Jean-Pierre Luminet – Oklid’in Asasi

Gökyüzünü eşsiz bir hilalin süslediği gecede, ikiz kulelerin silueti kentin ana kapısına yansıyordu. Emir Amr Bin As düşünceliydi. Ordugâhların titrek meşalelerinin ışığında, saray mahallesinin kemerle süslü kapılarını seyrediyordu. İnananların önderi Halife Ömer, Medine’den ona, kibirli İskenderiye’deki paganizme ait tüm izleri yok etme emrini göndermişti. Bütün putlar, tapınaklar yıkılacak, bin yıllık uygarlık, kılıç ve ateşle yok olacaktı. Amr bunu sevmemişti. O sözü zora tercih eden savaşçılardandı. Gelecek kuşaklarca nefret duyulan bir barbar olarak hatırlanmak istemiyordu. Başını, tepesinde ışıldayan yıldızlardaki mesajı okumak ister gibi gökyüzüne kaldırdı. Gökyüzü çöle göre daha kapalıydı. Yakındaki deniz onu bulanıklaştırıyordu. Amr yarın İskenderiye’ye girecekti. Eskiden olduğu gibi, develerine yüklediği ipek ve baharatı satmaya değil, Bedevi savaşçıların başında Mısır’ı fethetmeye. Sur dışındaki mahallelerin alınışında, merhametli ve gözü tok davranmıştı. Hiçbir pagan tapınağı yağmalanmamış, hiçbir Hıristiyan veya Yahudi evi yakılmamış, hiçbir kadına tecavüz edilmemişti.


Bedevi savaşçıları, emirlere uyarak, birer kurtarıcı gibi davranmışlardı. Ama yarınki bambaşka bir şey olacaktı; çünkü sur içi mahalleler zengindi ve adamları yağmanın niçin yasaklandığını anlamıyorlardı. Kâfirlerin birer sanat eseri saydığı tanrının ve peygamberlerinin yüzlerini betimleyen putları yıkmak, boş inanç ve yalanlarla dolu bu eski kitapları tamamen yakmak gerekiyordu. Amr bilinmeyene duyduğu doğal meraktan dolayı, tüm bunları isteyerek yok edemezdi. Özellikle şiire, pagan olsun ya da olmasın büyük bir saygı duyuyor, onu kutsal kabul ediyordu. Tüccarlık yaptığı vakitler çok seyahat etmişti. Kervanlarla kuzeyde Antakya’ya, İran’da İsfahan’a gitmiş ve elbette buraya Mısır’a, hatta İskenderiye’ye gelmişti. Peygamberin çağrısına iman etmeden önceki zamanlarında, bu yabancı şehirlerde ticaret yaparken, büyücüler, rahipler, hahamlarla karşılaşmış, onların inançları, efsaneleri, dünya ve evren anlayışlarına dair aklına gelen bütün sorulan sorma fırsatını yakalamıştı. Başkalarını, yabancı insanları tanımayı ve anlamayı işte böyle öğrenmişti. Her şeye duyduğu merak, bilgiye duyduğu açlık sonucu edindiği gurur duyulacak bir bilgi dağarcığı onu, Mekke ve Medineli yaşlıların ve şairlerin can kulağıyla dinlediği bir aydın haline getirmişti; ama zaman değişiyordu. Cihad başka hiçbir şeye vakit bırakmıyordu. Amr tıpkı kumsala vuran bir dalga gibi, çok beğendiği bu şehre geri dönmüştü. Ama bu sefer çöl savaşçılarıyla birlikte ve İskenderiye’yi yerle bir etmek için. II. Philopon, Cebrail’in sabırsızlığına acı acı gülüyordu: yirmi üç yıl beklediği İskenderiye’nin bininci yılı, Deccal’in egemenliğinde ateş ve kanla kutlanacaktı.

Zaten zamanın sonu, geleceğini önceden müjdelememiş miydi? Müze sütunlarının altındaki mermer kaideleri çatlatarak filiz veren otların, sütunları kirleten müstehcen yazıların kılığına bürünerek, ağır ağır gelmemiş miydi ölüm? Müze’deki salonların camları kırılmış, böcekler, sıcak ve rutubet dolapların yüreğini kemirmiş, raflar şişmiş, kitaplar sararmıştı. Papirüs ve parşömen rulolar dokunur dokunmaz toz haline geliyorlardı. Onları bir örtü gibi örten tozu bir türlü uzak tutamıyordu. Ya o, Jean Philopon, o da yılların tozuyla örtülü değil miydi? Bin yılın bilgi işçiliği, insanın evrenin gizini arayışını korumaya adanmış bir asıra yaklaşan hayatı, yarın bir hiç haline gelecekti. Bu bin yıl, giderek artan bir kargaşa içinde bu kütüphanede saklanmıştı. Artık el yazmalarını dört bir yana ulaştırmak için kopyalayanlar, Yunan efsanelerini, Ortadoğunun bilimini kendi dillerine çevirmeye gelen uzmanlar yoktu. Eskilerin eserlerini sınıflamaya, incelemeye, yeniden keşfetmeye, yorumlamaya gelen bilginler de yoktu. Sadece o kalmıştı, Jean Philopon, Hıristiyan filozof, saygıdeğer dilbilimci ve ölümün yakında götüreceği son kütüphaneci. O ve ona yürekten bağlı, kütüphane ve hastalarıyla birlikte yaşlanan yardımcısı Rhaze. Bu genç adam ne yazık ki bir Yahudiydi ve Mısır kilisesini sarsan tartışmalara alaycı bir inançsızlıkla yaklaşıyordu. İskenderiye kütüphanesinde Yahudi bir kütüphaneci. Bunu neye yormalıydı? Ya Aziz Pavlos ve Augustinus dururken Öklit ve Batlamyus okuyan yeğeni Hypatie’ye ne demeli? Dünyanın en büyük kütüphanesinin başına bir kadın mı geçecekti yoksa? Uzun zamandan beri denizden kumaş, şarap, yağ, baharat, değerli maden ve para yüklü bir gemi gelmemişti. Roma barbarların ellerindeydi, Atina Konstantinopolis’in uzak bir kenar mahallesi, Bergama terk edilmiş bir kartal yuvasına dönüşmüştü, Kudüs ise sokak köpeklerinin birbiriyle dalaştığı zavallı bir köydü. Bununla beraber, bazen açlık çeken bir tüccarın koştura koştura gelip, Philopon’a sayfaları güvelerce yenmiş birkaç cildi satmaya çalıştığı oluyordu. Yaşlı adam bunları bıkkın, yorgun gözlerle karıştırırdı.

Tekrar tekrar aynı yorum, Erigene Basil veya Augustinus’tan alıntıların kesile kesile kuşa çevrildiği, o aynı kusurlu yorumlar. Philopon birkaç ay önce, bu Arap tüccarlardan kendi kutsal kitaplarını satmak isteyen biriyle konuşmuştu. Kitap, Kudüs ve mutlu Arabistan arasında hızla çoğalan sayısız yalancı peygamberlerden birine aitti. Yarı deli şarlatanlar. İnandırıcı olmak için kendi masallarına önce kendileri inanmak zorunda olan meczuplar. Philopon bu ideografik kitabı okumamıştı. Hecin devesinin kürek kemiği üzerine ve parşömenin uzak kuzeni keçi derisine yazılmış olsalar bile. Tüccara bu elyazma ne işe yarar ki, diye sormuştu. Kitap Eski ve Yeni Ahit in aptalca bir yorumuydu. Bu göçebe peygamber, Musa’dan, Meryem ve İsa’dan çocuklara bahsedildiği gibi bahsediyordu. Bu alçakça bir küfürdü. Muhammet Hıristiyanların çok tanrılı olduklarını ve Mesih’in diğerleri gibi bir peygamber olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyordu. Ama bu basit söylem köylüleri ve çobanları kendine çekiyordu. Ne Helipolis’de ne burada İskenderiye’nin sur dışı mahallelerinde bedevilerin hiçbir direnişle karşılaşmaması bunun bir kanıtıydı. Bu hainler, Yunan Kalesi İskenderiye’nin kapısını kırmak, son medeniyet beşiğini yakıp yıkmak için şafağı bekliyordu.

Philopon Tüccar’ın kitabını sırf Arapça öğrenmek için alabilirdi, ama insan İskenderiye’de bile ihtiyatlı olmalıydı. Bizanslı teologlar, düşmanları, onu barbarların dinine sempati duymakla suçlayabilirlerdi. Tüccarı geri çevirmişti; ünlü seleflerinin dünyadaki her kitaba sahip olma arzusu onda da olmasına rağmen, ne yazık ki bu sefer evet diyemezdi. Tüccar onu Muhammet’in sözlerinin halk içinde ezbere bilindiğine, kitapla sınırlı kalmadığına yeminler etmişti. Peygamberleri okuma yazma bilmiyordu, yazıyla hiçbir şekilde ilişkisi olmamıştı; ama onun müritleri altı bin iki yüz otuz altı ayeti ezbere biliyor ve inanıyorlardı. Dilbilimcinin yardımcısı Rhaze ise o kadar endişeli değildi. Kuran’ı incelemek üzere kabul etmişti. Aslında bunu, dostlarına göstermeyi sevdiği ilginç ve hoş şeyler koleksiyonunu zenginleştirmek için yapmıştı: Taşlar, garip formda mantarlar, eski Firavunların heykellerinin kopyaları ve parçaları, sedef üstüne balıkçı ve dilencilerin karaladığı figürler, her şey. Bir hekim olarak Rhaze asıl olarak insan bedeninin gizemleriyle ilgileniyordu. Dinsel tartışmalara girmeyi reddederdi, ama Yahudi olduğunu dünya âlem duymuştu. Philopon bedevinin getirdiği kitabı almadığına pişmandı. Çünkü böyle bir şey onları, kenti işgal etmekten vazgeçirtebilirdi. Kitabı yarın kenti alacak olan barbarlara karşı silah olarak kullanabilirdi. Milyonlarca düşünceyi İskenderiye’de toplayan kader nasıl bir şey olabilirdi? Şafağın sökmesine az kalmıştı, ama ona on yıl mühlet tanınsa bile, Philopon’un kitaplarını kurtarabilmesi mucize olurdu. Oysa kütüphaneyi yıkmaya bugüne kadar ne Persler ne Bizanslı piskoposlar cesaret edebilmişti.

Fakat bu sefer kütüphane gerçek bir ölüm ihtimaliyle yüz yüzeydi. Ölmekte olan kütüphanenin geniş salonunda Jean Philopon kurtarılmayı bekliyordu. III. “Şu iki boynuzlu olan, Zül Karneyn değil mi?” Amr bu yabancı sözcükleri mükemmele yakın bir Yunanca ile söyledi. Sadece gırtlaktan konuşmanın getirdiği hafif bir aksanı vardı. Philopon başını kaldırdı. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Sabah ayak seslerini ve Müze’ye giren askerlerin kılıç şakırtılarını duymuştu. Yaşlı filozof Arşimet gibi ölmeye karar vermişti. Mermer masanın üstüne “Hippias Majeur”ün antik bir kopyasını açtı ve kitabın kenarına birkaç kelime karaladı: “Sadece düşüncemi söylüyorum, güzel, faydalı bir eser.” Bir yorumun başına da: “hiç kuşkusuz ama… ” yazıp cümleyi kasıtlı olarak yarım bıraktı. Kılıç vücuduna birden girecek, gelecek kuşaklar düşüncesini tamamlayamadan öldüğüne inanacaktı. Saçma bir ikiyüzlülük, ama gelecek kuşaklara ne yüce bir uyarı! “İki boynuz mu? Kimden söz ettiğinizi bilmiyorum general. Sizin kana susamış tanrılarınızdan biri olmasın? Baal veya Maloch. Onlar için medeniyetten uzak ülkenizde kadınları ve çocukları boğazladınız.

” Philopon bu küstah konuşmasının Arap generali kızdıracağını ve ölümünü hızlandıracağını umuyordu. Beklentisinin aksine Amr içten bir kahkaha koyuverdi. “Eğer bir zamanlar size önerdiğim kitabı kabul etseydiniz, peygamberimizin Zül Karneyn dediği İskender’den söz ettiğimi anlayacaktınız saygıdeğer efendim.” Bu oydu. Ona kürek kemiğine yazılı el yazmasını satmaya gelen şakacı tüccardı. Kibirli bir savaşçı olarak geri dönmüştü. Bu sefer Philopon’a uzattığı da bir kitap değil bir kılıçtı. Yaşlı filozof bir an şaşırdı. General az öncekinden daha az korkutucu geliyordu şimdi. Gülümsemeyi kesebilirdi. Demek ki İskender’in öyküleri de dünyanın dört bir köşesine yayılmıştı. İskender o çok istediği ölümsüzlüğe kavuşmuştu. Sözüm ona Mısır tanrısı Amon tarafından Siwa vahasında tahta çıkarılmıştı. O günden sonra da bastırdığı paralara tanrının boynuzlarının eklenmesini emretmişti. O sırada Amr yaşlı adamın kuşkucu gülümseyişini gördü.

Otoriter bir jestle nöbetçilerin dışarı çıkmasını işaret etti. Bir sandalye çekti ve teklifsizce masanın diğer ucuna oturdu. “Ben cahil bir bedeviyim, Philopon.” Yaşlı adam bu sözlerdeki dokundurmayı anladı. Arap komutan devam etti: “Ama Allah’ın kitabında İskender’den bahsedildiğini bilecek kadar okumuşluğum var. Kuran der ki ‘O Peygamber’e gücünün nelere yettiğini göstermek için, İskender’in bu bronz surları yaptırışı gibi, Allah’a inanmayanlar için cehennemi yarattı.'” Philopon kendini iyi hissetmiyordu. Bütün geceyi kendini zorbalığın darbeleriyle ölmeye hazırlayarak geçirmişti. Oysa şimdi, kendini yumuşak ve duyarlı jestlerle konuşan, kırk yaşlarında, siyah gözlü, uzun, altın işlemeli beyaz tuniğinin içinde zarif ve çekici görünen bir adamla sohbet ederken bulmuştu. Umudu tekrar canlandı. Belki henüz hiçbir şey kaybedilmemişti. Bilge Cassiodore da, Roma’yı Got kralı Theodoric’e akıl vererek kurtarmamış mıydı? Amr da hiç de bir zorbaya benzemiyordu. Üstelik zaaflarından birini açığa vurmuştu: Tüm askerler gibi, İskender’in zaferlerine yetişmeyi düşlüyordu. Korkacak bir şey yoktu. Philopon tutumunu değiştirmeye karar verdi.

Alaycı sesini değiştirerek babacan ve anlayışlı bir sesle: “Haklısınız general. Bu şehir İskender’in iradesiyle doğdu. Evrenin en büyük askeri burada yatıyor. Bedeni Babil’den altın bir tabut içinde getirildi. Ne yazık ki mezarı bazı hainlerce yıkıldı.” Bu düpedüz bir yalandı, ama Arap sanki bunu fark etmemiş gibi konuşmasına devam etti. “Bunu bilmiyordum,” dedi Amr, azıcık alaylı bir şekilde. “Çölden alışverişe geldiğimde müşterilerime İskender’in mezarı hakkında sorular sormuştum, onlar da bana kentinizin eski krallarından birinin askerlerine ödeme yapmak ve kendi krallığına itiraz eden kardeşine savaş açmak için mezarda gömülü hazineyi alarak kutsal şeylere saygısızlık ettiğini anlattılar. Kuşkusuz bu pazardan pazara satılan hikâyelerden biri ve ben de şunun şurasında kolay aklanan saf bir Bedeviyim.” Philopon dudaklarını ısırdı. Bir kez daha karşısındakini küçümseme hatasına düşmüştü. Amr bunu anlamamış gibi devam etti: “Bizim mezarlarımız aynı yerdedir, peygamberin nasihati. Kutsal olan şeylere saygısızlık etmek istemeyiz. Biz ölülerimizi doğdukları gibi çıplak gömeriz ki, Allah’ın bahçelerine çıplak varabilsin, mahşerde çıplak olabilsinler.” “Biz yargılama günü çıplak değiliz, suç ve günahlarımızla yüklüyüzdür.

Çalan, öldüren, yaratıcının eserlerini yıkanlar sonsuza dek cehennemde yanacaklar, bunu biliyor musunuz general?” “Biliyorum ve Yaratıcının Sodom ve Gomore’yi niçin yok ettiğini de biliyorum.” “Sen Cebrail değilsin,” dedi usulca Philopon, “İskenderiye de Yeni Babil değil.” Birbirlerini süzdüler. Denizden gelen soğuk bir rüzgar avluyu doldurdu ve Platon’un masanın üzerinde açılı kitabının sayfalarını kaldırdı. Amr derin bir soluk aldı: “Doğrusunu söylemek gerekirse, ben Allah’ın askeri olan bir tüccarım sadece ve senin de erdemli, bilge bir insan olduğun belli Philopon. Ama şunu da unutmamak gerekir ki tanrı saydığınız peygamberiniz İsa’nın örnek yoksulluğuna rağmen sizin başrahipleriniz bolluk içinde yaşıyor. Dediğim gibi ben bir asker parçasıyım. İnananların önderi halifenin emirlerine uyarım. Eğer o şehrinizin cezalandırılmasına karar verirse, cezalandırırım. Eğer merhamet gösterirse, sevinçle itaat ederim.” Philopon kendini Amr’ın yerine koydu. Hıristiyanlar denilen ne üdüğü belirsiz kalabalığın başında, hepsi de kral unvanına sahip savaşçıların, tek tanrısı değilse bile, tek bir ideali olan Roma ve Konstantinopolis’in duvarlarının ardında altın ve zenginlik bulmayı umarak birbirleriyle savaşmalarını düşündü. Oysa bu sefer karşısındaki gerçek bir generaldi; şu Arabistan Kralı mıdır yoksa Papası mıdır nedir şu Ömer’in emrinde olan, Eski ve Yeni Ahit’i tanıyan bir asker. Ama en azından şundan emindi: Bu insanlar bir kitaba tapıyorlardı. Belki kütüphane de bulunan diğer kitaplara da saygı gösterirlerdi.

Sonra, Amr’ın “halife” kelimesini söylerken kullandığı ses tonundan, onun bütün saygılı tavrına rağmen, hükümdarın yanında olmadığını hissetmişti. Ayrıca üstünde durması gereken başka şeyler de vardı. “Efendinin herkesin Yeni Atina dediği bu şehri cezalandıracağı hiçbir suç bilmiyorum,” dedi sonunda. “İşgalciye direnmek suç mudur? Hem bu son saldırıda size Bizanslı denizciler ve askerler dışında kim direndi? Üstelik onlar kaçtı. Senin işin kolay, bu şehir gibi kendi yenilginle yüzleşmek zorunda değilsin. Hiçbir şeyi olmayan, son günlerini etrafını çevreleyen bu bilgiyi korumaya adamış, sana karşı kullanabileceği hiçbir silahı olmayan bu yaşlı adam gibi değilsin.” Amr’ın yüzüne kan yürüdü. Philopon onun zaferinin bir hiç olduğunu söylüyordu. “Demek ki kitaplarınızın bir gücü yok. Allah’ın askerlerine, en son ve en büyük Peygamberin sözlerine karşı söyleyecek yeni sözleri yok. Anlat bana, Musa’nın, İsa’nın, Muhammet’in söylediğinden farklı ne söylüyor onlar? Her şey İncil ve Kuran’da söylendi ve bitti yaşlı adam. Başka şeyler yazanlar, tanrının vahyiyle yazılanlara karşı çıkmış olacaklar. Bu kitaplar şeytanın ayetleridir.” Amr bunları sakin bir şekilde, ama gür bir sesle söyledi. Yine de toz ve güneşten kırış kırış olmuş geniş yüzüne kuşkuların gölgesi vuruyordu.

Philopon onun gibi düşünmeye çalıştı, savaşçı bir zamanlar kendisinin korkusuzca karşı çıktığı Hıristiyan rahiplerle aynı şekilde düşünüyordu. Fakat bu sefer diyalektiğin kaprisli sularında yol almak akıllıca olmazdı. Yaşlı filozof, kaya gibi kendinden emin birinin karşısındaydı. Basit ve süssüz. Belki dar görüşlü. Önündeki bu inançlı kayayı çatlatmak için daha fazla güce ihtiyacı vardı. Bu güç bütün bilgi birikimini kullanmasını gerektirebilirdi. Philopon düşmanını acındırmayı iyi bilirdi. Eğer Amr çocuklarından biri veya boş kafalı bir aptal olsaydı, biraz bilgiyle onu büyüleyebilirdi. Ama Amr ne aptaldı ne de kendi çocuğuydu.” “Şeytan hepimizin içinde general, belki bu rafların içinde de vardır. Ama Tanrı bize iyiye faydalı olana duyulan sevgiyi de verdi. Onun bizim için yarattığı evrenden daha güzel ve faydalı ne var? Çevrende gördüğün bu yazıların zamanın başından beri çoğaltmaya çalıştığı sadece güzellik ve faydadır.” “Kuran’ın söylediklerine ekleyecek sözü olan bir kitap var mı?” “Bilmiyorum, çünkü senin kitabını okumadım. İnan ki pişmanım.

” “Eğer hiçbir işe yaramıyorlarsa neden boşu boşuna onları tozun içinde tutmaya devam edelim?” “Yargılamadan, yakmadan önce Amr, en azından onların neden bahsettiğini öğren.” “Peki öyleyse, anlat. Beni ikna etmeye çalış.” “Ben yaşlı bir adamım oğlum ve çok şey gördüm. Ama nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yardım istememe izin verir misin? Yaşlılık, çok bilgi, sana istediklerini söyletemez, sadece gençlik yapabilir bunu.” “Kim bu genç insanlar?” “Bir Yahudi ile bir kadın.” IV. Hypatie ve Rhaze hızlı adımlarla avludan geçip kütüphaneye girdiler. Amr genç kadını görünce ayağa kalktı, ama Hypatie ağzını açmasına zaman bırakmadı. Ona meyveleri üzerinde bir zeytin dalı uzattı ve hareketini kibar bir reveransla süsledi. “Eğer bölgemizin efendisi olmak istiyorsanız Amr, öncelikle sağlığa iyi gelen zeytinin pütürlü gövdesini okşamayı öğrenin ve ona altın sarısı yağı veren meyvelerini esirgememesi için yalvarın. Ve üzüm salkımlarını bir kadını öper gibi öpmeyi de öğrenin ki sizi bir gün şarabın sarhoşluğuyla zevke boğsun. Tıpkı adamlarınızla konuştuğunuz gibi konuşmayı öğrenin buğday tarlalarıyla; başaklan en güzel zaferlerinizden biri gibi size ekmek verecek. Buğdaydan, şaraptan, zeytinyağından barış doğar, kitap doğar.

” Amr bu sözlerden etkilendi, ellerini birleştirdi ve boynunu büktü. “Bu rutubetin ve tozun içinden nasıl böyle bir zerafet, böyle bir şiir doğabiliyor? İyi bir koca ve çocuklara sahip olmak için yaratılmış sizin gibi bir kadının… kitapların arasında kaybolarak eski bir papirüs gibi solup gitmesi doğru mu?” Hypatie rahatsız olmuştu: “Eğer bu yaptığınız bir evlenme teklifiyse general, bana biraz kaba geldi. Oysa amcam sizden kibar ve ağırbaşlı biri diye söz etmişti.” “Bağışlayın, ben yalnızca bir askerim ve şu çorak yaşamımda güzellikle bilimin birleştiği bir kadın görmedim.” “Yunanlılara güvenmeyin Amr,” diye şaka yaptı Philopon. “Onlar buz gibi dondururlar, eritmezler.” “Demek Yunanlısınız? Bense Mısır topraklarındayım sanıyordum.” “İskender bu kenti kuralı,” diye müdahale etti Rhaze, “neredeyse bin yıl oluyor ve denebilir ki bütün İskenderiye Okulu biraz İskender’e biraz Firavuna çekmiştir.” “Peki sen kime çektin Yahudi?” “İbrahim’e general, tıpkı senin gibi. Bütün İsrail oğulları İsmail oğullarının kardeşidir. Biz kitabın çocuklarıyız. Sen ve ben.” Amr elinin bir hareketiyle rafları gösterdi: “Peki bu kitapların Allah’ın peygamberlerine yazdırdıklarına yeni sözler ilave etmesine ne diyorsunuz?” Philopon yeğenine ve hekime umutsuz bir ifadeyle baktı. Bu adamın ruhunu açabilmek, kütüphaneyi kurtarabilmek için onların gençliğinin enerjisine ve cesaretine ihtiyacı vardı; Çünkü artık ondan geçmişti. Rhaze’ye kulak verdi.

“Bütün kitaplar kutsal esindir, çünkü her şey güzelliğini yaratılışdan alır.” Zavallı! Philopon’un birkaç saat önce yaptığı şeyin aynını yapıyordu, gereksiz bir tartışmaya giriyordu. Oysa Amr hedefine ilerleyen bir ok gibiydi, Allah uğruna, önceden yazılmış bütün değerleri inkâr ediyordu. Bereket versin ki Hypatie konuşmanın onun yabancısı olduğu bir alana gittiğini anlamıştı. Bu çöl adamlarının hayale, şiire, güzelliklere olan eğilimlerinin ününü duymuştu. Bu Amr’ın üzerinde işe yarayabilecek tek şeydi. Dalkavukluksa asla sökmezdi. “Sizin için savaşçıların en cesuru, ama aynı zamanda en merhametlisi diyorlar. Namınız çölleri ve denizi aşıp ta Bizans’a dek gitmiş. Herkes size inanıyor ve saygı gösteriyormuş. Kuşkusuz İskender yaşasaydı, kendine sizin gibi bir komutan isterdi. Onun kurduğu kentin efendisi olmanız bana doğru geliyor.” Amr biraz dudak bükerek iltifatlara tok olduğunu gösterdi. Hypatie devam etti: “Hizmetçilerimden biri, benden habersiz kendini tehlikeye atarak teğmenlerinden birini görmeye gidiyor, bana anlattığına göre kahramanlığınız kıyas kabul etmezmiş. Bilgeliğinizi büyükbabanızdan almışsınız.

Kabile reisi olan büyükbabanız, bilge ve kutsal biriymiş. Son yıllarını yıldızları seyrederek ve meditasyonla geçirmiş. Çocukluğunuzu onun yanında geçirdiğiniz doğru mu?” “Teğmenim hizmetçinize yalan söylememiş, güzel bayan. Ne yazık ki büyükbabam peygamberin çağrısını işitemeden öldü.” “Onu Aristoteles’de işitemedi. Bununla beraber gösterdiği insanlıkla o da cenneti, en az büyükbabanız kadar hak ediyor.” “Bu yazılı olsaydı Ama amcanızın yaptığı gibi şu Aristoteles’den tekrar tekrar bahsederek bıktırmayın beni. Onun dediğine bakılırsa bu yer sadece şu can sıkıcı adamın eserleriyle dolu.” Rhaze ve yeğeni birbirlerine bakıp kahkahayı basınca Philopon uzun sakalının içinden homurdanarak hoşnutsuzluğunu belirtti. Amr’ın gerginliği bu gösteriyle kaybolmuştu: “Yapmayın gençler, yaşlılar için biraz daha saygı lütfen ve tabii onların tuhaflıkları için de. Bana gelince ben her iki yaşı da dengeliyorum.” Hypatie bu son cümlede genç hekime karşı bir kıskançlık sezdi. Gerçekten Rhaze ona aralarında arkadaşlıktan başka bir şey varmış gibi davranıyordu. Hafifçe ondan uzaklaştı “Büyükbabanızın başarılarıyla gururlanıp gururlanmayacağınızı bilmiyorum,” dedi, “ama eminim sizi buradaki şu yedi yüz bin kitaba sahipken görseydi, burayı yıkmadan önce bir kez daha düşünmenizi isterdi.” Generalin yüzünden bir düşünce bulutu geçti.

Bu insanlara kararı kendisinin değil, Halife Ömer’in vereceğini nasıl anlatmalı? Elindeki tek kanıta tekrar sarılmakla yetindi, üstelik bu tartışma ona gittikçe daha ilgi çekici gelmeye başlamıştı. “Bu kitaplarda Peygamberimizin bize öğretmediği ne var?” Hypatie’nin yüzü kızgın bir çocuğunkini andırıyordu. Böyle daha da çekici görünüyordu. “Rica ederim bırakın şu lafları. Söyleyin bana büyükbabanız şu beş soruyu cevaplamayı ister miydi: Evrenin merkezi neresidir? Gezegenler ne şekilde hareket ederler? Senin ve benim üstünde yaşadığımız gezegenin biçimi ve boyutları nelerdir? Ay, ışığını nerden alır? Gökte kaç tane yıldız vardır?” “Ne kadar tanıdık. Ben ve büyükbabam tepelere uzanır ve yıldızları sayardık. 0 da kendine aynı soruları sorardı. Kendi susuzluğunu bana da geçirdi. Cevap hâlâ bu duvarların arasında mı? Bunca şeyi bir araya getirme zahmetine neden katlanılmış?” “Belki evet, belki hayır; bütün bildiğim bu kitapların sarhoşluğunuzu dindirebileceği. Ama evvela insanların bunca kitabı bir araya getirmek için bin yıl boyunca nasıl uğraşmışlar onu anlatayım size. Nasıl olduğunu bildiğinde belki neden soruna da cevap bulursunuz.” “Güzel bayan, bana anlatacağınız hikâyede yeni bir Babil kulesinden bahsedeceğinize inansam bile, bu sözlerinizin bilgelik yüklü olduğunu kabul ediyorum.” “Bilmeden yargılarsanız Amr, sizin de diğer insanlardan bir farkınız kalmaz. İşte bu yüzden savaşıyorsunuz. Oysa benim anlatacağım bir barış hikâyesi, bilginin hikâyesi, kaba kuvvetin değil.

” “Ne de olsa bir kadın hikâyesi.” “Neden olmasın. Kuşkusuz kütüphane de kimsenin sırlarını çözemeyeceği bir kadına benziyor.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir