Robert Jordan – Zaman Çarkı #0 – Yeni Bahar

Gecenin içinde, son üç gündür insanın insanı öldürdüğü kar kaplı yerde soğuk bir rüzgâr esti. Gevrek bir soğuk vardı, ama Lan’in senenin bu zamanında beklediği gibi buz gibi değildi. Yine de, çelik plaka zırhının soğukluğunun ceketinin içine işlemesine ve rüzgâr alıp götürmediği zaman nefesinin yüzünün önünde buharlaşmasına yetecek kadar soğuktu. Gökyüzündeki karanlık dağılmaya başlamıştı, yoğun bir elmas tozu bulutu gibi görünen binlerce yıldız yavaş yavaş soluyordu. Şişman hilal ufka yakındı, ışığında ancak yaygın meşe ve meşinyaprak koruluğundaki ateşsiz kampı koruyan adamların siluetleri seçilebiliyordu. Ateşler Aieller tarafından fark edilmelerine sebep olurdu. Lan, bu savaş başlamadan uzun zaman önce, Shienar bataklıklarında, dostlarına karşı görevini yerine getirmek için Aiellerle savaşmıştı. Aieller gün ışığında da yeterince kötüydüler. Onlarla gece vakti yüzleşmek, hayatınızı bir para atışına bağlamaktan farksızdı. Elbette, Aieller bazen adamı ateşsiz de bulurdu. Çelik eldivenli elini kınının içindeki kılıcına dayadı, pelerinine sarındı ve baldırlarına kadar gelen karın içinde, nöbetçileri denetlemeye devam etti. Kadim bir kılıçtı, Dünyanın Kırılışı’ndan önce, Gölge Savaşı sırasında, Karanlık Varlık bir süreliğine dünyaya dokunurken Tek Güç’le yapılmıştı. Belki Aes Sedailerin bildikleri dışında, o Çağ’dan geriye yalnız efsaneler kalmıştı artık, ama kılıç elle tutulur bir gerçekti. Kırılması imkânsız, asla bilenmesi gerekmeyen bir kılıçtı. Uzun yüzyıllar boyunca kabzası defalarca yenilenmişti, ama kılıç kararmıyordu bile.


Eskiden Malkier krallarının kılıcıydı. Rastladığı bir sonraki nöbetçi, koyu renk, uzun bir pelerin giymiş, kısa, tıknaz bir adam, sırtını kalın dallı bir meşeye vermiş, başını göğsüne eğmişti. Lan nöbetçinin omzuna dokundu ve adam sıçrayarak doğruldu, eldivenli elinde tuttuğu boynuz ve sinirden yapılmış at yayını düşürecek gibi oldu. Pelerininin başlığı arkaya kaydı ve bir anlığına koni şeklindeki çelik miğferi göründü, sonra adam telaşla başlığını kaldırdı. Solgun ay ışığında, yüz koruma parmaklığının dikey çubuklarının arkasında Lan adamın yüzünü seçemiyordu, ama onu tanıyordu. Lan’in başındaki miğferin yüz kısmı, ölü Malkier tarzında ve açıktı, alnının hemen üzerinde çelikten bir hilal vardı. “Uyumuyordum, Lordum,” dedi adam çabucak. “Yalnızca bir dakikalığına dinleniyordum.” Bakır tenli bir Domanlı olan adam mahcuplukla konuşuyordu ve mahcup olmakta haklıydı. Bu, adamın katıldığı ilk sefer değildi, ilk savaşı bile değildi. “Bir Aiel seni gırtlağını keserek ya da yüreğine mızrak saplayarak uyandırırdı, Basram,” dedi Lan sessizce. İnsanlar sakin sesleri, en yüksek bağırışlardan daha dikkatli dinlerdi. Sükûnete kararlılık ve sertlik eşlik ettiği sürece. “Belki ağacın bu kadar yakınında durup baştan çıkmamak daha iyi olur.” Aiel adamı öldürmese bile, adamın aynı yerde uzun süre durmaktan donacağını eklemekten kaçındı.

Basram bunu biliyordu. Arad Doman kışları, neredeyse Sınırboyu kışları kadar soğuktu. Domanlı, bir özür mırıldanarak saygıyla miğferine dokundu ve ağaçtan üç adım uzağa gitti. Artık dimdik duruyor, karanlığa bakıyordu. Ayak parmakları donmasın diye ayak da değiştiriyordu. Söylentilere göre, ırmağın yakınlarında Aes Sedailer Şifa dağıtıyordu, yaralar ve hastalıklar hiç olmamış gibi kayboluveriyordu, ama Şifa olmadığı sürece, bir adamın donan ayağını kurtarmanın tek yolu adamın ayaklarını, hatta belki bacaklarını kesmekti. Her durumda, Aes Sedailere kesinlikle gerektiğinden daha fazl ihtiyacı olabilir diye sizi ipinin ucuna bağladığını anlayabilirdiniz. Aes Sedailer uzun vadeli düşünürlerdi ve entrikalarında kimi, nasıl kullandıklarına pek aldırmazlardı. Lan’in onlardan kaçınmasının bir sebebi de buydu. Basram’ın yenilenmiş tetikteliği ne kadar sürerdi acaba? Lan yanıtı bilmeyi diledi, ama Domanlıyı daha fazla azarlamanın anlamı yoktu. Komutası altındaki adamların hepsi iliklerine dek bitkin düşmüştü. Büyük olasılıkla, Büyük Koalisyon gibi azametli bir adı olan ordudaki herkes – bazen Yüce Koalisyon ya da Büyük İttifak da deniyordu, bunların dışında yarım düzine adı daha vardı ve bazıları pek iltifatkâr değildi– bitkin düşmüştü. Kar olsa da olmasa da, savaş zor işti ve yorucuydu. Biraz mola verme şansı bulmuşlarsa bile, gerilimden dolayı kaslara kramp girebiliyordu ve son birkaç gündür uzun molalar verememişlerdi. Kampta üç yüzden fazla adam vardı, dörtte biri her zaman nöbet başındaydı –Lan Aiellere karşı mümkün olduğunca çok açık göz istiyordu– ve daha iki yüz adım yürümeden üç kişiyi daha uyandırması gerekti.

Adamların biri ayakta uyumuştu. Jaim’in başı dik, gözleri açıktı. Bazı askerlerin öğrendiği bir numaraydı bu, özellikle de Jaim gibi eski askerlerin. Gri sakallı adamın, dik dururken uyuyor olamayacağı itirazlarını kısa kesen Lan, onu bir daha uyurken bulursa arkadaşlarına söylemekle tehdit etti. Jaim’in ağzı bir anlığına açık kaldı; sonra adam sertçe yutkundu. “Bir daha olmaz, Lordum. Olursa Işık ruhumu kavursun!” İliklerine dek içtenmiş gibi konuşmuştu. Bazı adamlar, diğerlerini tehlikeye attığı için bayılana kadar dayak yemekten korkuyor olabilirdi, ama Jaim’in arkadaşlık ettiği adamlar düşünüldüğünde, büyük olasılıkla Jaim yakalandığının bilinmesinin getireceği küçük düşmüşlükten korkuyordu. Lan yoluna devam ederken güldü. Nadiren kahkaha atardı ve gülmek için aptalca bir şeydi, ama nöbette uyuklayan yorgun adamlar gibi değiştiremeyeceği bir şey için endişelenmekten iyiydi. Ölmek konusunda endişelenmekten farksızdı. Değiştiremeyeceğiniz şeye tahammül ederdiniz. Aniden durdu ve sesini yükseltti. “Bukama, ne diye sinsi sinsi dolaşıyorsun? Uyandığımdan beri peşimdesin.” Arkasından şaşkın bir homurtu geldi.

Kuşkusuz Bukama sessizce hareket ettiğini düşünüyordu, çizmelerinin karda çıkardığı hafif çıtırtıyı pek az kişi duyabilirdi, ama Lan’in duyacağını biliyor olmalıydı. Ne de olsa Lan’in öğretmenlerinden biriydi ve ilk derslerinden biri, her zaman, uyurken bile, çevrenin farkında olmaktı. Bir oğlan çocuğunun kolay öğrenebileceği bir ders değil, ama yalnızca ölüler her şeyden bihaber olma lüksüne sahipti. Sınırboyları’nın ötesindeki Afet’te, her şeyden bihaber insan kısa zamanda ölülere katılırdı. “Arkanı kolluyordum,” diye bildirdi Bukama aksi aksi, Lan’in yanına gelerek. “Hiç dikkat etmiyorsun. O kara peçeli Aiel Karanlıkdostlarından biri gizlice yaklaşıp gırtlağını kesebilir. Sana öğrettiğim hiçbir şeyi hatırlamaz mısın?” Küt ve geniş bir adam olan Bukama, neredeyse Lan kadar uzundu, çoğu adamdan daha uzun ve sorguçlu miğfer takmaya hakkı olsa da, miğferi sorguçsuzdu. Adam haklarından çok görevleri için endişeleniyordu ki doğru olan da buydu, ama Lan adamın haklarından bu kadar eksiksizce vazgeçmemiş olduğunu diliyordu. Malkier ulusu öldüğünde, yirmi adama, bebek Lan Mandragoran’ı güvenli bir yere götürme görevi verilmişti. O yolculuktan yalnızca beş tanesi sağ çıkmıştı. Beşikteki Lan’i yetiştirmişlerdi ve aralarından hayatta kalan son kişi Bukama’ydı. Adamın saçları artık tamamen grileşmişti, geleneklerin gerektirdiği gibi omuz hizasında kesilmişti, ama sırtı dik, kolları sert, mavi gözleri berrak ve keskindi. Gelenekler Bukama’nın içine işlemişti. İnce, örgü bir sicim saçlarını arkada tutuyordu ve seneler içinde alnına açtığı kalıcı oyuğun içinde duruyordu.

Hadori’yi takmaya devam eden pek az adam vardı. Lan takıyordu. Ölürken de onu takıyor olacaktı ve üzerinde yalnızca hadori ile gömülecekti. Öldüğü yerde onu gömecek biri olursa. Lan uzaktaki yuvasının olduğu yöne, kuzeye baktı. Çoğu insan, yuva demek için tuhaf bir yer olduğunu düşünürdü, ama Lan güneye geldiğinden beri, yuvasının onu çektiğini hissediyordu. “Seni işitmemi sağlayacak kadarını hatırlıyorum,” diye yanıt verdi. Bukama’nın yıpranmış yüzünü seçmesine yetecek kadar ışık yoktu, ama adamın dik dik baktığını biliyordu. Arkadaşının ve öğretmeninin yüzünde, onu överken bile, başka ifade gördüğünü hatırlamıyordu. Bukama ete bürünmüş çelikti. İradesi çeliktendi ve ruhu görev duygusundan ibaretti. “Aiellerin Karanlık Varlık’a sadakat yemini ettiklerine hâlâ inanıyor musun?” Adam, Lan Karanlık Varlık’ın gerçek ismini söylemiş gibi, şerre karşı bir jest yaptı. Shai’tan. O ismi dile getirmenin ne tür talihsizlikler getirdiğine ikisi de tanık olmuştu. Bukama, sırf onu düşünmenin bile Karanlık Varlık’ın dikkatini çekeceğine inananlardandı.

Karanlık Varlık ve Terkedilmişlerin hepsi Shayol Ghul’de hapis, diye ezberden tekrarladı Lan ilmihali içinden, Yaratıcı tarafından, yaratım anında kapatıldılar. Yaratıcı’nın elinde, Işık altında güvenliğe sığınalım. İsmi düşünmenin yeterli olduğunu düşünmüyordu, ama konu Gölge olduğunda, işi sağlama almak en iyisiydi. “Yemin etmemişlerse, biz neden buradayız?” dedi Bukama ekşi ekşi. Bu şaşırtıcıydı. Adam homurdanmaktan hoşlanırdı, ama her zaman önemsiz şeyler ve gelecek hakkında homurdanırdı. Asla şu an konusunda değil. “Sonuna dek kalacağıma dair söz verdim,” diye yanıt verdi Lan ılımlı bir tavırla. Bukama burnunu ovaladı. Bu sefer homurdanması mahcubiyetten olabilirdi. Emin olmak zordu. Adamın verdiği derslerden biri de, bir insanın verdiği sözün, Işık aşkına yemin etmekten farksız olması gerektiği, yoksa bir değerinin olmadığı hakkındaydı. Aieller aniden Dünyanın Omurgası denen muazzam sıradağlardan döküldüklerinde, gerçekten de bir Karanlıkdostu sürüsü gibi görünmüşlerdi. Büyük Cairhien şehrini yakmışlar, Cairhien ülkesini kasıp kavurmuşlardı ve iki sene içinde savaşa savaşa Tear’a ve sonra Andor’a kadar ilerlemişler, sonunda dev Tar Valon ada şehrinin dışındaki bu ölüm tarlalarına ulaşmışlardı. Artur Şahinkanadı’nın imparatorluk topraklarında bugünün ulusları kurulduğundan beri, Aiellerin Kıraç denilen çölden çıktıkları hiç olmamıştı.

Daha önce de istilada bulunmuş olabilirlerdi; kimse emin olamıyordu, belki Tar Valon’daki Aes Sedailer dışında, ama Beyaz Kule kadınlarının genellikle yaptığı gibi, onlar da konuşmuyorlardı. Aes Sedailer bildiklerini kendilerine saklarlardı ve ancak kendileri istediğinde, kendi istedikleri bilgi kırıntılarını verirlerdi. Ama Tar Valon dışındaki dünyada, pek çok insan belli bir düzen gördüğünü iddia ediyordu. Dünyanın Kırılışı ile Trolloc Savaşları arasında bin sene geçmişti, daha doğrusu çoğu tarihçi öyle diyordu. O savaşlar, o sırada var olan ulusları yok etmişti ve zindanda ya da değil, o savaşlarda Karanlık Varlık’ın eli olduğundan kimse kuşku etmiyordu. Tıpkı Gölge Savaşı’nda, Dünyanın Kırılışı’nda ve Efsaneler Çağı’nın sona erişinde eli olduğu gibi. Trolloc Savaşları’ndan bin sene sonra Şahinkanadı bir imparatorluk kurmuştu ve Şahinkanadı öldükten sonra, Yüzyıl Savaşları’nda, o da yıkılmıştı. Bazı tarihçiler, o savaşta da Karanlık Varlık’ın elini gördüklerini söylüyordu. Ve şimdi, Şahinkanadı’nın imparatorluğunun yıkılmasından yaklaşık bin sene sonra, Aieller gelmiş, yakıp yıkıyor, öldürüyorlardı. Bir düzen olmak zorundaydı. Onları yönlendiren Karanlık Varlık olmalıydı kuşkusuz. Lan, buna inanmasa, güneye asla gelmezdi. Ama artık inanmıyordu. Bununla birlikte, bir söz vermişti. Konçları katlanmış çizmelerinin içinde ayak parmaklarını oynattı.

Alıştığı türden bir soğuk olsa da olmasa da, karda belli bir yerde çok fazla durursanız, buz gibi soğuk ayaklarınıza işlemeye başlardı. “Yürüyelim,” dedi. “Bir düzine adam daha uyandırmak zorunda kalacağımdan eminim.” Sonra, başkalarını uyandırmak için bir tur daha atacaktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir