Stanislaw Lem – İnsanın Bir Dakikası

Bu kitap, dünyadaki tüm insanların, bir dakikalık süre içinde aynı anda ne yaptıklarından söz etmektedir. Giriş, işte böyle başlıyor. Bu fikrin daha önce kimsenin aklına gelmemiş olması şaşırtıcı. İlk Üç Dakika, Guinness Rekorlar Kitabı, Kozmoloğun Bir Anı gibi kitaplardan sonra bu kitabın yazılması artık farz olmuştu; özellikle de adı geçenler, çok satılanlar arasına girdikten sonra. (Günümüzde, kimsenin edinmek zorunda olmadığı, ama herkesin öyle ya da böyle satın aldığı kitaplar kadar yayımcı ve yazarları heyecanlandıran bir şey yoktur.) Bu kitapları gördükten sonra yazılacak kitap kafamda canlanmıştı. Fikir oradaydı, sadece yazılmayı bekliyordu. Bu arada şu “J. Johnson ve S. Johnson”ın bir kan koca mı, iki kardeş mi, yoksa bir takma ad mı olduğunu bilmek ilginç olurdu. Hatta ben onların bir fotoğrafını da görmek isterdim. Nedenini açıklamak güç; ancak, yazarın görüntüsü kimi zaman kitabı anlamak için bir anahtar oluşturabilir. En azından ben, böyle bir durumla birkaç kez karşı laşmıştım. Sözgelimi, bir metin alışıldık, geleneksel çizgide değilse, okuma işi özel bir yaklaşım gerektirir. Yazarın yüzü de böyle bir durumda pek çok şeye ışık tutabilir.


Bununla beraber benim tahminlerime göre Johnsonlar diye birileri yok; ikinci Johnson’ın önündeki ‘S’ harfi de Samuel Johnson’a bir gönderme. Her neyse, bunun da belki önemi yok. Herkesin bildiği üzere, yayımcıları bir kitabın yayımlanması kadar korkutan bir şey yoktur. Çünkü genelde var olan zamansızlığa, ihtiyaç ötesi kitap bolluğuna ve reklamcılığın kusursuzluğuna bağlı olarak Lem yasası şöyle der: “Kimse okumuyor, okusa da anlamıyor, anlasa bile unutuveriyor.” Yeni Ütopya olarak reklam, günümüzde el üstünde tutulmaktadır. (Tabii biz kamuoyu araştırmalarının yalancısıyız.) Her gün korkunç ve sıkıcı şeyler izleriz televizyonlarımızda. Birbirine hırlayan politikacıların, dünyanın dört bir bucağında türlü nedenlerle ölmüş insanların kanlı cesetlerinin, kimsenin ne olup bittiğini anlamadığı (çünkü yalnız okuduklarımızı değil, seyrettiklerimizi de unuturuz) bitmek bilmeyen dizilerin ardından, reklamlar imdadımıza yetişerek içimize biraz olsun su serper. Cennet diye bir şey kaldıysa, onu bulabileceğimiz tek yer reklamlar. Güzel hanımlar, yakışıklı beyler -hepsi de olgun insanlardır- ve mutlu veletler boy gösterir reklamlarda. Yaşlıların gözlerinde zekâ pırıltıları, bir de nedense genellikle gözlük vardır. Sürekli mutluluk halinde olmaları için yeni bir kapta sunulan muhallebi, bir ayak teri gidericisi, suya salınan limonata, menekşe kokulu tuvalet kağıdı ya da fahiş fiyatı dışında hiçbir sıradışılığı olmayan bir mutfak büfesi yeter de artar bile. Güzellik timsali bir kadın zarif elleriyle bir tuvalet kağıdı rulosunu tuttuğunda ya da kap kacak dolabının karşısında hazine bulmuşça’sına gözlerini açtığında yüzünde beliren sevinç, anında tüm izleyicilere ulaştırılır. O duygu ortaklığında biraz imrenme, biraz tedirginlik vardır. Çünkü herkes o tuvalet kağıdıyla ya da limon suyuyla kendinden geçmenin imkânsızlığının farkındadır.

Bu Arkadya’nın erişilmez olduğu ortadadır, ama her nasılsa göz kamaştırıcılığı etkilidir. Her neyse… Başından beri biliyordum ki reklamcılık, rekabet ortamında ayakta kalma savaşı verip gelişirken, bizleri, tanıttığı ürünlerin daha nitelikli olmasıyla değil, dünyanın giderek niteliksizleşmesi sonucunda kendine köle etmiştir. Tanrı’nın, yüksek ideallerin, özgeciliğin ve “onur”un ölmesinden sonra, aşırı kalabalık şehirlerde, asit yağmurları altıda yaşayan bizlere kalan tek şey, krakerleri, muhallebileri, fiyat farklarını cennetin muştusu gibi sunan bu hanımlarla beylerin kendinden geçmiş halleridir. Reklamlar, bu korkunç etki güçleriyle her şeye bir kusursuzluk atfettikleri için, kitaplar da -üstelik her bir kitap- bu kusursuzluktan payını alır. Böylelikle kişi yirmi bin kâinat güzeli tarafından ayartılır ve fakat karar veremez; sersemlemiş koyun gibi aşka susamış, doyurulması olanaksız, öylece oyalanmaya devam eder. Bu durum her şey için geçerlidir. Örneğin kablolu televizyonlar… Aynı anda kırk ayrı kanal da yayındadır; izleyici sayının çokluğunda doğallıkla bir keramet arar; demek ki daima izlenecek daha iyi bir kanal vardır. Kanadına basılmış pire gibi durmadan bir kanaldan diğerine zıplar. Bu da olsa olsa teknolojik gelişimin düşkırıklığına getirdiği yeni doruk noktasıdır. İşte, tam olarak kimse böyle söylemediyse de bize dünyalar vaat edildi. Her şey bizim içindi, sadece dokunmak ve seyretmek için bile olsa… Edebiyat da aynı tuzağa düşmekten kurtulamadı. (Zaten edebiyat dünyanın bir yankısı, bir benzeri, dünya üzerine bir yorum olmaktan öte nedir ki?) Öyle ya, daha ilginç, daha yaratıcı şeyler yapan binlerce kişiden söz etmek varken, kendi ya da karşı cinsimin belli bazı bireylerinin, diyelim yatağa gitmeden önce söyledikleri, beni neden ilgilendirsin? O zaman, öyle bir kitap olmalıydı ki Diğer Herkes’in de ne yaptığından söz edebilsin. Ben de Başka Bir Yer’de Pek Önemli Şeyler olurken, saçmalıklar okuduğum düşüncesiyle eziyet çekmekten kurtulayım. Guinness Rekorlar Kitabı, çok satanlar arasına girmişti, çünkü bu kitapta, hemen her konuya dair istisnaî olaylar, gerçekliklerinden kuşku duyulmayacak bir biçimde anlatılıyordu. Ancak, bu rekorlar listesinin ciddi bir kusuru vardı: çok geçmeden demode oluyordu.

Adamın birinin kırk kilo kurtlu şeftaliyi çekirdekleriyle miğdeye indirmesinin ardından bir başkası daha fazlasını yemekle kalmıyor, bir kramp sonrası aniden ölerek yeni rekora kasvetli bir çeşni de katıyordu. Her ne kadar akıl hastalığı diye bir şey olmadığı, bu kavramın psikiyatristler tarafından para sızdırma ve hastalara eziyet etme amacıyla icat edildiği iddiası pek taraftar bulmasa da, normal kabul edilen insanların çıldırmış olanlardan çok daha delice davranabildikleri de doğrudur. İkisi arasındaki fark, deli olanın yaptığını tam bir kayıtsızlık içinde, normal olanınsa ün için yapması. Çünkü ün paraya çevrilebiliyor. Elbette kimisine sadece ün de tatmin edici gelebiliyor, bu da meseleyi biraz muğlaklaştırıyor. Neyse ki entelektüellerin hâlâ yaşamaya devam eden alt türleri, tüm bu rekorlar listesini hor görüp aşağıladılar. Kibar takımı arasında da bilmem kimin dört ayağı üzerinde lavantalı burnuyla bir hindistan cevizciğini bilmem kaç mil sürükleyebildiğini hatırlamak pek itibar gerekçesi sayılmadı. O halde, öyle bir kitap tasarlanmalıydı ki, hem Guinness’e benzesin hem de (İlk Üç Dakika gibi) omuz silkerek bir yana atılamayacak ciddiyette olsun. Diğer yandan bozonlar, kuvarklar gibi soyut, kuramsal bilgilerle yüklü olmasın. Aynı anda her şeyi, yalana başvurmadan anlatan ve bütün diğer kitapları gölgede bırakacak böyle bir kitap yazmak tam anlamıyla imkânsız görünüyordu. Ben bile bunun nasıl olacağını hayal edemiyordum. Yayımcılara basitçe şunu önerdim: “Bir kitap yazayım ve en kötü ihtimalle bütün reklamcılık iddialarının karşı tezi olsun.” Ama önerim tutulmadı. Aklımdaki proje okurlara ilginç gelebilirdi belki; günümüzün en revaçta işi rekor kırmak ya, ne de olsa dünyanın en kötü romanı da bir rekor sayılır; yine de başarsam bile bunu kimselerin fark etmeme olasılığı oldukça yüksekti. İnsanın Bir Dakikası adlı kitaba yol açan fikri kendim bulamadığım için ne kadar üzgünüm bilemezsiniz.

Gerçi görünüşe bakılırsa yayımcının Ay’da bir şubesi bile yok. Söylendiğine göre “Ay Yayımcılık” sadece bir reklam hilesiymiş. Editör sahtekârlıkla suçlanmamak için Colombia havayollarına ait bir mekik uçağıyla, elyazmasının bir kopyasını ve küçük bir bilgisayar okuyucuyu Ay’a göndermiş. Olaya şüpheyle yaklaşan olursa basım işleminin o bölümünün gerçekten Ay’da yapıldığını ispatlayabilirmiş, çünkü Mare lmbrium’daki bilgisayar elyazmasını defalarca okumuş. Kuşkusuz düşünmeden okumuş, ama ne farkeder? Nasılsa dünya üzerindeki yayınevlerinde de insanlar elyazmalarını böyle okumuyor mu? Eleştirimin başlangıcında hiciv yaptığım izlenimi uyandırmak istemem, çünkü bu kitapla ilgili hiçbir şey komik değil. Daha çok, öfke uyandırıcı olabilir, kitabı tüm insanlık adına bir aşağılama olarak algılayabilirsiniz. Öylesine iyi tasarlanmıştır ki, aksi öne sürülemez çeşitli gerçeklikler dışında hiçbir şey içermemektedir. Kimbilir, bu kitabın hiç değilse bir film ya da televizyon dizisi haline getirilemeyeceği düşüncesi belki sizi ferahlatır. Ama doğrusu şu ki, üzerinde düşünmenize değecektir; her ne kadar varacağınız sonuçlar pek iç açıcı olmasa da… Bu kitap kuşkuya yer bırakmaksızın gerçekçi, bir o kadar da “fantastik”tir, tabii siz de benim gibi “fantastik” sözcüğünü kavrama sınırlarımızı aşan durumlar için kullanıyorsanız… Herkes bana katılmayacaktır, ama şundan eminim: Günümüz düş ve bilim-kurgu ürünlerindeki kısırlığın nedeni, fantezi öğesine yeterince yer vermemiş olmalarıdır; bu yönden çevremizdeki dünyayla da karşıtlık oluştururlar. İşte size bir örnek: Bir insanın beyni iki parçaya ayrıldığında o insan aynı anda hem tek bir bireydir hem de değildir. (Böyle birçok ameliyat saralılar için söz konusu ölmuştur.) Bütünüyle normal görünen böyle bir insan, örneğin pantolon giyemez, çünkü sağ eli paçasını yukarı çekerken, sol eli çıkartınakla meşguldür. Ya da belki tek kolu karısına sarılırken, öteki kolu onu itmeye çalışır. Belli durumlarda beynin sağ yarı küresinin, solun ne gördüğünü ve düşündüğünü bilmediği gösterilmiştir. Öyleyse bilincin, hatta kişiliğin bölünebilirliği, başka bir deyişle bir bedende iki insanın varlığı kabul edilmeliydi.

Ancak, başka deneyler, ne böyle bir şeyi ne de bireyin kâh tek kâh çift yaratılışlı olduğunu kanıtlayabilmiştir. Aynı zamanda bir buçuk ya da iki tamdan biraz fazla bireyler olduğumuz varsayımları da gündem dışı kaldı. Bunu şaka sanmayın: Böyle bir insanda kaç zihin olduğu sorunu yanıtsız kalacak gibi görünüyor ve aslına bakarsanız bu durum hem fantastik hem de bir o kadar gerçektir. Kitabımıza dönersek, İnsanın Bir Dakikası da işte ancak bu anlamda fantastik bir kitap sayılabilir. Yeryüzünde yılın tüm mevsimleri, günün tüm saatleri ve gece, tüm iklimler her an, hep birlikte var olurlar. Her birimiz bunu çok iyi bilsek de genellikle üzerinde düşünmeyiz. Bütün ilkokul çocuklarının bile bildiği bu beylik hakikatin nedense farkında değilizdir. Belki de bu hakikatle ne yapacağımızı bilemediğimiz için… Her gece televizyonlarımızı çılgınca döven elektronlar, dünyayı parçalara ayırıp “Son Dakika Haberleri”ne tıkıştırırlar ve bizlere Çin’de, lskoçya’da, İtalya’da ve denizlerin dibinde, Antarktika’da neler olduğunu öğretirler; biz de on beş dakikada tüm dünyada olup bitenleri izlediğimize inanırız. Elbette hiçbir şey öğ renmemişizdir. Haber kameraları gezegeni birkaç yerden delip geçer: Örneğin önemli bir politikacının uçağı inişe geçmiştir, sahte gülücüklerle başka muhterem politikacıların elini sıkar; ya da örneğin bir tren devrilmiştir – herhangi bir kaza değil, makarna gibi büklüm büklüm arabalar ve içlerinden çıkan lime lime olmuş insanlarla en trajik olanlar seçilir, çünkü o sırada dünyada sözü edilmeye değmeyecek kadar çok felaket vardır. Kitle iletişim araçları, ancak birinci sınıf haberlere yer verir – bir darbe (hele de saygın bir katliamla beslenmişse), papanın ziyareti ya da kraliyet ailesinden birinin gebeliği gibi…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir