Robert Jordan – Zaman Çarkı #4 – Gölge Yükseliyor

Gölge tüm dünyada yükselecek ve her ülkeyi, en ufak köşesine dek karartacak ve geride ne Işık, ne güvenlik kalacak. Ve Kehanet’e göre Şafak’tan olan, Kız’dan doğan, Gölge’yi yakalamak için ellerini uzatacak ve dünya, kurtuluşun acısı ile feryat edecek. Tüm övgüler Yaratıcı’ya, Işık’a ve tekrar doğacak olana olsun. Işık bizi ondan korusun. Karaethon Döngüsü Üzerine Yorumlar’dan. Sereine dar Shamelle Motara, Jaramide Yüksek Kraliçesi Comaelle’in Danışman-Kardeşi, KS 325 civarında, Üçüncü Çağ. 1 Gölge Tohumları Zaman Çarkı döner ve Çağlar gelip geçer. Geriye bıraktığı anılar efsaneye dönüşür. Efsane solup mit olur ve onu doğuran Çağ yeniden geldiğinde mit bile unutulmuştur. Bazılarının Üçüncü Çağ dediği, henüz gelmemiş ve geçeli çok olmuş bir Çağ’da, Caralain Otlağı denen büyük ovada bir rüzgâr yükseldi. Rüzgâr başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken başlangıçlar ve bitişler yoktur. Ama bir başlangıçtı. Sabahın erken ışıklarının altında, kuzeyden ve batıdan, kilometrelerce uzanan çimenlerin, seyrek çalılıkların, ağır akan Luan Nehri’nin, kırık tepeli Ejderdağı zirvesinin, engebeli arazinin üzerinde yükselen, yamaçlarının yarısını sisler kaplayacak kadar yüksek o efsanevi dağın üzerinden bir rüzgâr esti. Ejder’in öldüğü Ejderdağı… ve bazılarına göre onunla beraber Efsaneler Çağı’nın öldüğü Ejderdağı… ve kehanetlerin yeniden doğacağını ya da doğmuş olduğunu söylediği Ejderdağı.


Kuzeyde ve batıda, Jualdhe, Darein ve Alindaer köylerinin karşısında, taştan dantellere benzeyen köprülerin Parlak Duvarlar’a, çoğu kişinin dünyadaki en büyük şehir olduğunu söylediği yeri çevreleyen o büyük beyaz duvarlara uzandığı yerde. Tar Valon’da. Her akşam Ejderdağı’nın gölgesinin uzanıp dokunduğu şehirde. O duvarların içinde, iki bin seneden yaşlı, Ogier yapımı binalar, inşa edilmişten çok yerden bitmiş ya da Ogier taş ustalarının ellerinden çıkmış gibi değil de, rüzgâr ve su tarafından şekillendirilmiş gibi görünüyordu. Bazı binalar uçan kuşlara ya da uzak denizlerden getirilmiş dev kabuklara benziyordu. Yüksek, alev gibi, yivli ya da sarmallar çizen kuleler metrelerce yüksekte, korkuluksuz köprülerle bağlanmıştı. Yalnızca uzun zamandır Tar Valon’da yaşayanlar, çiftliğinden hiç çıkmamış köylüler gibi alık alık bakmaktan kendilerini alabiliyorlardı. O kulelerin en büyüğü olan Beyaz Kule şehre tepeden bakıyor, güneşte kalmış cilalı kemik gibi parlıyordu. Zaman Çarkı Tar Valon’un etrafında döner, derdi bazıları, ve Tar Valon, Kule’nin etrafında döner. Yolcuların, daha atları köprüleri görecek kadar yaklaşmadan, ırmak gemilerinin kaptanları adayı fark edemeden önce, Tar Valon’a yaklaşırken ilk gördükleri, bir işaret ateşi gibi güneşi yansıtan Kule olurdu. Dev Kule’nin, bakışları altında, Kule’yi çevreleyen büyük meydanın olduğundan daha küçük görünmesine, üzerindeki insanların böcekler kadar ufalmasına şaşmamak gerekirdi. Ama, Beyaz Kule Tar Valon’daki en küçük kule olsaydı bile, Aes Sedai gücünün yüreği olduğu gerçeği, ada şehrini yine de huşu içinde bırakırdı. Çok sayıda insanın bulunmasına karşın kalabalık, meydanı doldurmaktan çok uzaktı. İnsanlar kenarlarda, günlük işlerinin peşinde koşturarak birbirlerini itekliyordu, ama Kule’nin yakınlarında pek az insan vardı. Yüksek beyaz duvarları çevreleyen, en az elli adım genişliğindeki çıplak kaldırım taşlarının üzeri boştu.

Aes Sedailer, elbette Tar Valon’da daha fazla saygı görürdü ve Amyrlin Makamı Aes Sedailere ek olarak şehre de hükmederdi, ama pek az kişi Aes Sedai gücüne, gerektiğinden daha yakın olmak isterdi. Salonunuzdaki ihtişamlı şömineyle gurur duymak bir şeydi, alevlerin içine adım atmak bambaşka bir şey. Pek az kişi daha yakına, Kule’ye çıkan geniş basamaklara, yan yana bir düzine insanın geçebileceği kadar geniş, oymalı kapılara kadar giderdi. O kapılar hep açık dururdu. Ancak bir Aes Sedai’nin verebileceğine inandıkları yardımı ve yanıtı arayan insanlar hep olurdu ve yalnızca yakın yerlerden değil, Arafel, Ghealdan, Saldaea ya da Illian gibi uzak yerlerden de gelirlerdi. Çok kişi içeride yardım ya da rehberlik bulurdu, ama genellikle umdukları ya da bekledikleri biçimde değil. Min, pelerininin geniş başlığını indirmedi, yüzünü gölgelerine sakladı. Günün sıcaklığına rağmen giysisi yorum yapılmasına sebep olmayacak kadar hafifti, hele bu, çok utangaç olduğu belli olan bir kadınsa. Ve Kule’ye giden çok insan utangaç olurdu. Min’de dikkat çekecek hiçbir şey yoktu. Siyah saçları Kule’ye son geldiği zamankinden daha uzundu, ama hâlâ omuzlarına gelmemişti. Elbisesi, yakasındaki ve bileklerindeki beyaz Jaerecruz danteli dışında düz maviydi ve Kule’ye gelirken, geniş merdivene yaklaşan bütün kadınlara benzeyen, en iyi bayramlık elbisesini giymiş, iyi halli bir çiftçinin kızına yakışırdı. Min, diğer kadınlardan farklı görünmediğini umdu. Kadınların yürüyüş ve tavırlarının farklı olup olmadığını görmek için bakmaktan kendini zor alıyordu. Yapabilirim, dedi kendi kendine.

Bunca yolu, geri dönmek için almamıştı. Elbise, tanınmaması açısından iyi bir düşünceydi. Onu Kule’den hatırlayanların aklında kısa saçlı, oğlan pantolonu ve ceketi giyen, asla elbise giymeyen genç bir kadın vardı. Kesinlikle tanınmaması gerekiyordu. Yaptığı şey konusunda seçeneği yoktu. Aslında hayır. Kule’ye yaklaştıkça karnında kelebekler uçuşuyor gibi hissetmeye başladı ve göğsüne bastırdığı bohçasını sıkı sıkı kavradı. Her zamanki giysileri ve iyi çizmeleri oradaydı ve at dışındaki tüm eşyalarını meydanın yakınındaki hanlardan birine bırakmıştı. Şansı varsa, birkaç saat sonra iğdiş atına atlamış, Ostrein Köprüsü ve güney yoluna doğru at sürüyor olacaktı. Aslında yeniden at binmeyi dört gözle beklemiyordu, tek gün dinlenmeden at sırtında geçirdiği haftalardan sonra bu olamazdı, ama bu şehirden ayrılmaya can atıyordu. Beyaz Kule’yi asla konuksever bir yer gibi görmemişti, fakat şu anda Karanlık Varlık’ın Shayol Ghul’deki zindanı kadar korkunç bir yer gibi geliyordu. Ürpererek Karanlık Varlık’ı düşünmemiş olmayı diledi. Acaba Moiraine sırf o istedi diye geldiğimi mi düşünüyor? Işık bana yardım et, aptal bir kız gibi davranıyorum. Aptal bir adam için aptalca şeyler yapıyorum! Merdiveni huzursuzluk içinde tırmandı –her basamak iki adım genişliğindeydi– ve başka pek çok insanın aksine, Kule’nin yüksek duvarlarına bakmak için durmadı. Bu işin bir an önce bitmesini istiyordu.

İçerideki kemerler, geniş, yuvarlak giriş holünü çevreliyordu, ama ricacılar odanın ortasında büzülmüş, düz kubbeli tavanın altında bekleşiyorlardı. Solgun taştan zemin yüzyıllar boyunca, sayısız endişeli ayak tarafından yıpratılmış ve parlatılmıştı. Kimse neden ve nerede olduğu dışında hiçbir şey düşünmüyordu. Kaba yünlüler içinde, birbirlerinin nasırlı ellerini tutan bir çiftçi ve karısı ile kadife çizgili ipekler içinde, arkasında gümüş işlemeli küçük bir sandık tutan (kuşkusuz Kule için bir hediye) bir hizmetçi bulunan tüccar omuz omuza duruyordu. Başka herhangi bir yerde tüccar, bu kadar yaklaşmaya cüret eden köylülere küçümseyerek bakardı ve muhtemelen köylüler yumruklarını alınlarına götürerek, özürler dileyerek gerilerdi. Şimdi değil. Burada değil. Ricacıların arasında pek az erkek vardı ve bu Min için hiç şaşırtıcı değildi. Çoğu erkek Aes Sedailerin yanında sinirli olurdu. Dünyanın Kırılışı’ndan erkek Aes Sedailerin (henüz erkek Aes Sedai varken) sorumlu olduğunu herkes biliyordu. Zaman pek çok ayrıntıyı değiştirmiş olsa da, aradan geçen üç bin yıl, o anıyı soldurmamıştı. Çocuklar hâlâ Tek Güç’ü yönlendirebilen adamların hikâyeleriyle korkutuluyordu. Karanlık Varlık’ın saidin’e, Gerçek Kaynak’ın eril yarısına bıraktığı leke yüzünden çıldırmaya yazgılı erkekler. En kötüsü Lews Therin Telamon’un, Kırılış’ı başlatan Lews Therin Kardeşkatili’nin hikâyesiydi. Hikâyeler yetişkinleri de korkutuyordu.

Kehanetler, Ejder’in insanlığın en büyük ihtiyaç saatinde yeniden doğacağını, Karanlık Varlık’a karşı Tarmon Gai’don’u, Son Savaş’ı savaşacağını söylüyordu, ama çoğu insanın erkeklerle Güç arasındaki bağlantıya nasıl baktığını pek az değiştiriyordu bu. Artık bütün Aes Sedailer yönlendirebilen bir adamı yakalamaya çalışıyordu; yedi Ajah arasında Kızıllar başka işle uğraşmazdı. Elbette, bunların hiçbirinin Aes Sedailerden yardım istemekle ilgisi yoktu, ama Muhafızlar dışında pek az erkek Aes Sedailer ve Güç’le herhangi bir bağlantısının olmasını isterdi. Ama her Muhafız bir Aes Sedai’ye bağlı olurdu; Muhafızlar genel olarak erkek sınıfından sayılmazdı. Bir deyiş vardı: “Bir erkek bir Aes Sedai’den yardım istemektense, parmağındaki kıymığı çıkarmak için elini kesmeyi tercih eder.” Kadınlar bunu erkeklerin aptalca inatçılıklarını anlatmak için kullanırdı, ama Min bazı erkeklerin elini kaybetmenin daha iyi bir karar olabileceğini söylediğini duymuştu. Onun bildiğini bilseler bu insanların ne yapacağını merak etti. Belki çığlıklar atarak kaçarlardı. Ve burada bulunma sebebini bilseler, Kule nöbetçileri tarafından yakalanıp hücreye atılacak kadar hayatta kalamayabilirdi. Kule’de dostları vardı, ama hiçbirinin gücü ya da nüfuzu yoktu. Amacı keşfedilecek olsa, Min’e yardım edebilmeleri olasılığı, Min’in onları arkasından darağacına ya da cellada götürmesi olasılığından daha azdı. O da, elbette, yargılanacak kadar yaşarsa… Büyük olasılıkla mahkemeden çok önce çenesi kalıcı olarak kapatılmış olurdu. Kendi kendine bu şekilde düşünmeyi kesmesini söyledi. İçeri girmeyi başaracağım ve dışarı çıkmayı da başaracağım. Beni bu işe soktuğu için Işık Rand al’Thor’u kavursun! Üç ya da dört Kabuledilmiş, Min’in yaşlarında, belki biraz daha büyük kadın yuvarlak odada dolaşıyor, ricacılar ile alçak sesle konuşuyorlardı.

Beyaz elbiselerinin eteklerindeki yedi renkli şeritler ve her Ajah için bir şerit dışında süs yoktu. Zaman zaman bir çömez, bembeyaz bir elbise giymiş daha genç bir kadın ya da kız gelip birini Kule’nin içlerine götürüyordu. Ricacılar, çömezleri tuhaf, heyecanlı bir heveslilik ve gönülsüzlük karışımıyla takip ediyordu. Kabuledilmişlerden biri önünde durduğunda, Min bohçayı daha sıkı kavradı. “Işık seni aydınlatsın,” dedi kıvırcık saçlı kadın formalite gereği. “Adım Faolain. Kule sana nasıl yardım edebilir?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir