Ursula K. Le Guin – Bağışlanmanın Dört Yolu

“O GEZEGENİNDE beş bin yıldır savaş yaşanmamışƨr,” diye okudu, “ve Gethen’de hiç savaş olmamışƨr.” Gözlerini dinlendirmek amacıyla ve Tikuli’nin yiyeceklerini yuƩuğu gibi kelimeleri lop lop yutmamak için kendisini yavaş okumaya alışƨrmaya çalışƨğından, okumayı kesƟ. “Hiç savaş olmamışƨr.” Sözler tüm parlaklıklarıyla apaçık duruyorlardı karşısında, nihayetsiz, karanlık, yumuşak bir kuşku ile çevrelenmiş ve gitgide bu kuşku içine çökerlerken. Nasıl bir dünya olurdu bu dünya, savaşsız bir dünya? Gerçek dünya olurdu. Barış gerçek yaşamdı; çalışmaları ve öğrenmeleri için çocukların yeƟşƟrildiği, çalışılan, öğrenilen bir yaşam. Çalışmayı, öğrenmeyi ve çocukları yutan savaş, gerçeğin inkârıydı. Ama benim halkım, diye düşündü kadın, sadece inkâr etmesini biliyor. Yanlış kullanılmış olan gücün kara gölgesinde doğan bizler, barışı kendi dünyamızın dışına yerleşƟrmişiz: Rehber olan, ulaşılamayan nur. Bizim bütün bildiğimiz dövüşmek. İçimizden birinin yaşamı boyunca becerebildiği tek barış, savaşın devam eƫğini inkâr etmek sadece; gölgenin gölgesi, çifte inançsızlık. Böylece bulutların gölgeleri bataklıkları süpürüp geçerken ve kitabın sayfası kucağında açık dururken kadın içini çekƟ, gözlerini kapaƴ ve düşündü: “Ben bir yalancıyım.” Sonra gözlerini açtı, diğer dünyalar, ırak gerçeklikler hakkında biraz daha okudu. Cılız güneş ışığında, kendi kuyruğuna dolanmış uyuyan Tikuli sanki onu taklit edercesine içini çekip, hayali bir pireyi kaşıdı. Gubu sazlıkta avlanıyordu; kadın onu göremiyordu ama zaman zaman bir öbek sazın sorguç gibi havaya açılmış tohumları Ɵtriyordu; bir keresinde de bir bataklık tavuğu öfkeyle gıdaklayarak havalanmıştı.


Itkhsh’in kendine has sosyal geleneklerinin tanımlamasına dalmış olan kadın, bahçe kapısını açıp içeri girinceye kadar Wada’yı fark etmemişƟ. “A, gelmişsin bile,” dedi kadın boş bulunup şaşırarak; kendini, genellikle diğer insanlarla birlikteyken hisseƫği gibi hazırlıksız yakalanmış, yetersiz, yaşlı hissetmişƟ. Bir başına olduğunda ise kendisini, sadece aşırı yorgun ya da hastaysa, yaşlı hissediyordu. Galiba sonuç olarak, bir başına yaşamak onun için en iyisiydi. “Gir içeri,” dedi ayağa kalkıp, kitabını düşürüp, sonra yerden alıp, saçının arka kısmının, topuz yaptığı yerin açıldığını hissederek. “Torbamı alıp gideyim öyleyse.” “Aceleye gerek yok,” dedi genç adam yumuşak bir sesle. “Eyid daha gelemez.” Kendi evimden çıkmam için acele etmeme gerek olmadığını söylemen ne kibarlık, diye düşündü Yoss, ama gencin tahammül olunamaz, hayran olunası bencilliğine boyun eğerek bir şey söylemedi. İçeri girerek çarşı torbasını alıp, saçını yeniden topuz yapƨ, üzerine bir eşarp bağladı ve küçük verandaya çıkƨ. Wada onun sandalyesine oturmuştu; kadın dışarı çıkınca sıçrayarak kalkƨ. Utangaç bir oğlan, iki âşık arasında daha kibar olanı, diye düşündü kadın. “Keyfinize bakın,” dedi gülümseyerek, oğlanı utandırdığının bilinciyle. “Birkaç saat sonra dönerim — güneş batmadan önce.” Bahçesinin kapısına gidip dışarı çıkarak Wada’nın gelmiş olduğu yoldan, bataklığı aşıp köye doğru döne döne ilerleyen tahta yürüyüş yoluna çıkan patikadan, yola koyuldu.

Yolda Eyid ile karşılaşmayacakƨ. Bu iki genç insanın aşağı yukarı her haŌa aynı zamanda birkaç saatliğine yok olduklarını fark etmesinler diye, kız köyü Wada’dan değişik bir zamanda, değişik bir yönden terk eƫği için kuzeyden, bataklık yollarından birinden gelecekƟ. Üç yıldır çılgınlar gibi birbirlerine âşıkƨlar ve eğer Wada’nın babası ile Eyid’in amcası yeniden tahsis edilmiş bir parça Şirket toprağı yüzünden tarƨşıp şimdilik dökülen kanlar yüzünden bitmek zorunda kalan ama bir aşk evliliğini de akıllara bile geƟremeyecek bir kan davası başlatmamış olsalardı çoktan birbirlerinin eşi olarak yaşamaya başlarlardı. Toprak parçası kıymetliydi; fakir de olsalar aileler köyün lideri olmayı arzu ediyordu. Bu haseƟ hiçbir şey gideremezdi. Bütün köy bu olayda taraf olmuştu. Eyid ile Wada’nın gidebileceği hiçbir yer, onları şehirde hayaƩa tutacak hiçbir yetenekleri, başka bir köyde onlara kucak açabilecek herhangi bir kabile bağları yoktu. Tutkuları yaşlıların nefreƟne takılıp kalmışƨ. Yoss bundan bir yıl kadar önce onlara, bataklıklar arasındaki bir adanın buz gibi toprakları üzerinde birbirlerine sarılmış bir haldeyken rast gelmişti — bir zamanlar, dişi geyiğin bıraktığı yerde, çalılar arasında kıpırdamadan duran bir çiŌ bataklık geyiği yavrusuna yanlışlıkla rastlar gibi. Bu çiŌ de en az geyik yavruları kadar ürkmüş, en az onlar kadar güzel ve biçareydi; ona “söylememesi” için o kadar acz içinde yalvarmışlardı ki, ne yapabilirdi? Soğuktan Ɵr Ɵr Ɵtriyorlardı; Eyid’in çıplak bacakları çamur içinde kalmış, birbirlerine küçük çocuklar gibi sarılmışlardı. “Benim evime gelin,” demişƟ kadın sertçe. “İnsaf arƨk!” Azametle yürüyüp ayrılmışƨ. Onlar kadını utana sıkıla izlemişlerdi. “Ben bir saate kadar gelirim,” demişƟ, onları içeri, tam bacanın yanındaki girinƟde yatak olan tek odacığına aldıktan sonra. “Ortalığı çamurlamayın!” O zamanlar, bilileri gençleri aramaya gelir diye nöbet tutarak paƟkalarda gezinip durmuştu.

Bugünlerde, “yavru geyikler” evinde tatlı saatlerini yaşarken, o da genellikle köye iniyordu. Herhangi bir şekilde kadına teşekkür etmeyi akıl edemeyecek kadar cahildiler. Yer kömürü çıkarıcısı olan Wada, kimseyi kuşkulandırmadan onun yakacağını tedarik edebilirdi; ama her seferinde yatağı son derece gergin ve düzgün yapıp bırakmalarına rağmen, bir çiçek bile bırakmamışlardı. Belki de, aslında pek minneƩar değillerdi. Neden olsunlardı ki? Kadın onlara sadece hakları olan bir şeyi veriyordu: Bir yatak, bir saatlik bir zevk, bir anlık huzur. Bu, yani bunun onlara bir başkası taraķndan sunulmuyor olması, ne onların kabahaƟydi, ne de kadının fazileti. O günlük gezinƟsi kadını Eyid’in amcasının dükkânına götürmüştü. Amcası köyün tatlıcısıydı. İki yıl önce buraya geldiğinde niyetli olduğu bütün o kutsal perhizden, yani tek kâse tatlandırılmamış tahıl ile saf sudan, anında vazgeçivermişƟ. Tahıl diyeƟ onu ishal etmişƟ; bataklık suyu da içilecek gibi değildi. Alabildiği veya yeƟşƟrebildiği bütün yeşillikleri yiyor, şehirden gelen şarap veya şişe suyu veya meyva suyu içiyordu; büyük bir tatlı stoku da vardı — kuru meyvalar, kuru üzümler, gevrek şekerler, haƩa Eyid’in annesinin ve halalarının yapƨğı kekler, üzerleri kabuklu yemiş ezmesi kaplı, kuru, yağlı, tatsız ama garip bir biçimde insanın hoşuna giden yağ diskleri. Bunlardan bir torba, gevrek şekerlerden de kahverengi bir tekerlek aldı; bir gece önce yaşlı Uad’ın cenaze törenine gitmiş olan ve bu konuda konuşmak için can atan kara, ķrıldak gözlü ufak tefek halalarla dedikodu yapƨ. “O insanlar” —Wada’nın ailesi bir bakış, bir omuz silkiş, bir dudak büküşle anlaƨlıvermişƟ— her zamanki gibi oturup kalkmasını bilememiş, sarhoş olmuş, kavga çıkartmış, kibirlenmiş, mideleri bozulmuş, her yana kusmuşlardı; ne açgözlü, sonradan görme hayvanlardı onlar öyle. Gazeteciden bir gazete almak için durduğunda (bu da çoktan bozulmuş başka bir yemindi; sadece Arkamye’yi okuyacak ve can-ı gönülden ezberleyecekƟ güya) Wada’nın annesi de oradaydı; orada da nasıl bir gece önceki cenazede “o insanların” —Eyid’in ailesinin— kibirlendiğini, kavgalar çıkarƴğını ve her bir yana kustuklarını duydu. Sadece duymakla da kalmadı; ayrınƨları sordu, dedikoduyu ağızlarından çekip çıkarttı; buna bayılıyordu.

Ne ahmakmışım, diye düşündü yavaş yavaş, eve doğru yürüyüş yolundan yürürken, sadece su içip sessiz kalabileceğimi düşünmekle ne ahmaklık etmişim! Herhangi bir şeyi, herhangi bir şeyi kendi haline bırakmayı hiçbir zaman, hiçbir zaman beceremeyeceğim. Hiçbir zaman hür olamayacağım, hiçbir zaman hürriyete layık olmayacağım. Yaşlılık bile benim işleri kendi haline bırakmama yetmiyor. Safnan’ı kaybetmiş olmam bile buna yetmiyor. Durdular Beş Ordular önünde. Kılıcını kaldıran Enar, Kamye’ye dedi ki: Ölümün ellerimde Efendim! Kamye cevap verdi: Kardeşim, ellerindeki kendi ölümün. Bu saƨrları biliyordu zaten. Herkes bu saƨrları bilirdi. İşte o zaman Enar kılıcını indirmişƟ çünkü o bir kahraman ve kutsal bir adamdı, Efendinin küçük erkek kardeşiydi. Ama ben kendi ölümümü bırakamam. Sonuna kadar ona tutunacağım, onu besleyeceğim, ondan nefret edeceğim, onu yiyeceğim, onu içeceğim, onu dinleyeceğim, ona yatağımı vereceğim, onun için yas tutacağım, her şeyi yapacağım, onu bırakmak dışında. Başını düşüncelerinden kaldırarak bataklıklardaki akşamüstüne bakƨ: Bulutsuz, puslu mavi bir gökyüzü, ileride kavis çizen su kanallarının birinden yansıyordu; güneş ışınları, sazlıkların boz düzlükleri ve sazların köklerinin arasından altın renginde parlıyordu. Nadiren esen yumuşak batı rüzgârı esiyordu. Mükemmel bir gün. Dünyanın güzelliği, dünyanın güzelliği! Elimdeki kılıç bana ihanet etti.

Neden bizi öldürmek için güzelliği yaratıyorsun Tanrım? Memnuniyetsiz, sert bir hareketle eşarbını sıkarak, zahmetle yürümeye devam eƫ. Bu gidişle çok geçmeden bataklıkta Abberkam gibi bağırarak dolaşmaya başlayacaktı. İşte, adam da karşısına çıkmışƨ, düşüncesi adamı karşısına geƟrmişƟ: Körmüş gibi kendine özgü o yürüyüşüyle yol boyunca sallana sallana gidiyordu, sanki düşüncelerinden başka bir şey görmüyormuş gibi; elindeki koca sopayı yola vura vura, bir yılanı öldürürmüş gibi. Uzun, kır saçları yüzü etrafında uçuşuyordu. Bağırmıyordu, sadece geceleri bağırırdı, uzun bir zamandır da bağırmıyordu; bağırmıyor, konuşuyordu, kadın adamın dudaklarının kıpırdadığını görmüştü; o zaman adam da kadını gördü, ƨpkı vahşi bir hayvan gibi ihƟyatla ağzını kapaƴ, kendine çekidüzen verdi. Dar yürüyüş yolunda birbirlerine yaklaşƨlar; bütün o sazlardan, çamurdan, sudan ve rüzgârdan oluşan vahşi doğa içinde bir başka allahın kulu yoktu. “İyi akşamlar Reis Abberkam,” dedi Yoss aralarında sadece birkaç adım kalınca. Ne iri yarı bir adamdı; onu yine görmese, bu kadar uzun boylu, bu kadar endamlı ve ağır olduğundan şüphe ederdi; kara teni hâlâ genç bir adamınki kadar kırışıksızdı ama başı eğilmiş, saçları kırlaşmış ve dağılmışƨ. Koca kanca bir burun; kuşkucu, görmeyen gözler. Adımlarını pek yavaşlatmadan selam gibi bir şeyler mırıldandı. Bugün haylazlık sırası Yoss’daydı; kendi düşüncelerinden, hüzünlerinden, kusurlarından bıkmışƨ. O da durmak zorunda kalsın diye durdu; adam durmasa kadına çarpacakƨ; ve “Dün gece cenazeye gittiniz mi?” dedi. Adam kadına bakakaldı; kadın adamın onu görmeye başladığını hisseƫ ya da kadının bir kısmını; sonunda, “Cenaze mi?” dedi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir