Robert A. Heinlein – Dünya Batıyor

Otomatik silâhların yaylım ateşiyle gecenin sessizliğinin bozulmasını bekleyen Gary, köprü ayaklarının gölgesine sindi. İhtiyar kadının, kimseye görünmeden karşı tarafa geçeceğini düşünmesi delilikti. Belki onu bu deliliğe sürükleyen açlık ve umutsuzluktu. Muhtemelen bütün umudunu gecenin karanlığına bağlamıştı. Oysa, köprü başını tutan askerlerin ellerindeki otomatik silâhların enfraruj ışınlı cihazlarla geceyi gündüz gibi aydınlık görebileceklerini bilmiyordu. İhtiyar kadının geçmek için çabaladığı köprü, Missisippi nehri üzerindeki tek köprüydü. Diğer köprülerin hepsi tahrip edilmişti ve Amerikan askerleri nehrin karşı sahilini büyük bir dikkatle koruyorlardı. Bu bakımda nehrin batı yakasını koruyordu. Manitoba’dan sonra da hududu, bindirilmiş devriyeler ve sarp arazi tutuyordu. Gary Russel, Amerikan Beşinci Ordusunda Başçavuş rütbesiyle, Illinois Eyaletine yerleşmiş bir birlikte geri hizmeti görüyordu. İkinci Dünya Savaşında Normandia çıkarmasına dahil olmuş, yaralanıp hastaneye kaldırılmış ve daha sonra asi tavırları sebebiyle geri hizmete alınmıştı. Savaş yıllarında asker olduğu halde karaborsacılık yapmıştı. Orduya ait benzin, yiyecek ve giyecekleri karaborsa satar, oldukça iyi para kazanırdı. Savaş sona erince, ailesi olmadığı için orduda kalmayı tercih etmişti. Yirmi yaşında askere gitmiş, on yıl hizmet ettikten sonra, hem on yıllık görevini hem de otuz yaş doğum gününü kutlamak için kafayı çekmeye karar vermişti.


Zaten ne olduysa bu kararından sonra olmuştu. Kendisine geldiği zaman, nehrin bombalanmış ve bulaşık tarafında bulunuyordu. Bir yıl kadar öncesiydi… Başçavuş Gary Russel öksürerek uyandı ve gözlerini açtı. Tavandaki kartonpiyer başına düşecekmiş gibi sallanıyordu. Tekrar öksürdü ve yan döndü. Duvarın kirli kağıtla kaplı sıvaları dökülmüştü. Eski bir telefon dökülmüş sıvaların arasında duruyordu. Her taraf leş gibiydi. — Vay canına!, diye hayretle mırıldandı. Bu kadar pis bir yere neden geldim acaba? Başı kazan gibiydi, ağzında kekremsi bir tat vardı. Öksürerek kalktı. İçgüdüsünün verdiği bir hareketle elini yastığın altına sokup cüzdanını aradı. Cüzdan yerine boş bir viski şişesi buldu. Şişeyi öfkeyle fırlatıp duvara attı. Pantolonu yerde duruyordu.

Eğilip aldı ve ceplerini araştırdı, fakat cüzdanını yine bulamadı. Oysa cüzdan ayağının dibinde duruyordu. Başını sallayarak tekrar eğilip cüzdanı aldı. Bütün parasının alınmış olduğunu görünce yine öfkelendi ve küfür ederek cüzdanı da şişenin yanına fırlattı. Yataktan indiği zaman başka bir şişenin üstüne basınca tökezlendi. Komodinin yanında, iki boş şişe daha vardı. Onlarda diğerleri gibi boştu. Kendi kendisine: — Çok içmiş olmalıyım, diye mırıldandı. Acaba bu kadar içkiyi nereye sığdırdım? Odanın bir köşesine eski bir paravana konmuştu. Paravananın arkasında da çatlak bir lavabo vardı. Russel musluğu açtı, fakat su olmadığını görünce sinirlendi. Çevresine bakındı. Her taraf ince toz tabakasıyla kaplıydı. Böylesine pis ve tozlu bir yere nasıl gelebildiğini bir kere daha düşündü. Sonra eski telefona uzandı ve ahizeyi kaldırdı.

— Alo! Kimse yok mu? AIooo! Hay Allah kahretsin. Telefona cevap veren yoktu. Telefon tellerinin kopmuş olduğunu fark etti. Hırsla telefonu savurdu. Telefonun çarptığı duvarın sıvaları dökülünce odayı toz bulutu kapladı. — Hay Allah kahretsin!, diye söylendi. Yine çevresine bakındı. Etrafın tozla kaplı olmasına bir türlü aklı ermiyordu. Söylendi. — Bir haftadır sarhoş değilim ya! Olsa olsa iki gün… Ayağının burnu ile şişelerden birine dokundu. Bütün gayreti ile düşünüyor, hatırlamaya çalışıyordu. Oldukça fazla içtiği boş şişelerden belliydi. Otuz yaşını ve ordudaki on yılını kutlamıştı. Sağlığı yerindeydi. İçkiden ötürü sızmış olduğunu kabul ediyordu, ama sarhoşluğunun bir hafta sürmesini kabul edemiyordu.

En çok iki gün sızıp kalabilirdi, çünkü, evvelce de içmiş, sarhoşluğu iki günden fazla sürmemişti. Görev başında bulunmaması garipti. Yokluğunu muhakkak fark etmişlerdi. Yine başının belâya gireceğini düşününce yüzünü buruşturdu. Giyinmek için elbisesini aradı, fakat pantolonundan başka bir şey bulamadı. Öfkesi gittikçe artıyordu. Yorganın altına baktı, eğilip karyolanın altına baktığı zaman başı fıldır fıldır döndü. Küfür ederek doğruldu. Buruşuk pantolonunu giydi, boş cüzdanına bir tekme savurdu. Uyurken soyup sovana çevirmişlerdi. Ettiği küfürlerin ardı arkası kesilmiyordu. Öfkesinden eline geçeni parçalayacak duruma gelmişti. Koridora çıktı ve merdiven başına doğru yürüdü. Çıplak ayakları tozlu kilime her dokunuşunda hayava bir toz bulutu yükseliyordu. Yarı karanlık merdiven başına geldiği zaman odalardan birinin açık kapısını gördü.

İstemediği halde odaya bir göz attı. Tam geçmek üzereyken durdu, tekrar baktı. Kadın çırılçıplak, sırtını kapıya dönmüş yatıyordu… Etrafta çıt yoktu. Merdivenlere bir göz attı, sonra ani bir kararla odaya daldı. Bu odanın da kendi odasından farkı yoktu. Her yer ince toz tabakasıyla kaplıydı. Üstelik odada leş gibi bir koku vardı. Savaş yıllarından alışık olduğu için koku kendisine yabancı değildi. Bu koku, çürümeye yüz tutmuş cesedin kokusuydu. Kadının elbisesi etrafa saçılmıştı. Çantasının ağzı açık, bir köşeye atılmıştı. Eski bir valiz bıçakla lime lime doğranmış, içindekiler darmadağın edilmişti. Gary Russel, bakışlarını odada bir daha dolaştırarak yataktaki çıplak kadına döndü. Kadın kırkına yakındı. Çirkin veya güzel olduğunu söylemek imkânsızdı.

Böylesine pis bir otele gelebilen kadın ancak orospu olabilirdi. Kemikli sırtında yara izleri, çürükler vardı. Küpeleri, kulak memeleri parçalanarak çıkarıldığı için boynuna doğru sızan kan şeritleri görülüyordu. Gary, iğrenç kokuya aldırmadan yatağa yaklaştı. Kadının sırtı dönük olduğu için göğsüne, sapına kadar saplanmış bıçağı daha önce görememişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir