri el-Maliki’ye bağlı Bağdat iktidarı emrindeki Irak ordusu, onlar için tam anlamıyla yabancı bir işgal ordusuna dönüşmüştü. Bu durum Felluce’de olduğu kadar, Irak ordusunun (Arap Bahan’nın belli bazı demokratik söylemleriyle beraber özellikle mevcut iktidarın despotluğuna ve otoriterliğine karşı çıkmak, ifade özgürlüğü, herkesin eşit vatandaşlık haklarına sahip olması gibi sloganlarını benimseyen) barışçıl gösterileri ve Sünni toplumun siyasi anlamda marjinalize edilmesini protesto etmek için organize edilen oturma eylemlerini rastgele bombalayarak sindirdiği Tikrit ve Musul’da da aynen böyleydi. Musul’da, 2013’te ve 2014 yılının ilk yarısında, hükümet güçlerince özellikle de polis tarafından onlarca yargısız infaz gerçekleştirildi. Irak Polis Teşkilatı’nm şehirdeki başı Teğmen Mehdi el-Garavi, hâlâ Musullular tarafından “şiddete dayalı aşırılığa karşı savaştan” istifade eden, mevcut durumu haraç toplamak için paravan olarak kullanan ve kent sakinlerini tutuklamakla ya da ölümle tehdit eden bir katil olarak görülmektedir. Böylece Islâm Devleti savaşçılarının neden Ocak ayında Felluce’ye, ardından Haziran ayında Tikrit, Musul ve diğer başka yerleşimlere girdiklerinde, yerel halkın büyük bir bölümü tarafından “kurtuluş ordusu” olarak görüldüğünü anlıyoruz. Sünni Arapların bulunduğu tüm bu bölgelerde, Irak ordusu, yaptığı kılı kırk yaran denetlemelerle (bazen birkaç kilometrelik yolu katetmek birkaç saat alabiliyordu) ve üstelik de tüm bu denetlemelere karşın en ufak bir güvenlik ortamı bile sağlayamadan, şehir sakinlerinin günlük yaşamını çekilmez hale getirmekte usta bir check point army (denetleme noktası ordusu) olarak nitelendiriliyordu. Dolayısıyla İslâm Devleti’nin uyuyan hücreleri tarafından gerçekleştirilen saldırılar, yerel hedefleri vurabiliyordu. Ayrıca bu denetleme noktalan ve her köşebaşında karşılaşılan barikatlar, sadece ordu tarafından değil, aynı zamanda yerel aşiretlerin milisleri tarafından da tamamen keyfi bir şekilde denetlenebiliyordu . Bu konuyla ilgili olarak, aslında herkesin de bildiği gibi, Irak’ın 2003’ten bu yana petrol gelirlerinin hiç durmadan arttığını ve petrol rantının farklı hükümetlerin elinde yerel klientelin sadakatini ve yerel milis hizmetlerini satın almak için bir araç olduğunu tekrar hatırlamak gerekir.

Klientalist bu politikalara en yoğun olarak başvuran Nuri El-Maliki hükümeti, farklı mezheplerden gelen liderlerin ve yerel ileri gelenlerin sadakatini doğrudan satın almayı tercih ederek, Sünni milisleri yumuşatmak ve kendine bağlamak amacıyla onlan maaşa bağlayan Amerikan politikası ile yollannı ayırdı. Bu durum, örneğin Musul’un bazı mahallelerinde kitlesel yoksulluğun tam ortasında görülebilen refah dolu sığınakların nasıl oluşabildiğini açıklar. İslâm Devleti, rejim yandaşları ve rejimin klientelleri tarafından haksız yere kazanılmış bu küstah zenginliği halka açıklamayı kendisine görev edindi: Tıpkı Eylül 2014’te internette yayımlanan ve Islâm Devleti milislerinin, meclis başkanlığı görevini yürüten Bağdat iktidarı yanlısı Usame el-Nucafi’nin “sarayına” girişini gösteren videoda olduğu gibi. Milisler bu sarayda tonlarca altın külçesi buldular! Bu sahne -Arap Baharı’nm kimi olaylarına doğrudan gönderme yaparak- Tunus halkının Ben Ali’nin saraylarını keşfetme ve Amerikan askerlerinin Saddam’m malikâne ve saraylarını ele geçirme görüntülerini hatırlatıyor. Yerel suistimallerin ve yolsuzlukların “aşın dozlara” varmasının da ötesinde, kent sakinlerinin kulağına, düzenli olarak yerel Sünni seçkinlerden oluşan Bağdat’taki bazı siyasi temsilcilerin sistemli bir şekilde hukuki eziyetlere maruz kaldıkları ve çeşitli iddia makamlarının onları ülkeden kaçmaya ya da sürgüne gitmeye zorladıklarına dair bilgiler geliyordu. Bu duruma en güzel örnek, önce zorunlu olarak Kuveyt’e, ardından Suudi Arabistan’a ve son olarak da Türkiye’ye sürgüne giden Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tank elHaşimi’dir. Tüm bunlar, bölgede yaşayanların gözünde -k i aslında pek çoğunun inanmak istediği- Irak politik sisteminde bütünleşme umutlannın yok olmaya başladığına işaret ediyordu. Haklı olarak bu durum, tüm olup bitenlerden büyük ölçüde sorumlu tutulan Nuri el-Maliki hükümetinin başansızlığı olarak görüldü. Bu derin memnuniyetsizlik hissi, 2013 yılı boyunca, önceleri şiddet içermeyen ve daha önce de belirtildiği gibi, Arap Bahan’nm sloganlannı kullanan bir dizi protesto gösterileri şeklinde kendini gösterdi. Irak’taki bu protesto gösterisi -batı kamuoyu o dönemde bunun pek farkında olmasa daBeşşar el-Esad rejiminin 2011 ve 2012’de Suriye halkının banşçıl gösterilerine uyguladığına benzer bir şiddetle bastmldı. Özellikle Tikrit ve Musul’da ordu, ağır silahlara başvurmaktan ve TNT dolu varilleri yerleşim birimlerinin, okullann ve hastanelerin üzerine bırakmaktan çekinmedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir