Philip K. Dick – Çığrından Çıkmış Zaman

Kadıköy’ün yağmurlu ve puslu günlerinde hazırlanan bu kitap sizi uçurumdan aşağı atabilecek güce sahip olabilir. Herhangi bir şekilde ve özellikle izinsiz olarak iktibas edildiğinde Kadıköy’ün o bilinen, serin ve rutubetli laneti, yıllar boyunca bunu yapanı takip eder, saçları dökülür, rüyasında sürekli olarak Kadıköy sokaklarından akın akın geçerek yıllık intiharlarını gerçekleştirmeye giden lemur sürüleri görür ve derin bir yalnızlığa gömülür. KAÇIŞ YOK Ragle kurtulması gerektiğini biliyordu. Ama… bindiği taksi şehrin sınırlarını geçemiyordu… her nasılsa otobüs bileti kuyruğu hiç azalmıyordu… ve aslında acaba gerçekten otobüs var mıydı? Umutsuz bir hareketle kasabadan ayrılmış ve yabancı bir eve sığınmıştı. Belki burada, bir anda muazzam bir entrikanın öznesi haline gelmiş olduğu yanılsamasını alt edebilirdi… Sonra televizyonu açtı. Bir eğitim filmi vardı -Ragle Gumm’un nasıl teşhis edileceği hakkındaydı. BİR Victor Nielson, mağazanın arka tarafındaki soğuk hava deposundan bir el arabası dolusu patatesi ürün departmanının sebze bölümüne taşıdı. Neredeyse boş olan bölmeye yeni patatesleri boşaltmaya başladı; bir yandan da her onuncu patatesi bozuk veya çürük mü diye kontrol ediyordu. Koca bir patates yere düştü ve onu almak için eğildi; o sırada kasanın, puro ve şekerleme vitrinlerinin ötesinden, geniş cam kapıların arasından sokağı gördü. Birkaç yaya kaldırımda yürüyordu ve caddede, mağazanın park alanından ayrılmakta olan bir Volkswagen’in çamurluğundan yansıyan güneş ışığını yakaladı. Kasada görevli ürkütücü Teksaslı kız Liz’e, “Karın mıydı o?” diye sordu. “Bildiğim kadarıyla değil” dedi Liz, bir yandan iki karton süt ve bir paket dövülmüş yağsız biftek için kasa fişi yazarken. Kasadaki bir hayli yaşlı müşteri cüzdanını çıkarmak için ceketinin cebine uzandı. “Gelmesini bekliyorum,” dedi Vic. “Geldiğinde bana haber ver.


” Margo, 10 yaşındaki oğullan Sammy’yi röntgen çekilmesi için dişçiye götürecekti. Aylardan Nisan ve gelir vergisi zamanı olduğundan, Vic’in hesabında kalan para oldukça azalmıştı ve röntgen sonuçlarını korkuyla bekliyordu. Beklemeye daha fazla dayanamadığından, konserve çorba rafının yatandan ödemeli telefona doğru yürüdü, bir on sendik attı ve numarayı çevirdi. “Alo” diyen Margo’nun sesi duyuldu. “Onu aşağı indirdin mi?” Margo heyecanla, “Dr. Miles’ı arayıp ertelemek zorunda kaldım. Öğle vakti, bugün Anne Rubenstein ile birlikte şu dilekçeyi Sağlık Bakanlığı’na götürmemiz gerektiğini hatırladım, bugün kesin kayda girmeli çünkü duyduğumuza göre anlaşmalar artık yürürlüğe giriyormuş,” dedi. “Ne dilekçesi?” diye sordu Vic. “Belediyeyi şu üç eski ev yıkıntısını temizlemeye zorlamak için,” dedi Margo. “Çocuklar okuldan sonra orada oyun oynuyor, ne kadar tehlikeli. Paslı teller, kırık beton plakalar ve — ” “Postayla yollayamaz mıydın?” diye Vic lâfa girdi, ama aslında içten içe rahatlamıştı. Sammy’nin dişleri önümüzdeki aydan önce düşmeyecekti; onu götürmek için bir aciliyet yoktu. “Orada işiniz ne kadar sürecek? Beni arabayla eve götürmeyeceğin anlamına mı geliyor bu?” “Bilemiyorum,” dedi Margo. “Dinle canım, oturma odasında bir sürü kadın vardilekçemizi sunarken vurgulamak istediğimiz son dakika konularını belirlemeye çalışıyoruz. Eğer seni alamayacaksam beş gibi arar haber veririm.

Tamam mı?” Vic telefonu kapattıktan sonra kasaya doğru ilerledi. Hesap kestirmek için bekleyen hiçbir müşteri yoktu ve Liz birkaç dakikalığına ara verip bir sigara yakmıştı. Kız sempatik bir şekilde ve parlak bir ifade ile gülümsedi. “Küçük oğlun nasıl?” diye sordu. “İyi,” dedi Vic. “Büyük ihtimalle dişçiyle gitmediği için rahatlamıştır.” Liz, “Benim gittiğim dünya tatlısı ufak tefek yaşlı bir dişçi var” diye neşeyle cıvıldadı. “En az yüz yaşında olmalı. Hiç canımı acıtmıyor, biraz uğraşıyor ve iş bitiyor.” Kırmızı ojeli başparmağıyla dudağını geriye doğru açarak üst azıdişlerindeki bir altın kaplamalı dolguyu gösterdi. Görmek için yaklaştığında Vic’i sigara ve karanfil kokulu bir nefes karşıladı. “Gördün mü?” dedi. “Kocaman bir şey ama hiç acımadı! Hayır, hem de hiç!” Kimbilir Margo ne der, diye düşündü Vic. Eğer kendiliğinden açılan cam kapıdan içeri girip beni Liz’in ağzına bakarken görse. Kinsey kayıtlarına henüz geçmemiş yeni moda bir tür erotizm halindeyken.

Öğleden sonra mağaza neredeyse terkedilmiş gibiydi. Genelde kasalarda izdiham olurdu, ama bugün durum öyle değildi. Ekonomik krizden olduğuna karar verdi Vic. Bu yılın Şubat ayı itibariyle beş milyon işsiz bulunuyordu. Bizim işimizi de etkiliyor, diye düşündü. Ön kapılara doğru giderek kaldırım trafiğini izlemeye koyuldu. Hiç şüphe yoktu. Normalden çok daha az insan. Herkes evde biriktirdiği paraları sayıyor olmalıydı. “Bu sene işler çok kötü” dedi Liz’e. “Niye dert ediyorsun ki?” dedi Liz. “Sen dükkânın sahibi değilsin ki; sadece burada çalışan birisin, hepimiz öyleyiz. Yani bize çok fazla iş düşmüyor.” Bir kadın müşteri aldığı yiyecekleri tezgâha boşaltmaya başlamıştı; Liz bir yandan omzunun üzerinden Vic ile konuşurken bir yandan da fiyatları okutuyordu. “Ne olursa olsun ekonomik bunalım yaşanacağını düşünmüyorum; bu yalnızca Demokratların zırvalan.

Şu yaşlı Demokratların sanki ekonomi tepetaklak düşüyormuş gibi bir hava yaratmalarından bıktım.” “Sen Demokrat değil misin?” diye sordu Vic. “Güneyli değil misin?” “Artık değilim. Buraya taşındığımdan beri değilim. Burası Cumhuriyetçi bir eyalet, bu yüzden ben de Cumhuriyetçiyim.” Yazarkasa tangır tungur sesler çıkardı ve kasa çekmecesi açıldı. Liz yiyecekleri bir kese kâğıdına koydu. Marketin karşısındaki American Diner Cafe’nin tabelâsı Vic’in aklına öğleden sonra kahvesini getirdi. Belki de en iyi zamandı şimdi. Liz’e “On dakika kadar sonra dönmüş olacağım. Tek başına kaleyi savunabileceğini düşünüyor musun?” dedi. “Aman sen de,” dedi Liz neşeyle, bir yandan para üstü veriyordu. “Git canım, ben de sonra çıkar almam gereken şeyler için alışveriş yaparım. Git hadi.” Vic elleri ceplerinde marketten çıktı, kaldırım kenarında durarak geçmek için trafiğin azalmasını bekledi.

Asla yaya geçidine yürümezdi; kaldırım kenarında dakikalarca beklemek zorunda kalsa da her zaman bloğun ortasından doğruca kafeteryaya geçerdi. Bu bir tür gurur ve erkeklik göstergesiydi. Kafeteryanın bir bölmesinde, kahve fincanının başında, tembel tembel kahvesini karıştırarak oturdu. “Ağır bir gün” dedi, Samuel Erkek Giysilerinde ayakkabı satışı yapan Jack Barnes, onunla birlikte oturmak için kahvesini getirirken. Her zamanki gibi Jack solgun görünüyordu, sanki naylon gömlek ve pantolonunun içinde bütün gün buharlaşmış ve pişmiş gibiydi. “Havadan olmalı,” dedi. “Birkaç gün tadı bahar havası olsa herkes tenis raketi ve kamp ocağı almaya başlar.” Vic’in cebinde Ayın Kitabı Kulübü’nün en son broşürü vardı. O ve Margo birkaç yıl önce kulübe katılmışlardı, bir evi peşin olarak satın alıp bu tür şeylerin çok olduğu bir bölgeye taşındıkları zamanda. Broşürü masaya düz bir şekilde yayıp, Jack’in okuyabileceği gibi döndürdü. Ayakkabı satıcısı merak ettiğine dair hiçbir işaret vermedi. “Bir kitap kulübüne katılmak,” dedi Vic. “Beynini geliştirir.” “Ben kitap okuyorum,” dedi Jack. “Evet.

Şu Becker’ın eczanesinden aldığın cep kitaplarını.” Jack, “Bu ülkenin ihtiyacı olan şey bilim, edebiyat değil. Sen de çok iyi biliyorsun ki bu tür kitap kulüpleri, seks cinayetlerinin işlendiği ve tüm kirliliklerin su üstüne çıktığı küçük kasabaların anlatıldığı seks kitaplarıyla uğraşıyor. Ben bunların Amerikan bilimine yardım edeceğine inanmıyorum,” dedi. “Ayın Kitabı Kulübü Toynbee’nin Tarihi’nin de dağıtımcılığını yapıyor,” dedi Vic. “Bunu okuyabilirsin.” Bunu kâr payı olarak almıştı; her ne kadar kitabı henüz bitirememiş olsa da, önemli edebi ve tarihsel bir eser olduğunu görmüştü, kütüphaneye koymaya değerdi. “Her neyse,” dedi, “bazı kitaplar kötü olsa da, şu gençler için yapılan seks filmleri kadar kötü olamaz, şu James Dean ve o grubun yaptığı araba yarışları filmi kadar.” Jack, dudaklarını oynatarak, Ayın Kitabı Kulübü’nün bu zamanki seçiminin başlığını okuyordu. “Tarihsel bir eser,” dedi. “Güney ile ilgili. Sivil Savaş zamanları. Bu konuya hep parmak basıyorlar. Bu kulübe üye olan şu yaşlı kadınlar aynı konuyu tekrar tekrar okumaktan sıkılmadılar mı?” Vic henüz broşürü incelemeye zaman bulamamıştı. “ Her zaman onlarınkini almıyorum,” diye açıkladı.

Seçilen kitabın adı “Tom Amca’nın Kulübesi”ydi. Daha önce hiç duymadığı bir yazar tarafından yazılmıştı: Harriet Beecher Stove. Broşürde kitap, Sivil Savaş öncesi Kentucky’de sürdürülen köle ticaretiyle ilgili cesur açıklamaları nedeniyle övüyordu. Talihsiz zenci kızlara karşı yapılan çok çirkin ve ahlâksız uygulamaları anlatan dürüst bir doküman. “Vay be,” dedi Jack. “Belki bunu sevebilirim.” “Tanıtım yazısına bakıp anlayamazsın,” dedi Vic. “Bu dönemde yazılan her kitabın reklâmı böyle yapılıyor.” “Doğru,” dedi Jack. “Kuşkusuz dünyada artık prensip diye bir şey kalmadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan öncesine bakıyorsun ve şimdiyle karşılaştırıyorsun, ne kadar farklı. Bugünkü kadar namussuzluk, suç, pislik, açık saçıldık ve uyuşturucu belâsı yoktu. Arabaları parçalayan çocuklar, hidrojen bombaları… ve sürekli yükselen fiyatlar. Siz bakkalların kahve için aldığı para gibi. Çok berbat.

Nedir bu yağma?” Bu konu üzerinde tartıştılar. Öğleden sonra yavaş ve uykulu bir ritimde, çok az şey ya da hiçbir şey olmadan ilerledi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir