Ursula K. Le Guin – Karanlığın Sol Eli

“Bilimkurgunun en önemli iki ödülü olan Hugo ve Nebula’yı kazanarak kısa zamanda türünün klasikleri arasına giren Karanlığın Sol Eli, dünyamıza çok benzeyen Kış adlı bir gezegende geçer. Bu gezegende yılın en sıcak zamanlarında bile yarı-kutup iklimi yaşanır ve tüm sakinleri çift cinsiyetlidir (androjen). Cinsel kimliğin bir Statü ya da güç aracı olarak kullanılmadığı bu gezegende kişiler yılın belli bir döneminde o anki hormonal durumlarına göre erkek ya da kadın olmaktadırlar. Öyle ki, birkaç çocuk doğurmuş bir ana daha sonra başka çocukların babası olabilmektedir. “Arkadaşlık” ve “sevgililik” arasındaki “boşluk” anlamsızlaşmış; insan düşüncesini belirleyen düalizm eğilimi azalmış; insanlığın güçlü/zayıf, koruyucu/korunan, hükmeden/hükmedilen, sahip olan/sahip olunan… ve benzeri ikiliklerini oluşturan temeller zayıflamış gibidir. Cehaletin, şimdinin, mevcudiyetin ilerlemeden daha gözde olduğu bir gezegendir Kış. Bir gün Kış’a uzaydan bir erkek elçi gelir ve onların da katılmasını istediği bir gezegenler birliğinden söz eder… Elçinin gelişiyle birlikte yerli ile yabancı, erkek ile dişi, benzerlik ve benzemezlik, parça ile bütün arasındaki ilişki ve çelişkiler insanlardaki karşılıklarını bulup yaşamaya başlar… Zihni kapasitesini zorlayan hayaller kurmayı hâlâ sevenler için…


* Önsöz, yazarın The Language of The Night: Essays on Fantasy and Science Fiction (1979) adlı kitabından alınmıştır. Bilimkurgu sık sık kehânete benzer bir şey olarak betimlenir, hatta tanımlanır. Bilimkurgu yazarının burada ve şimdiye ait bir fenomeni ya da eğilimi alıp, bunu dramatik etkiler yaratmak amacıyla arıtıp yoğunlaştırarak geleceğe doğru genişlettiği varsayılır. “Eğer böyle devam ederse, işte bu olacaktır.” Bir önbilide bulunulur. Uygulanan yöntem ve alınan sonuçlar, farelere aşırı dozlarda arıtılmış ve konsantre yiyecek vererek, bu yiyeceği az miktarlarda uzun bir süre yiyecek insanlara neler olabileceğini tahmin etmeye çalışan bir bilimadamınınkilere çok benzer. Sonuç neredeyse kaçınılmaz olarak kanserdir. Kehânetin sonucu da öyle. Gerçekten de kehânetlerde bulunmaya sıvanan bilimkurgu yapıdan genellikle Roma Kulübü’nün ulaştığı yere ulaşırlar; yani, insan özgürlüğünün aşama aşama yok edilmesiyle yeryüzündeki yaşamın tamamen sona ermesi arasında bir yere.


Bu, bilimkurgu okumayan birçok insanın neden bu türü “kaçış edebiyatı” olarak tanımlayıp, biraz sıkıştırılınca da “çok iç karartıcı” olduğu için okumadıklarını itiraf ettiklerini açıklayabilir. Mantıki uç sonuçlarına götürülen hemen her şey kanserojen olmasa bile, iç karartıcı olup çıkıverir. Neyse ki “kehânet” bilimkurgunun unsurlarından biri olsa bile hiçbir biçimde oyuna adını veren şey değildir. Böyle bir şey ne yazarın ne de okurun hayal gücünü tatmin etmeyi başaracak kadar fazla rasyonalist ve basit kaçardı. Çeşitlemeler hayatın tuzu biberidir halbuki. Bu kitap kehânetler içermiyor. Dilerseniz onu da birçok başka bilimkurgu yapıtı gibi bir düşünce deneyi olarak okuyabilirsiniz. Mesela, (diyor Mary Shelley) genç bir doktor laboratuvarında bir insan yaratsaydı, mesela (diyor Philip K. Dick) müttefikler İkinci Dünya Savaşını kaybetmiş olsalardı, mesela şu ya da bu öyle veya böyle olsaydı, acaba neler olurdu?. Böyle tasarlanan bir öyküde, modern romana özgü ahlaki karmaşıklıktan özveride bulunulmasına gerek olmadığı gibi, bir çıkmaz sokağa da girilmiş olunmaz; düşünce ve sezgi, sadece deneyin koşulları tarafından belirlenen sınırlar içinde (ki bu sınırlar çok geniş olabilir) özgürce hareket edebilir. Terimin Schrödinger ve diğer fizikçiler tarafından kullanıldığı biçiminde, bir düşünce deneyinin amacı gelecek hakkında öngörülerde bulunmak değil -aslında Schrödinger’in en ünlü düşünce deneyinin gösterdiği gibi kuantum düzeyinde “gelecek” öngörülemez— gerçekliği, mevcut dünyayı betimlemektir. Bilimkurgu önbilici değildir, betimleyicidir. Kehânetleri peygamberler (bedavaya); falcılar (bunlar genellikle belli bir ücret isterler, bu yüzden de peygamberlerden daha çok saygı görürler) ve fütürologlar (bu işten maaş alırlar) yaparlar. Kehânet peygamberlerin, falcıların ve fütürologların işidir. Romancıların işi değildir.

Bir romancının işi yalan söylemektir. Meteoroloji bürosu size gelecek salı havanın nasıl olacağını, Rand Şirketi yirmi birinci yüzyılın nasıl olacağını söyleyecektir. Bu tür bilgiler edinmek için yazarlara başvurmanızı tavsiye etmem. Bununla hiçbir alakaları yoktur onların. Bütün yapmaya çalıştıkları, size kendilerinin nasıl olduğunu, sizin nasıl olduğunuzu, neler olduğunu, havanın şimdi bugün, şu anda nasıl olduğunu anlatmaktır. Bak işte yağmur, işte gün ışığı! Aç gözlerini; dinle, dinle. Bunu der romancılar. Neyi görüp işiteceğinizi söylemezler. Size bütün söyleyebilecekleri bu dünyada, üçte biri uyuyarak ve düş görerek, bir diğer üçte biri de yalan söyleyerek geçirilen kendi ömürleri içinde görüp işittikleridir. “Dünyaya karşı gerçek!” Evet. Tamamen. Kurmaca yazarları en azından daha cesur olabildikleri anlarda, gerçeği arzularlar: Onu bilmeyi, söylemeyi, ona hizmet etmeyi. Ama bunu acayip ve sapkın bir tarzda yapmaya girişirler; hiçbir zaman var olmamış ve hiçbir zaman var olmayacak kişiler, yazarlar ve olaylar uydurur, bu kurduklarını ayrıntılarıyla, uzun uzun ve bayağı da heyecanlanarak anlatır ve bütün bu yalan çıkınını yazmayı bitirdikten sonra da, işte derler, gerçek bu işte! Uydurdukları bu yalanları desteklemek için her türlü gerçek olguyu kullanabilirler. Gerçek bir yer olan Marshalsea Hapishanesini, gerçekten yapılmış olan Borodino Savaşını, laboratuvarlarda gerçekten yapılmakta olan klonlama sürecini, gerçek psikoloji kitaplarında anlatılan kişilik bozukluklarını filan betimleyebilirler. Bu doğrulanabilir yerolay-fenomen-davranış ağırlığı okura, okuduğu şeyin katıksız bir uydurma, o yeri yurdu bilinmeyen bölgeden, yani yazarın zihninden başka hiçbir yerde geçmeyen bir tarih olduğunu unutturur.

İşin aslı, bir roman okurken deliririz biraz, kafayı buluruz. Olmayan insanların varlığına inanırız, seslerini duyarız. Onlarla birlikte Borodino Savaşını seyredalar, Napolyon bile oluruz. Aklımız başımıza (çoğunlukla) kitabı kapadığımızda gelir. Gerçekten saygın hiçbir toplumun, yazarlarına güvenmemiş olması hayret edilecek bir şey değil yani. Ama başı belada, serseme dönmüş, bir kılavuz arayışı içinde olan toplumumuz zaman zaman tamamen yanlış bir şey yaparak sanatçılarından medet umuyor, onları peygamber ve fütürolog niyetine kullanıyor. Sanatçıların özel bir görme gücüne sahip olamayacaklarını, esinle dolup ötelere uzanamayacaklarını, Tanrı’nın onlar aracılığıyla konuşamayacağını söylemiyorum. Bütün bunların olduğuna inanmasalardı, kim sanatçı olurdu ki? Tanrının kendi dillerini, kendi ellerini kullandığını hissettikleri için bunların olduğunu bilmeselerdi? Belki sadece bir kere, bütün hayatları içinde bir kere yapar Tanrı bunu. Ama bir kere yeter. Bu yüke ve ayrıcalığa sadece sanatçının sahip olduğunu da söylüyor değilim. Gece gündüz çalışarak, uyurken ve uyanıkken, esinin gelmesi için tetikte duran bir başkası da bilimadamıdır. Pisagor bunu gayet iyi biliyordu: Tanrı düşlerle olduğu gibi geometrik şekillerle de, seslerin uyumunda olduğu gibi katıksız düşüncenin uyumunda da, sözlerle olduğu gibi sayılarla da konuşabilir insanla. Ama sözlerdir bütün kargaşa ve belanın kaynağı. Şimdilerde bizden sözlerin sadece bir tek şekilde, işaretler olarak işe yaradığını düşünmemiz isteniyor. Felsefecilerimiz, bazıları en azından, bir sözcüğün (cümlenin, önermenin) sadece bir tek anlamı olduğu, rasyonel zekâ tarafından korunabilecek bir olguya işaret ettiği, mantıksal olarak sağlam ve ideal olarak da nicelikselleştirilebilir olduğu zaman bir değeri olduğuna inandırmaya çalışıyorlar bizi.

Apollo, ışığın, aklın, orantının, uyumun ve sayıların tanrısı olan Apollo, tapınırken kendine çok yaklaşanları kör eder. Güneşe çıplak gözle bakmayın. Her fırsat bulduğunuzda karanlık bir bara gidip Dionysos’la beraber kafaları çekin. Tanrılardan söz edene bakın: Ben, bir ateist. Ama aynı zamanda bir sanatçıyım ben, o yüzden de yalancıyım. Söylediğim her şeyden şüphe edin. Gerçeği söylüyorum. Anlayabildiğim ya da ifade edebildiğim tek gerçek, mantık açısından tanımlanacak olursa bir yalan. Psikoloji açısından bir simge. Estetik açısından bir metafor. Sistemler biliminin büyük mahşeri grafiklerini sergilediği Fütürolojik Kongrelere davet edilmek, gazetelerin 2001 yılında Amerika’nın nasıl olacağı konusunda bir-iki çift laf etmenizi istemesi falan hoş şeyler de, feci bir hata yapılıyor. Ben bilimkurgu yazarım, bilimkurgu da gelecek hakkında değildir. Gelecek hakkında bildiklerim sizden daha fazla değil, hatta büyük olasılıkla daha az. Bu kitap gelecek hakkında değil. Tamam, olayların Ekumen yılı 1490-97’de geçtiği söylenerek başlıyor; ama buna inanmıyorsunuz herhalde.

Tamam, kitaptaki insanlar androjen; ama, bu bin yıl içinde hepimizin androjen olacağı kehânetinde bulunduğum ya da her nedense androjen olmamız gerektiğini düşündüğüm anlamına gelmiyor. Ben sadece bilimkurguya özgü o acayip, sapkın ve düşünce -deneysel tarzda, belli havalarda, günün belli, biraz tuhaf saatlerinde bize bakarsanız zaten öyle olduğumuzu görürsünüz gibi bir gözlemde bulunuyorum. Kehânetler savurduğum, “bu böyle olacak” dediğim falan yok. Sadece betimliyorum. Psikolojik gerçekliğin bazı yönlerini romancıların hep yaptığı gibi, yani şık ve ayrıntılı yalanlar uydurarak betimliyorum. Bir roman, herhangi bir roman okurken, içindeki her şeyin uydurma olduğunu gayet iyi bilmeli; ama okuma sırasında her kelimesine inanmalıyız. Nihayet kitabı bitirdiğimizde —iyi bir romansa eğer— onu okumadan önceki halimizden birazcık farklı olduğumuzu, sanki yeni bir yüz görmüş, sanki daha önce hiç geçmediğimiz bir sokaktan geçmiş gibi biraz değiştiğimizi görebiliriz. Ama tam olarak ne öğrendiğimizi, nasıl değiştiğimizi söylemek; bu çok zordur işte. Sanatçı sözcüklerle söylenemeyecek olanla uğraşır. Sanat yaptığı araç kurmaca olan sanatçı ise bunu sözcüklerle yapar. Romancı, sözcüklerle söylenemeyecek olanı sözcüklerle söyler. Sözcükler böylesine paradoksal bir biçimde kullanılabilir. Çünkü anlamsal kullanımlarının yanı sıra, simgesel ya da metaforik bir kullanımları da vardır. (Bir de sesleri vardır; dilbilimci pozitivistlerin pek ilgilenmediği bir olgu bu. Bir cümle ya da paragraf müzikteki bir akora ya da armoni dizisine benzer: Yüksek sesle okunmuyor olsa bile anlamı pür dikkat bir zekâyla değil de pür dikkat bir kulakla daha net kavranabilir.

) Bütün edebiyat metafordur. Bilimkurgu metafordur. Onu diğer, daha eski kurmaca biçimlerinden ayıran şey, çağdaş hayatımızın bazı baskın öğelerinden, bilimden, bütün bilimlerden ve teknolojiden ve bu arada görecelikçi ve tarihsel bir perspektiften çıkarılan yeni metaforları kullanmasıdır. Uzay yolculuğu bu metaforlardan biridir sözgelimi, alternatif bir toplum, alternatif bir biyoloji de öyle; gelecek de bir başka metafordur. Kurmaca yapıtlarda gelecek bir metafordur. Neyin metaforu peki? Bunu metaforlara başvurmadan söyleyebilseydim, ben bütün bu sözleri, bu romanı yazmaz; Genli Ai de masama oturup bana ve size, biraz ciddi bir edayla, gerçeğin hayal gücüyle ilgili bir mesele olduğunu anlatmak için mürekkebimi ve daktilo şeridimi harcamazdı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Çok teşekkür ederim bu senaryoyu-erkek kadin ayrımı olmasaydi- çok merak ederim bakalım neler olacak 🙂