Ursula K. Le Guin – Sesler

TAM OLARAK hatırlayabildiğim ilk şey, gizli odaya giden yolu yazmaktı. O kadar küçüğüm ki, işaretleri koridor duvarının doğru yerine yapabilmek için kolumu iyice kaldırmam gerekiyor. Duvar kalın, gri bir sıvayla kaplı, bazı yerlerde sıva çatlayıp dökülmüş olduğundan arkasındaki taşlar görünüyor. Koridor karanlık sayılır. Toprak ve zaman kokuyor; ayrıca sessiz. Ama korkmuyorum; orada hiç korkmam. Elimi kaldırıyorum, yazı parmağımı bildiğim şekilde, sıvaya dokunmadan doğru yerde hareket eƫriyorum. Duvarda kapı açılıyor ve ben içeri giriyorum. İçerideki berrak ve dingin ışık, yüksek tavandaki bir sürü kalın camlı minik pencereden süzülüyor. Duvarlarında rafları, raflarında kitapları olan çok uzun bir oda. Burası benim odam, burayı hep biliyordum. İsta, Sosta ve Gudit bilmiyorlar. Odanın varlığını bile bilmiyorlar. Evin iyice arka taraķnda kalan bu koridorlara hiç gelmezler. Buraya gelmek için Seferbeyi’nin kapısından geçiyorum ama hasta ve sakat olduğu için dairesinden dışarı çıkmıyor.


Gizli oda, bana ait bir giz; azarlanmadan, rahatsız edilmeden, korkmadan tek başıma kalabileceğim bir yer. Haƨram oraya giƫğim tek bir zamana değil, bir sürü zamana ait. O zamanlar okuma masasının bana ne kadar büyük göründüğünü, rafların ne kadar yüksek olduğunu haƨrlıyorum. Masanın alƨna girip kitapların bazılarıyla etraķma duvar ya da sığınak gibi bir şey inşa ederdim. İnindeki bir ayı yavrusuymuş gibi yapardım. Orada kendimi emniyeƩe hissederdim. Kitapları daima raflardaki yerlerine geri koyardım; bu çok önemliydi. Odanın daha aydınlık taraķnda dururdum, kapı olmayan kapının yakınında. Tavanın alçaldığı, giƫkçe karanlıklaşan dip taraķnı sevmezdim. Zihnimde buraya gölgeli uç adını vermişƟm ve hemen her zaman oradan uzak duruyordum. Ama gölgeli uçtan korkum bile gizimin, yalnızlık krallığımın bir parçasıydı. Sadece ve sadece bana aitti, dokuz yaşına bastığım o güne kadar. Sosta beni, kabahaƟm olmayan aptalca bir şey için azarlayıp duruyordu, ben de sert karşılık verince, “koyunsaçlı” diyerek beni iyice delirƫ. Kolları uzun olduğu ve beni kendisinden uzak tutabildiği için ona vuramadım ama elini ısırdım. O zaman annesi, yanannem olan İsta beni azarlayarak bir tokat aşk eƫ.

Hiddetlenerek evin arka kısmına koştum, karanlık koridora geçƟm ve kapıyı açıp gizli odaya girdim. İsta ile Sosta kaçƨğımı, köle edildiğimi, bir daha hiç dönmeyeceğimi düşününceye kadar da çıkmaya niyeƟm yoktu; o zaman beni haksız yere azarladıkları, bana vurdukları, bana lakap takƨkları için pişman olacaklardı. Gizli odaya kan ter içinde, iki gözüm iki çeşme ve öŅeyle daldım – orada, o yerin tuhaf berrak ışığında, elinde bir kitapla Seferbeyi duruyordu. O da şaşırmışƨ. Hiddetle, sanki bana vuracakmış gibi elini kaldırarak üzerime geldi. Ben taş kesilmiş duruyordum. Nefes bile alamadım. Yarı yolda durdu. “Memer! Buraya nasıl geldin?” Açıldığı zaman kapının olduğu yere baktı ama tabii ki duvardan başka bir şey yoktu orada. Ben hâlâ ne konuşabiliyor, ne de nefes alabiliyordum. “Açık unutmuşum,” dedi, kendi söylediği şeye kendisi de inanmadan. Ben başımı iki yana salladım. Sonunda fısıldayabildim: “Nasıl yapıldığını biliyorum.” Şaşırıp kalmıştı, gözlerine inanamıyordu ama bir süre sonra yüzü değişti, “Decalo,” dedi. Başımla onayladım.

Annemin adı Decalo Galva’ydı. Annemi anlatmak isterdim ama onu haƨrlayamıyorum. Daha doğrusu haƨrlıyorum da, haƨramı kelimelere dökemiyorum. Birinin bana sıkı sıkı sarılması, sokulması, yatağın karanlığında güzel bir koku, kalın kırmızı bir bez, duyamadığım, ama duyar gibi olduğum bir ses. Eğer kıpırdamadan durur da çok dikkatli dinlersem annemin sesini duyabileceğime inanırdım. Galva kanı taşıyan, o sülaleden gelen biriydi. Şerefli ve sorumluluk isteyen bir konumda olan Ansul Seferbeyi Sulter Galva’nın kâhyalığını yapıyordu. O zamanlar Ansul’da ne ev, ne toprak kölesi vardı; bizler şehirliydik, ev sahipleri, hür insanlar. Annem Decalo, Galvamant’ta çalışan bütün insanlardan sorumluydu. Aşçı olan yanannem İsta eskiden, o zamanlar evin ne kadar kalabalık olduğunu, Decalo’nun kaç kişiyi çekip çevirmek zorunda kaldığını anlatmayı pek severdi. İsta’nın bile normal zamanlarda iki muƞak yardımcısı, iƟbarlı kimselerin geldiği büyük akşam yemeklerinde de üç yardımcısı olurmuş; dört hizmetçi, bir ulak, atlar için bir seyis ve seyis yamağı, kimisi binmek kimisi arabaya koşmak için ahırlarda sekiz at varmış. Evde yaşayan birkaç akraba ve ihƟyar bulunurmuş. İsta’nın annesi muƞakların üzerinde, Seferbeyi’nin annesi de üst kaƩaki Müdür Dairesi’nde yaşarmış. Seferbeyi, diğer Seferbeyleri’ni ziyaret etmek için Ansul Sahili boyunca kasabadan kasabaya bazen eyer üzerinde, bazen maiyeƟyle arabada seyahat edermiş. O günlerde baƨ avlusunda bir nalbanthane varmış; arabacı ile arabanın soldaki aƨ üzerine binen ayrı bir sürücü, arabaların durduğu binanın üst kaƨnda yaƨp kalkar, Seferbeyi ne zaman yola çıkmak istese hazır ve nazır olurlarmış.

“Ah ne telaş, ne koşuşturmacaydı,” der İsta. “Eski günler! O güzel günler!” Sessiz koridorlardan koşarken, harabe halindeki odaların yanından geçerken o günleri, o güzel günleri hayal etmeye çalışırdım. Kapı önlerini süpürürken, güzel kıyafetler ve ayakkabılar giymiş misafirler için hazırlık yapmakta olduğumu hayal ederdim. Müdür Dairesi’ne giderek buraları temiz, sıcak ve mobilyalı olsaydı neye benzerlerdi diye gözümde canlandırmaya çalışırdım. Orada derin pencere pervazında diz çöker, şeffaf, küçük çerçeveli pencereden şehrin damlarına ve onların üstünden görünen dağa bakardım. Şehrin ve kuzeyindeki sahilin ismi olan Ansul “Sul’a Bakan” anlamındadır. Sul, boğazın öbür yakasındaki Manva’nın beş zirvesinden sonuncusu ve en yüksek olanıdır. Deniz kıyısından ve şehrin baƨya bakan pencerelerinden karşı kıyıda sular üzerinde yükselen ak Sul’u ve hayalleriymişçesine başına toplanan bulutları görebilirsiniz. Üniversitesi, kütüphanesi, kuleleri, kemerli avluları, kanalları, köprüleri ve mermerden binlerce minik sokak tanrısı tapınağı nedeniyle şehre Arif ve Güzel Ansul dendiğini biliyordum. Ama çocukluğumun Ansul’u harabeler, açlık ve korkuyla dolu yıkık bir şehirdi. Ansul, Sundraman’ın himayesindeydi, ama Loaman ile sınırlarını korumak için savaşmakla meşgul olan o büyük ulus burada bizi savunmak için hiç asker bırakmamışƨ. Mal mülk, çiŌ çubuk açısından zengin olmasına rağmen Ansul uzun zamandır hiç savaş görmemişƟ. İyi silahlanmış olan Ɵcaret filomuz, korsanların güneyden kıyılarımızı yağmalamasına engel oluyordu; Sundraman uzun yıllar önce bizi iƫfaka zorladığı için kara taraķndan da bir düşmanımız yoktu. Bu yüzden Asudar çöllerinin halkı olan Aldların ordusu isƟlaya başladığında, Ansul tepelerini bir yangın gibi kasıp kavurmuştu. Şehre giren ordular her şeyi yağmalayarak, önlerine çıkanları öldürüp kadınlara tecavüz ederek geçmişler caddelerden.

Pazardan dönerken sokakta yakalanan annem Decalo askerler taraķndan alıkonulup tecavüze uğramış. Sonra şehirden insanlar annemi esir eden askerlere saldırmış, bu çaƨşma sırasında annem kaçmayı başarmış ve eve, Galvamant’a ulaşmış. Şehrimin halkı isƟlacılarla sokak sokak savaşarak onları şehirden dışarı sürmüş. Ordu surların dışında kamp kurmuş. Bir yıl boyunca Ansul kuşatma alƨnda kalmış. Ben o kuşatma yılında doğmuşum. Sonra doğu çöllerinden başka, daha büyük bir ordu çıkagelerek şehre saldırmış ve fethetmiş. Rahipler askerleri İblis Evi adını takƨkları bu eve geƟrmiş. Seferbeyi’ni tutsak alıp götürmüşler. Ev halkından onlara karşı koyanları ve yaşlıları öldürmüşler. İsta annesi ve kızıyla birlikte kaçıp bir komşunun evinde saklanmayı başarmış, ama Seferbeyi’nin annesi öldürülerek cesedi kanala atılmış. Daha genç olan kadınlar askerlere kölelik etmeleri için esir alınmış. Annem benimle birlikte gizli odaya saklanarak kurtulmuş. Bu hikâyeyi o odada yazıyorum. Burada ne kadar saklanmış olduğunu bilmiyorum.

Yanında biraz yiyecek vardı herhalde, burada su var zaten. Aldlar evi yağmalamışlar, yanabilen her şeyi yakmışlar. Askerler ve rahipler her gün geri geliyorlar, odaları yakıp yıkarak kitap, ganimet veya bir iblislik arıyorlarmış. Annem sonunda dışarı çıkmak zorunda kalmış. Gece dışarı emeklemiş, Cammant’ın bodrumunda diğer kadınların yanında sığınacak bir yer bulmuş. Aldlar yağmalamayı, yakıp yıkmayı bırakıp şehrin hâkimleri olarak yerleşinceye kadar hem kendisini, hem beni hayaƩa tutmayı başarmış ama nasıl ve nerede olduğunu bilmiyorum. Aldlar şehrin hâkimi olduktan sonra evine, Galvamant’a geri dönmüş. Bütün ahşap ek binalar yanmış, mobilyalar kırılmış veya çalınmış, haƩa yerdeki tahtalar bile yerlerinden sökülmüş; fakat evin ana bölümü kiremit çaƨlı taş binadır ve o pek zarar görmemiş. Galvamant şehirdeki en büyük ev olmasına rağmen, evin iblisler ve şeytani ruhlarla dolu olduğunu düşünen Aldlardan hiçbiri bu evde yaşamak istememiş. Decalo yavaş yavaş, elinden geldiğince her şeyi bir düzene sokmaya başlamış. İsta gizlendiği yerden kızı Sosta’yla gelmiş, bir de yaşlı kambur işçi Gudit ortaya çıkmış. Bütün ev halkı bu kadarmış; onlar da hem birbirlerine hem de bu eve sadık kalmışlar. Tanrıları buradaymış, onlara rüyalarını veren ataları buradaymış, onların hayır duaları buradaymış. Bir yıl geçƟkten sonra Seferbeyi’ni Gand’ın hapishanesinden salıvermişler. Aldlar onu sokağa çırılçıplak bırakmış.

Yapƨkları işkenceler nedeniyle ayakları kırılmış olduğundan yürüyemiyormuş. Divan Binası’ndan Galvamant’a kadar, Galva Caddesi’nde sürünmeye çalışmış. Şehir halkı ona yardım etmiş, onu buraya, eve taşımış. Sonrasında ona bakacak olan ev halkı buradaymış zaten. Çok fakirlermiş. Ansul halkının her ferdi yoksullaşmış, Aldlar taraķndan soyulup soğana çevrilmişler. Yine de bir yolunu bulup yaşamışlar ve annemin bakımı sayesinde Seferbeyi yeniden gücünü kazanmaya başlamış. Fakat kuşatmadan sonraki üçüncü kış soğuk ve açlıktan annem ateşlenip hastalanmış, onu tedavi edecek ilaç da yokmuş. O yüzden ölmüş. İsta kendisini benim yanannem ilan ederek bana bakmaya başlamış. Eli ağırdır, sinirli bir mizacı vardır, ama annemi çok seviyormuş ve benim için elinden geleni yapmış. Çok erken yaşta evin işlerine yardım etmeyi öğrenmişƟm ve bundan da gayet memnundum. O yıllarda Seferbeyi çoğu zaman hasta olurdu, onu sakatlayan işkenceler, kırılmış kol ve bacakları nedeniyle büyük acılar çekerdi ve ben onun başında nöbet tutmaktan çok gurur duyardım. Ben çok ufak bir çocukken bile, işin her türlüsünden nefret eden ve her şeyi döküp saçan Sosta’dansa yanında benim kalmamı tercih ederdi. HayaƩa olma nedenimin gizli oda olduğunu biliyordum, çünkü o oda beni ve annemi düşmandan kurtarmışƨ.

Bunu bana annem anlatmış ve bana kapıyı açmanın yolunu göstermiş olmalı; ya da ben onun nasıl yapƨğını görmüş ve haƨrlamışımdır belki. Bana öyle geliyordu ki, onları yazan eli göremesem de havaya yazılmış olan harflerin şekillerini görebiliyordum. Elim o şekli takip ediyordu ve böylece kapıyı açıyor, buraya, sadece benim geldiğimi zanneƫğim yere geliyordum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir