Jean-Pierre Changeux, Paul Ricoeur – Neden Nasıl Düşünürüz – Etik, İnsan Doğası ve Beyin Üzerine Bir Tartışma

Sinir bilimlerinin (neuroscierıces) gerek buluşlan ve projeleri, gerekse ahlak üstüne, normlar üstüne, barış üstüne bir tartışmaya temel teşkil etme kapasiteleri konusunda, bir biliminsanıyla bir filozofu karşı karşıya getirmek akıllıca bir girişim olur muydu acaba? Bilim tarafında, kâh bilime güvenen, hatta sempatisini coşkulu biçimde gösteren, kâh onun yaşam üzerinde kurduğu egemenlikten ve ortak geleceğimize yönelttiği tehditten korkan bir kamuoyunun önyargılarına göğüs germek gerekiyordu. Felsefe tarafındaysa, bütün derdi kendisinin var kalıp kalamayacağı olan, metinlerden oluşmuş kendi uçsuz bucaksız mirasının içine gömülü yaşadığından genellikle son zamanlarda bilimlerde meydana gelen gelişmelere pek ilgi göstermeyen bir disiplinin kendine hayranlığını aşmak söz konusuydu. Aklın süzgecinden geçirilmiş bir bilimsel kültürün karşısına çıkarılan engelleri yenmek için, Odile Jacob, insan beynini araştırmalarının baş konusu yapmış olan, çalışmaları L’Homme neuronal’m (Nöronal İnsan) yayımlanmasından beri büyük okur kitlesi tarafından iyi bilinen ve çalışmalarını halen sürdüren bir biliminsanına başvurdu. Felsefeyi etrafını çeviren kale duvarlarının dışına çekmek için de, Soi-meme comme un aut re’da (Öteki Olarak Kendi) tüm çalışmalannı özetledikten sonra, ortaçağda “tartışmalı meseleler” denen ve pek çok hekim, hukukçu, tarihçi ve siyaset bilimcinin de ilgilendiği konulara el atmış bir filozof seçti. Yani editörün seçimi iki sesli bir diyalog yönünde oldu. Ama bunun yumuşak ve uzlaşıcı değil sert ve çarpışmacı olması gerekiyordu. Öyle de oldu, tartışma boyunca her iki taraf da birbirinin dayanma gücünü sınadı: Filozof sarsıcı, ezici argümanlarının altının oyulduğunu gördü, bilim adamıysa sunduğu su götürmez olguların ala­ şağı edildiğini. Neticede tartışmaya hakem olarak değil taraf olarak girmeye çağrılan okurun olgunluğuna duyulan güvenin göstergesi oldu bu karşılaşma. Zira Fransa’da gerçek fikir tartışması sayısı yeterince yüksek değil. Bu alan, ikna edicilikten önce kabul edilebilir, yani savunulmaya layık olmaları gereken argümanlara hiç aldırış edilmeksizin, sorgulama kabul etmeyen iddialar, tekyanlı eleştiriler, anlaşılmaz laf ebelikleri, ucuz küçümseme ve alaylarla dolup taşıyor. Bu açıdan bakılınca, bir biliminsanıyla bir filozof arasında tamamen özgür ve açıksözlü bir diyaloğun yaşanması, her ikisi için de sıradışı bir deneyim oluşturdu. Programsız bir sohbet olarak başlayıp kaydedilen bir tartışma halini alan bu diyalog, yazı aşamasına geçilince daha keskin, hatta bazen daha sert ve incitici oldu. Ama bu, fikir yarıştırmanın ödünsüz etiğine uymak zorunda kaldığında, her tartışmanın karşılaşacağı güçlüklerin küçük ölçekli bir modeli değil mi? Bu ikili alışverişin, okurların eline geçince, çoktaraflı bir karşılıklı anlayış sürecine dönüşmesini dileyelim. Sesleri yazıya geçirerek uyumlu kılmayı başaran Juliette Blamont’a ve bu diyalogu kışkırtan, yüreklendiren ve gelişimini titiz bir dikkatle izleyen Odile Jacob’a, diyaloğun okura ulaştırılmasındaki yoğun katılımlarından dolayı burada teşekkür ediyoruz. Paul Ricoeur – Jean-Pierre Charıgeux Gerekli Bir Karşılaşma 1.


Bilgi ve Bilgelik JEAN-PIERRE CHANGEUX— Siz herkesin tanıdığı ve hayran olduğu bir filozofsunuz. Bense bir araştırmacıyım. Hayatım insanın sinir sisteminin ve özellikle de beyninin işleyiş mekanizmalarının kuramsal ve deneysel olarak incelenmesine hasredilmiştir. Her ne kadar insan beynini en mikroskobik yapılarından, yani onu oluşturan moleküllerden yola çıkarak anlamaya çalışıyorsam da, bu yaklaşım onun düşünme, duygu ve heyecanlar, bilme yetisi ve, neden olmasın, ahlak duygusu gibi geleneksel olarak felsefenin alanına giren en yüksek fonksiyonlarını anlama istemini de dışlamıyor. Nitekim benim de aralarında bulunduğum moleküler biyoloji uzmanlan halen ürkütücü bir problem karşısında bulunuyorlar: moleküllerin oluşturduğu o elemanter yapıtaşlanyla, güzelin algılanması ya da bilimsel yaratıcılık gibi en karmaşık ve entegre fonksiyonlar arasındaki ilişkiyi bulmak. Kopemik, Danvin ve Freud’dan sonra, şimdi bize Tin’in ele geçirilmesi işi kalıyor! Bu, yirmi birinci yüzyıl biliminin karşısındaki en etkileyici ve ürkütücü meydan okumalardan biri. Antikçağın en eski devirlerinden beri, Fransız geleneğine göre tin (esprit) adı verilen şey (başharfî majüskül Tm-Esprit değil, Anglosakson yazarlann mind, yani zihin dedikleri şeyin eşdeğerlisi) üstüne savlar öne süren, tartışma yapan ve kanıt yanştıranlar hep filozoflar olmuştur. Dolayısıyla, burada her birimiz düşünülebilecek en karşıt iki kutbun birinden yola çıkar gibi görünsek de, felsefeyle sinir biyolojisi (nörobiyoloji) arasındaki bu buluşmayı ben memnunlukla karşılıyorum. Sizin çalışmalannıza büyük bir hayranlığım var. Belki de benim kendi cehaletimdendir, ama Fransa’da, ahlak ve etik sorunları üstüne bu kadar derinlemesine bir felsefi düşünce geliştirmiş pek fazla yazar bulamadım. Neden bir araya gelip ortak bir söylem kurmaya çalışmayalım? Belki bunu başaramayız; ama bu girişim hiç olmazsa uyuşma noktalarını tanımlamak, daha da önemlisi kırılma hatlarını belirlemek ve günün birinde ister istemez doldurulması gerekecek boşlukları gündeme getirmek bakımından ilginç olacaktır. PAUL RICOEUR— Karşılama söylevinize, son derece saygılı ve dikkatli biçimde tartışılmaya layık bir eser olan L’Homme neuronal’m1 yazarı ünlü biliminsanına yönelik aynı sıcaklıkta bir selamla yanıt vermek isterim. Bu girişimimiz, sözcüğün en güçlü anlamıyla bir görüşmedir (,entretien) ve en başta, insan fenomeniyle ilgili olarak aramızda mesleki niteliklerimizden, yani birimizin biliminsanı birimizin filozof oluşundan ileri gelen bir yaklaşım farkının varlığından kaynaklanmıştır. Fakat aynı zamanda başka bir kaynağı daha var: Başlangıçtaki bu bakış açısı farkına bağlı fikir ayrılıklarını çözemesek bile daha yüksek bir tartışma düzeyine taşıma dileğimiz; öyle bir düzey ki, birimizin ileri süreceği nedenler öbürümüz tarafından hiç değilse kabul edilebilir olsun, yani tartışma etiği çerçevesinde yapılacak bir fikir alışverişinde savunulmaya layık bulunsun. Kendi çıkış konumumu hemen belirteyim.

Ben kendimi, Avrupa felsefesi içindeki çeşitli akımlardan, üç farklı yaklaşım içeren birine mensup sayıyorum: dönüşlü (reflexive) felsefe, fenomenolojik felsefe, yorumbilgisel felsefe. Birinci yaklaşım, yani dönüşlülük insan zihninin sahip olduğu eyleme, düşünme, duyma gücünü -deyim yerindeyse gömülmüş, yitirilmiş olan bu gücü- onu kendisine dışlaştıran bilgi, uygulama ve duygularda yeniden ele geçirme girişimini vurguluyor. Jean Nabert, benim de ait olduğum akımın bu ilk dalının önde gelen temsilcisidir. İkinci yaklaşım -fenomenoloji- “şeylerin kendisine”, yani kendini ancak kültürel, felsefi, tanrıbilimsel tarihten miras kalan zihinsel yapılardan en arındırılmış deneyime gösteren şeyin dışavurumuna erişme idealini ifade ediyor; bu dilek, dönüşlülüğün aksine teorik, pratik, estetik yaşamın yönelimsel (intentionnel) boyutunu vurgulamaya ve her bilinci “…in bilinci” olarak tanımlamaya götürüyor. Bu yaklaşımın en önemli savunucusu ona adını veren Husserl’dir. Önce dinsel metinlere (tefsir), klasik edebi metinlere (filoloji) ve hukuksal metinlere (içtihatlar) uygulanmış olan yorumlayıcı yöntemden miras kalan üçüncü yaklaşım yani yorumbilgisi ise insan deneyimlerinin “okunuşu” diyebileceğimiz şeye bağlı yorumların çokluğunu vurguluyor. Bu üçüncü biçimiyle felsefe, başka her türlü felsefenin önkabullerden arınık olma iddiasını sorguluyor. Bu üçüncü eğilimin başlıca üstadları Dilthey, Heidegger ve Gadamer’dir. Bundan sonra, bu tartışmada temsil ettiğim felsefe akımını üç katmanı -dönüşlülük, betimleyicilik, yorumlayıcılık- içinde ifade etmek için “fenomenoloji” genel terimini kullanacağım. J.-P. C — Bana gelince, bilimsel araştırma, özel olarak da biyolojik araştırma dünyasına mensup oluşum, tüm düşüncemi derin biçimde etkiledi ve yönlendirdi diyebilirim. Önce, henüz genç bir öğrenciyken moleküler biyoloji hareketine katıldım. Altmışlı yılların projesi, yaşamın -canlılık olayının, Dirim’in- en son sınırlarında yer alan moleküllerin yapı ve fonksiyonlarını aydınlatmaktı. Bu proje bilindiği gibi2 başarıya ulaştı ve hâlâ devam ediyor.

“Allosterik proteinler” denen söz konusu moleküllerden bazıları çok önemli ve belirleyici bir özelliğe sahip. Bir anlamda bunların iki başlan var: Bir yandan özel bir biyolojik işlemi, örneğin bir kimyasal sentezin gidişini belirliyor, öte yandan bu işlemi düzenleyen bir işarete “bakıyorlar”. Bu proteinler hücrenin yaşamına esneklik getiriyor: Hücresel işlevlerin eşgüdümüyle birlikte aynı zamanda hücrenin dış koşullara uyum sağlamasına da katılan aç-kapa düğmeleri (komütatörler) olarak iş görüyorlar.3 Hücrenin canlılığı için bu kadar temel önemde olan biyolojik fonksiyonları sadece ve kesinlikle fiziko-kimyasal kavramlar çerçevesinde anlamak, hatm sayılır kapsam ve canlılıkta bir araştırma geleneğinin hedefi olmuştur ve hâlâ öyledir; ben de büyük bir heyecanla bu geleneğe ait olduğumu hissediyorum. Bunun ardından daha da beklenmedik bir şey kanıtlandı: beynimizde de bu bakteri tipi komütatörlere çok benzeyen moleküllerden olduğu. Bunlar, sinir hücreleri arasındaki iletişimde devreye giren kimyasal madde reseptörleri ya da “nörotransmitterler” (neurotransmetteurs).4 Beynimizin tüm fonksiyonları, en yalınkatlarından en karmaşıklarına kadar, bu molekül-komütatörleri işe koşuyor ve dolayısıyla köklerini fıziko-kimyasal dünyaya salmış bulunuyor. Beyin yapısının olağanüstü karmaşıklığı ve gelişim süreci yetmişli yıllar boyunca moleküler biyolojinin yöntemleriyle incelenebilir oldu. Artık beyni genler tarafından önceden imal edilmiş hazır devrelerden oluşan bir tür bilgisayar gibi düşünmeye neden kalmadı. Tersine, sinir hücreleri arasındaki bağlantılar beynin gelişim süreci boyunca aşamalı olarak kuruluyor ve yeni doğan organizmanın çevresi ve kendisiyle etkileşim süreci tarafından sıkı bir düzenlemeye tabi tutulan deneme ve yanılmalara, yoklama ve sınamalara, seçimlere dayanıyor. Özetlemek gerekirse, beyin deyince her şeyiyle tamam ve göreve hazır bir “genetik bütün” değil, türe özgü bir genetik genel çerçeve içinde, birtakım “epigenetik” izlerin art arda ve iç içe beyin dokusunda (nöron ağında) yerlerini alış süreci söz konusu.5 Beynin içinde süregiden geliştirici yarışmalar türün biyolojik evrim aşamasından nöbeti devralarak fiziksel, toplumsal ve kültürel çevreyle organik bağlar yaratıyor. Doğal olarak böylelikle, beşeri ve sosyal bilimlerle biyoloji arasında da son derece verimli bir “ara-yüz” yaratılmış oluyor. Henüz geniş ölçüde kuramsal olan bir üçüncü araştırma dalı da bilgisayarların sunduğu yeni hesap olanaklarından yararlanmaya çalışıyor ve beynin işlevsel yapısı hakkında elde bulunan bölük pörçük bilgileri kullanıyor. Bu yol, örneğin belli (tanımlanmış) bir öğrenme işini başarabilecek yetenekte bir “formel organizma” elde etmeyi sağlayacak, olabildiğince yalın “nöron mimarileri” tasarlamaya dayanıyor.

Bu girişimin iki dikkat çekici özelliği var: Bir yandan, hesaplarında sadece beynimizin bilinen bazı elemanter bileşenlerini, örneğin yukarıda geçen “nöro-aracı” (neuromediateur) reseptörlerini kullanıyor; öte yandan, böyle bir makinenin [soyut “formel organizmamın] insana özgü olduğu kabul edilen görevleri ifa edebilmesi için gereken sinir hücresi ağının en alt karmaşıklık düzeyini belirlemeye çalışıyor.6 Kuramsal programı, hem belli bir sinir hücresi ağının anatomik yapısı hem de bu ağ üzerinde sürüp giden etkinlikler temelinde belirlenen bir davranışı kesinlikle “formelleştirilmiş” bir dille açıklamaya çalışmaktan ibaret. Bağlantıcı (connexionniste) diye nitelendirilen bu girişimin pek tanınmış öncüleri var: sibernetiğiyle Norbert Wiener, ünlü “evrensel makine”siyle Alan Turing ve bilişsel bilimler alanında, özellikle “tinin cisimleşmesi”, İngilizcede embodiment o f the mind diye adlandırılan konu üzerinde araştırmalara katılan bütün biliminsanları.7 Son olarak, College de France’ta verilen öğretim, bunu üstlenenlerden sürekli ilerleme halinde olan bilgileri sadece öğretici (didaktik) bir biçim altında toparlamalarını ister. Az önce adını andığınız L ’Homme neuronal,8 benim ilk yedi yılki derslerimin sentezini temsil etmekteydi. Amacı, beyin bilimlerindeki göz kamaştırıcı ilerlemeleri tanıtmaktı. Bugün farkına varıyorum ki, molekülden ruhsal fonksiyonlara (psişizme) kadar elde bulunan bilgileri böyle belli bir düzene sokma girişimi, beyin ve fonksiyonlarına dair benim kendi tasarımlarıma da geriye doğru güçlü bir etki yapmıştır. Bu konuda Rene Thom’un bakış açısını paylaşıyorum: Buna göre, bir modelleme girişiminde önemli olan onun ontolojik erişim alanıdır, yani şeylerin ve varlıkların temel ve kökenlerine dair tasarımlarımıza yaptığı, yapacağı etkidir, başka deyişle altında yatan felsefesidir. L’Homme neuronal’\ yazarken Spinoza’nın Etika’sim ve düşüncesinin bütün netlik ve kesinliğini keşfettim. “İnsanların eylemlerini ve arzularını, bunlar sanki çizgiler, yüzeyler ve cisimlermiş gibi inceleyeceğim,”9 diyor Spinoza. İnsan yaşamını her türlü ereksel dünya tasarımından ve insanmerkezcilikten arınık, düş gücünden ve -Spinoza’nın “cehaletin sığınağı” dediği- dinsel bağnazlıktan korunuk olarak yeniden kurmaya girişmekten daha coşku verici bir proje olabilir mi? Spinoza’yı okumam, Sokrates-öncesi düşünürleri, özellikle her zaman çok bağlı olduğum antikçağ atomcularından Demokritos’u okumaktan kazandıklarımı tamamlayıp zenginleştirdi. Ama bütün bunlar etik sorunlarına duyduğum gayet belirgin ilgiyi açıklamaya yetmiyor; bu ilgidir ki beni, sizin yazılarınızı, özellikle Soi-meme comme un autre’u,10 okumaya sevk etti. Bu konuda belirleyici olay, L’Homme neuronal’in çıkışından biraz sonra, Etik Komitesi’nin sinir bilimlerine ayrılmış bir çalışma grubu önünde yaptığım bir konuşma oldu. Sunumumu izleyen son derece ateşli tartışma beni köşeye sıkıştırdı. Bir “nöronal insan” nasıl olur da ahlaki özne olabilir? O zamandan beri bir doğru yaşam etiğinin, aklın özgürce kullanılmasına yol açacak özgür, şen bir hümanizmin öznesini büyük bir çabayla yeniden canlandırmaya çalışarak, durmadan bunu düşünüyorum.

Bugün sizinle tartışmaya girme isteğimin altında da bu düşünme süreci yatıyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir