Ursula K. Le Guin – Mülksüzler

Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı. Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı. Bir tarafından bakıldığında duvar, Anarres Limanı adı verilen yirmi beş hektar çorak alanı çevreliyordu. Limanda bir çift büyük servis vinci, bir roket fırlatma platformu, üç ambar, bir kamyon garajı ve bir yatakhane vardı. Yatakhane sağlam, pis ve yaslı görünüyordu, ne bahçesi vardı, ne de içinde çocukları; açıkçası orada ne kimse yaşıyor, ne de kimsenin uzun süre kalması düşünülüyordu. Aslında bir karantina bölgesiydi. Duvar yalnızca iniş alanını değil, uzaydan gelen gemileri, o gemilerle gelen insanları, geldikleri dünyaları ve evrenin geri kalan kısmını hapsediyordu. Evreni çevreliyor, Anarres’i dışarda, özgür bırakıyordu.


Öteki tarafından bakıldığında duvar Anarres’i çevreliyordu: bütün gezegen içerideydi, diğer dünyalardan ve insanlardan yalıtılmış, karantinaya alınmış, dev bir esir kampıydı. Yoldan birkaç kişi iniş alanına doğru geliyor, birkaçı da yolla duvarın kesiştiği yerde bekliyordu. Çoğu kez yakındaki Abbenay kentinden insanlar, bir uzay gemisi görmek umuduyla, ya da yalnızca duvarı görmek için gelirlerdi. Ne de olsa dünyalarının tek sınırlayıcı duvarıydı o. Başka hiçbir yerde Girilmez levhasına rastlayamazlardı. Özellikle yeni yetmeler kapılıyordu duvarın çekiciliğine. Yanaşıp üstüne otururlardı. Ambarlardaki taşıyıcılardan sandıkları indiren, izlenecek bir ekip görmeyi umarlardı. Platformda bir yük gemisine bile rastlayabilirlerdi. Yük gemileri yılda yalnız sekiz kez gelirdi. Gelişleri limanda çalışanlar dışında kimseye duyurulmazdı. Onun için bu kez izleyiciler çalışan birilerini görünce, başlangıçta heyecanlandılar. Ama onlar bir uçta; hareketli vinçlerle çevrilmiş, alçak, kara kule alanın öbür ucunda duruyordu. Sonra ambar ekiplerinin birinden bir kadın gelip “Bugünlük kapatıyoruz kardeşler,” dedi. Güvenlik kolluğu takıyordu, en az uzay gemisi kadar seyrek görülen bir şeydi bu.

İşte bu biraz heyecan yaratmıştı. Kadının sesi yumuşaktı, ama bir kesinlik seziliyordu. Takımının ustabaşıydı; sorun çıkacak olursa yoldaşları ona arka çıkardı. Zaten görülecek pek bir şey de yoktu. Yabancılar, dış dünyalılar gemilerinde saklanıyorlardı. Gösteri yoktu. Savunma ekibi için de sıkıcı bir gösteriydi bu. Bazen ustabaşı birinin duvarı aşmaya çalışmasını diliyordu; gemiden atlayan bir yabancının veya gemiye yakından göz atmaya çalışan Abbenay’lı bir çocuğun. Ama bu hiç olmamıştı. Hiçbir zaman hiçbir şey olmuyordu. Olay gerçekten çıktığında da, o hazırlıklı değildi. Dikkatli’nin kaptanı “O kalabalık gemime mi saldıracak?” diye sordu. Ustabaşı baktı ve limanda gerçekten büyük, yüz ya da daha fazla kişiden oluşan bir kalabalık olduğunu gördü. Orada öylece duruyorlardı. Kıtlık sırasında ürün taşıyan trenleri istasyonlarda bekleyen insanların durduğu gibi.

Ustabaşını korkutuyordu bu. “Hayır,” dedi yavaş ve sınırlı İocası’yla- “Protesto ediyorlar. Şeyi protesto ediyorlar… Nasıl derler… Yolcuyu.” “Şu gemiye binecek pezevengin mi peşindeler yani? Onu ya da bizi durdurmaya mı çalışacaklar?” Ustabaşının diline çevrilemeyen “pezevenk” kelimesi kendi halkı için yabancı bir terimden başka bir şey ifade etmiyordu ona, ama ne kelimenin söylenişi hoşuna gitmişti, ne kaptanın ses tonu, ne de kaptanın kendisi. “Başının çaresine bakabilir misin?” dedi. “Boşversene. Sen yalnızca geri kalan yükün boşaltılmasını sağla, çabuk olsun. Şu yolcu olacak pezevengi de gemiye getir. Hiçbir Odocu kalabalığı bize bir şey yapamaz.” Beline taktığı, şekilsiz bir penise benzeyen madeni nesneyi okşadı ve silahsız kadına hor görerek baktı. Kadın, silah olduğunu bildiği fallik nesneye soğuk bir bakış fırlattı. “Gemi 14’te yüklenmiş olacak,” dedi. “Mürettebat içeride güvencede olur. Kalkış 14:40’ta. Yardım istersen Uçuş Kontrol’e teyp mesajı bırak.

” Kaptan bir şey diyemeden uzaklaştı. Kızınca adamlarına ve kalabalığa karşı daha sert davranıyordu. “Yolu açın!” dedi duvara yaklaşırken. “Kamyonlar geliyor, kaza çıkmasın. Kenara çekilin!” Kalabalıktaki erkek ve kadınlar onunla ve kendi aralarında tartışmaya başladılar. Yolu geçip duruyorlardı, bazıları duvarı geçti. Ama yine de yolu açtılar. Ustabaşı kalabalığı yola getirmekte ne kadar deneyimsizse, onlar da bir kalabalık oluşturmakta o kadar deneyimsizdiler. Bir kalabalığın öğeleri değil, bir topluluğun üyeleri olduklarından kitle psikolojisiyle hareket etmiyorlardı. Ne kadar insan varsa o kadar değişik duygu vardı. Ayrıca komutların rastgele olmasını beklemediklerinden, komutlara uymama deneyimleri de yoktu. Deneyimsizlikleri yolcunun hayatını kurtardı. Bazıları oraya bir haini öldürmeye gelmişlerdi. Bazıları ise onun gitmesini engellemeye veya ona hakaret etmeye, ya da yalnızca bakmaya gelmişlerdi. Bütün bu diğerleri, katillerin yolunu tıkıyordu.

Hiçbirinde ateşli silah yoktu, ancak birkaçı bıçak taşıyordu. Onlar için saldırının anlamı yalnızca bedensel saldırıydı, haini ellerine geçirmek istiyorlardı. Korunmuş olarak, bir araç içinde gelmesini bekliyorlardı. Mal taşıyan bir kamyonu incelemeye çalışır ve öfkeli sürücüsüyle tartışırken, aradıkları adam yalnız başına ve yürüyerek geldi. Farkına vardıkları zaman çoktan alanın yarısını geçmişti, arkasında beş savunma görevlisi onu izliyordu. Onu öldürmek isteyenler takibe -çok geçti- sonra da taş atmaya -pek de geç değildi- giriştiler. Hedefledikleri adamı tam gemiye binerken ıskaladılar, ama koca bir taş savunma görevlilerinden birinin tam kafasına geldi ve adamı anında öldürdü. Geminin kapakları kapandı. Savunma ekibindekiler geri dönüp ölü arkadaşlarını taşıdılar; gemiye doğru koşarak gelen kalabalığın önderlerini durdurmak için herhangi bir şey yapmıyorlardı, ama öfke ve şoktan yüzü bembeyaz olan ustabaşı onlar geçerken arkalarından küfretti. Kalabalık ise ustabaşına çarpmamak için kenardan geçti. Gemiye ulaştıklarında kalabalığın öncü kolu dağıldı ve kararsız, durdu. Geminin sessizliği, dev, iskeletsi servis kulelerinin ani hareketleri, toprağın garip yanık görüntüsü, insan boyutlarında herhangi bir şeyin olmaması zihinlerini karıştırıyordu. Gemiye bağlı bir aletten çıkan buhar veya gaz kaçağı bazılarını irkiltti, yukarıda kara tüneller gibi duran roketlere tedirginlikle baktılar. Limanın öte yanında bir uyarı sireni öttü. Önce biri, sonra bir başkası kapıya doğru yöneldi.

Kimse onları durdurmadı. On dakika içinde liman boşalmış, kalabalık Abbenay’a giden yol boyunca dağılmıştı. Hiçbir şey olmamış gibiydi. Dikkatli’nin içinde ise bir sürü şey oluyordu. Yer Kontrol, fırlatma zamanını öne aldığı için bütün işlemler iki kat hızlı yapılmak zorundaydı. Kaptan, ayak altında dolaşmamaları için yolcuyla doktorun kemerlerinin bağlanıp mürettebat kamarasında kilitli tutulmalarını emretmişti. Kamarada bir ekran vardı, isterlerse kalkışı izleyebilirlerdi. Yolu izliyordu. Limanı, limanın çevresindeki duvarı, duvarın ta dışında, Ne Thera dağlarının maki ve seyrek gümüşi aydikeniyle benekli uzak bayırlarını görüyordu. Bütün bunlar birdenbire parıldayarak akıp gitti ekrandan. Yolcu başının yastıklı arkalığa bastırıldığını hissetti. Dişçi koltuğuna benziyordu, baş geriye bastırılmış, çene zorla açılmış. Nefes alamıyordu, midesi bulanıyordu, korkudan bağırsaklarının gevşediğini duydu. Bütün bedeni onu ele geçiren güçlere haykırıyordu, şimdi değil, henüz değil, bekleyin!

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir